İklim Kuşağı Konuşuyor'da Atlas Sarrafoğlu, Türkiye’nin eriyen buzullarından dünyanın dört bir yanında yaşanan gıda krizlerine, Akbelen’den Meksika’ya uzanan mücadelelere kadar pek çok farklı başlığı ele alıyor.
Merhaba sevgili Apaçık Radyo dinleyicileri, İklim Kuşağı Konuşuyor programına hoş geldiniz, ben Atlas Sarrafoğlu. Bugün yine iklim krizi kapsamında son bir haftada olan olaylara, raporlara ve haberlere göz atacağız sizinle. İlk haberimle başlayalım.
Türkiye’nin güneydoğusundaki buzullar hızla eriyor; bu durum hem su kaynaklarını, hem de turizmi tehdit ediyor. Cilo Dağı'nda 15 yıldır rehberlik yapan Kemal Özdemir, “10 yıl önce burada buzullar vardı,” diyerek sel sularındaki buz parçalarını küresel ısınmanın açık göstergesi olarak işaret ediyor.
Hakkâri’deki Cilo Dağı, Türkiye’nin en büyük ikinci buzul kütlesine ev sahipliği yapıyor ancak insan kaynaklı iklim değişikliğiyle artan sıcaklıklar, buzulların her yıl hızla geri çekilmesine yol açıyor. Geçtiğimiz günlerde Silopi’de 50,5 dereceyle rekor sıcaklık kaydedildi.
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden Prof. Dr. Onur Satır, “Son 40 yılda kar ve buz örtüsünün neredeyse yarısını kaybettik,” diyor. Bazı bölgeler diğerlerinden daha hızlı eriyor; bu da buzulların korunmasını zorlaştırıyor.
Birleşmiş Milletler, dünyanın birçok bölgesindeki buzulların bu yüzyılı göremeyeceğini ve yüz milyonlarca insanın su kaynaklarının tehlikede olduğunu bildiriyor. Hakkâri’de turizm artarken, eriyen buzullar bazı bölgeleri tehlikeli hale getirdi. 2023’te iki doğa yürüyüşçüsü buz parçalarının kopması sonucu yaşamını yitirdi.
Uzmanlar, artan ziyaretçi sayısının da erimeyi hızlandırdığına dikkat çekiyor. Birleşmiş Milletler’in raporuna göre, Türkiye topraklarının %88’i çölleşme riski altında. Yüzyılın sonuna kadar yağışların %30 azalması, sıcaklıkların ise 5–6 derece artması bekleniyor.
İklim krizinin etkileri yalnızca doğada değil, toplumsal yaşamın her alanında kendini gösteriyor. Türkiye’de buzullar hızla erirken, dünyanın başka köşelerinde doğayı ve canlıları korumaya yönelik önemli adımlar atılıyor.
Bir sonraki kısa haberim, Meksika’da hayvanlara sadece zulümden korunma değil, Anayasa’da hissedebilen varlıklar olarak tanınma hakkı tanıyacak bir oylama yapması ile ilgili. Bu düzenleme tamamen yürürlüğe girerse, hayvanlara yalnızca 'mal' ya da 'kaynak' olarak değil, gerçek yasal haklara sahip bireyler olarak yaklaşılacak ve bu fabrikasyon hayvancılıktan hayvanlar üzerinde yapılan testlere kadar her şeyi değiştirir, hayvanların hukuk tarafından nasıl muamele gördüğü baştan şekillenebilir.
Bu, dünyadaki en ilerici hayvan hakları adımlarından birisi olabilir.
Eğer her ülke bunu yapsaydı, bu yaklaşım bir norm haline gelseydi ne kadar muazzam olurdu, değil mi?
Hayvan haklarında böylesine tarihi bir gelişme yaşanırken, iklim krizinin ekonomilerimizi ve sofralarımızı nasıl etkilediğini de konuşmamız gerekiyor çünkü doğayla ilişkimiz sadece etik bir mesele değil; aynı zamanda yaşam maliyetlerimizi doğrudan belirliyor.
Bu gelişmelerle yepyeni bir terimle de karşı karşıyayız - belki yeni değildir ama ben yeni tanışıyorum ve sizinle de paylaşmak istedim; İklimflasyonun gıda fiyatlarını 2050’ye kadar üçte bir oranında artırabileceği haberi var sırada.
