Tropiklerde Türleşmenin Hikâyesi: Evrimsel düşüncenin izinde bir yolculuk

-
Aa
+
a
a
a

Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, evrim serisine 'Evrim sadece bir genetik kader mi yoksa çevreyle kurulan sürekli bir diyalog mu?' sorusunu cevaplamaya çalışarak devam ediyor.

""
Tropiklerde Türleşmenin Hikâyesi: Evrimsel Düşüncenin İzinde Bir Yolculuk
 

Tropiklerde Türleşmenin Hikâyesi: Evrimsel Düşüncenin İzinde Bir Yolculuk

podcast servisi: iTunes / RSS

1859 yılında Charles Darwin, Türlerin Kökeni'ni yayımladığında, türlerin sabit olmadığını ve doğal seçilim yoluyla zaman içinde değiştiklerini öne sürüyordu. Aynı dönemde Alfred Russel Wallace da tropik dünyada yaptığı gözlemlerle benzer bir sonuca ulaşmıştı. Wallace, özellikle Borneo ve Malay Takımadaları’nda türlerin ayrışmasının coğrafi ve ekolojik sınırlarla ilişkili olduğunu vurgularken, Darwin daha soyut ve genel bir seçilim kuramı geliştirmekteydi. Bu iki bakış açısı birlikte, evrimsel biyolojinin temellerini attı.

Bugün Amazon ormanlarında ötüşen bir kuşun sesinde, yalnızca doğanın değil, bilimsel merakın da izleri gizlidir, geriye doğru sessiz bir evrimsel tarihin sahneleri kendini göstermese de sonuçları görünür haldedir. Tropik bölgeler, dünya üzerindeki en büyük biyoçeşitliliğine ev sahipliği yapar. Neden? Bu soru, sadece canlılara değil, onları anlamaya çalışan düşünce sistemlerine de yöneliktir.

Ernst Mayr’ın Coğrafi Bakışı

20. yüzyılın ortasında, Ernst Mayr bu soruya klasik bir yanıt verdi. 1969’da yayımlanan makalesinde, tropiklerdeki yüksek tür sayısını coğrafi izolasyon ve ekolojik çeşitliliğe bağladı. Ona göre nehirler, dağlar, vadiler gibi doğal engeller popülasyonları birbirinden ayırıyor, böylece yeni türler ortaya çıkıyordu. Mayr’ın yaklaşımı, türleşmeyi doğanın dışsal sınırları üzerinden okuyan güçlü bir çerçeve sundu.

Haffer ve Buzul Sığınağı Hipotezi

Aynı yıl Jürgen Haffer, bu görüşe zaman boyutunu ekledi. Amazon’daki kuşların çeşitliliğini, Buzul Çağı’ndaki orman daralmalarıyla ilişkilendirdi. Ona göre orman parçalanmaları izolasyona neden olmuş, bu da türleşmeyi tetiklemişti. Haffer’in refugium hipotezi, iklimin ve zamanın evrimsel süreçlerdeki rolüne dikkat çekti. Ancak daha sonraki araştırmalar bu modelin tüm Amazon için geçerli olmadığını gösterdi.

Tarihsel Ayrışmanın İzinde: Filogenetik Tür Kavramı

1980'lerde tarih kavramı, tür tanımlarında giderek daha belirleyici bir unsur hâline geldi. Bu dönemde filogenetik sistematik, türleri yalnızca güncel üreme ilişkilerine göre değil, aynı zamanda evrimsel geçmişlerine ve soy hatlarına göre de değerlendiren bir yaklaşımla öne çıkmaya başladı. Joel Cracraft'ın geliştirdiği filogenetik tür kavramı, bir türü, atalarından miras aldığı karakterlerle tanımlanan en küçük soy hattı olarak ele alıyordu. Bu yaklaşım, genetik verilerle desteklendiğinde, türlerin yalnızca bugünkü özelliklerine değil, geçmişte biriktirdikleri ayrımlara da odaklanmayı öneriyordu. McKitrick ve Zink'in 1988’de ortaya koyduğu gibi, filogenetik tür kavramı, tür sınırlarını belirlemede daha objektif ve tekrarlanabilir bir temel sağlıyor; çünkü hem morfolojik hem moleküler veriye dayanarak bağımsız evrimsel birlikleri tanımlama imkânı sunuyordu. Bu da türleşme tartışmalarına yeni bir yön kazandırıyor, yalnızca izolasyon ya da gen akışı değil, tarihsel ayrışmanın kendisi de tartışmanın merkezine alınıyordu.

Bu kuramsal temeller, evrimsel ayrışmayı açıklamakta önemli ilerlemeler sağlarken, 2010’lu yıllarda genetik verilerle yapılan çalışmalar bu yaklaşımları daha da derinleştirmeye başladı.

Genetiğin ve Hareketin Rolü

2014 yılında Brian Smith ve ekibi, Amazon’daki farklı kuş türlerini genetik olarak inceledi. Aynı coğrafi engelin bazı türlerde büyük farklılaşmalara, bazılarında ise neredeyse hiç farklılaşmaya yol açmadığını keşfettiler. Bu bulgular üç temel gerçeğe işaret etti:

  1. Türleşme, türün bölgede ne kadar süredir bulunduğuyla ilgilidir.
     
  2. Türün hareket kabiliyeti (dispersal) belirleyicidir.
     
  3. Canlılar aynı ortamı farklı şekillerde algılar.

Alt katmanda yaşayan, az hareket eden kuşlar daha hızlı evrimleşirken, üst katmanda daha serbest dolaşanlar daha az farklılaştı. Bu da gösteriyor ki türleşme sadece coğrafi koşullarla değil, aynı zamanda organizmaların davranış ve biyolojileriyle de ilgilidir.

Vücut Biçiminden Evrimsel Potansiyele

2024 yılında yayımlanan yeni bir araştırma, memelilerin evriminde postürün (vücut duruşunun) nasıl değiştiğini ortaya koydu. Pierce, Brocklehurst ve Angielczyk, sürüngenimsi yürüyüşten dik postüre geçişin doğrusal değil, ani sıçramalarla ve çok yönlü adaptasyonlarla gerçekleştiğini gösterdi. 3D modellemeler ve fosil analizleri, evrimsel değişimin bir eşik aşıldığında ivme kazandığını gösteriyor. Yani canlılar, yalnızca dışsal koşullara değil, içsel morfolojik olanaklara göre de evrimleşiyorlar.

Ekoloji ve Evrimin İç İçe Geçtiği Çağ: Antroposen

Bugün, evrimi yalnızca genetik bir mekanizma olarak değil, ekolojiyle iç içe bir süreç olarak anlamak zorundayız. Antroposen Sohbetler'de Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu ile yaptığımız söyleşide bu konuya şu sözlerle değindik:

"Evrimsel değişimlerin altında yatan sebeplerin en önemlilerinden biri aslında çevresel değişimler ve dolayısıyla da ekolojik ilişkiler. (...) Doğal seçilim aslında çevresel koşulların bir ürünü olarak işliyor."

İklim krizi, habitat tahribatı ve biyolojik çeşitlilikteki hızlı kayıplar, canlıları yalnızca fiziki olarak değil, evrimsel olarak da sınamaya başladı. Uyum sağlama yetisi artık sadece bir avantaj değil, hayatta kalmanın ta kendisi. Bu yeni çağda, doğa ile bilim arasındaki diyalog daha da önem kazanıyor.

Darwin’in seçilim kuramıyla başlayan bu hikâye, Mayr’ın coğrafi türleşme modeliyle, Haffer’in iklimsel senaryosuyla, Smith’in genetik bulgularıyla ve Pierce’ın morfolojik analizleriyle zenginleşti. Bugün bu birikimden yola çıkarak yeni bir soru sorabiliriz:

Evrim sadece bir genetik kader mi yoksa çevreyle kurulan sürekli bir diyalog mu?

Belki de ikisi birden ve bu diyaloğun dili, hem bilimi hem geleceğimizi biçimlendirecek kadar güçlü.