Britanya, iklim değişikliğinin tetiklediği 'iklimflasyon' kriziyle karşı karşıya. Autonomy’nin raporuna göre, 2050’ye kadar gıda fiyatları %34’e kadar yükselebilir ve yaklaşık 1 milyon kişi yoksulluğa sürüklenebilir.
Kuraklık, sıcak hava dalgaları ve seller tarımsal üretimi tehdit ediyor. Britanya’da sebze üretimi 2023’te %12 düştü. Çikolata, kahve ve meyve-sebze fiyatları şimdiden iklim şokları yüzünden artmış durumda. Ülkenin gıdasının yarısının ithal olması da kırılganlığı artırıyor.
En kötü senaryoda fiyatlar %34, en iyi senaryoda bile %25 yükselecek. Özellikle düşük gelirli haneler, gelirlerinin büyük kısmını gıdaya ayırdığı için ağır etkilenecek; ortalama bir ailenin yıllık maliyeti 1200 sterlin artabilir.
Autonomy, hükümeti halkı koruyacak önlemler almaya çağırıyor: temel ürünlerde fiyat kontrolleri, kamu yemek salonları ve stratejik gıda stokları.
Enstitü Başkanı Will Stronge, “İklimflasyon, artık uzak bir risk değil, içinde yaşadığımız bir gerçeklik,” diyor ve ekliyor; “Gerçek bir ekonomik dayanıklılık inşa etmeliyiz. Bu da kamu hizmetlerini, temel ihtiyaçların sağlanmasından kamu destekli yemek alanlarına ve ulusal gıda stoklarına kadar yeniden düşünmemiz gerektiği anlamına geliyor.”
Britanya’daki patatesten Hindistan’daki soğana kadar iklim değişikliğinin yol açtığı aşırı hava olayları, dünya genelinde gıda fiyatlarında kısa vadeli artışlara neden oluyor.
Önceki araştırmalar, yüksek sıcaklıkların verim kaybına ve arz sıkıntılarına yol açarak uzun vadede gıda enflasyonunu artırdığını göstermişti. Ancak Barselona Süper Bilgisayar Merkezinin yürüttüğü yeni bir çalışma, bazı temel gıda ürünlerinin kısa vadede çok daha sert fiyat artışları yaşadığını ve bunun da enflasyonu tetiklediğini ortaya koyuyor.
Araştırmacılar, iklim değişikliği şiddetlendikçe bu eğilimin daha yaygın hale geleceği uyarısında bulunuyor. Üstelik bu fiyat artışlarının arkasındaki birçok hava olayı “tamamen eşi benzeri görülmemiş” olarak tanımlanıyor.
Bir önceki haberde ele aldığımız 'iklimflasyon' gıda fiyatlarını artırırken, Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yusuf Demir de benzer bir tehdit konusunda uyarıyor: İklim krizinin tarım ve su kaynakları üzerindeki etkileri, Türkiye’de gıda güvenliğini ciddi biçimde tehdit ediyor.
Prof. Dr. Yusuf Demir’e göre, değişen yağış rejimleri, sıcaklık farklılıkları ve artan doğal afetler, ürün kayıplarına ve kalitede düşüşe yol açıyor. Nisan ayında yaşanan don felaketleri 65 ilde ciddi verim kaybına neden olurken, bu etkilerin önümüzdeki yıllarda da süreceği öngörülüyor. Fındık bahçelerinde meyve dökülmeleri, buğday ve mercimekte %70-80’e varan zararlar tespit edildi.
Türkiye’nin su kaynaklarında da ciddi azalmalar var. İstanbul, İzmir ve Ankara gibi metropollerde kişi başı su tüketimi ülke ortalamasının çok üzerinde. Demir, tarımda kullanılan suyun yaklaşık yarısının israf edildiğini, bunun yılda 25 milyar metreküp su kaybı anlamına geldiğini belirtiyor.
Çözüm olarak sulama mühendislerinin yetiştirilmesi, tarım politikalarının yeniden düzenlenmesi ve çiftçilere destek verilmesi gerektiğini vurgulayan Demir, “Artık kriz kapımızda değil, evin içinde. Çocuklarımıza yaşanabilir bir ülke bırakmak için herkes üzerine düşeni yapmalı. Ya doğayı onaracağız ya da yok olacağız,” diyor.
İşte tam da bu noktada, Türkiye’de yerel halkın verdiği çevre mücadelesi daha da anlam kazanıyor çünkü iklim krizi sadece rakamlarla ölçülen bir tehlike değil; insanların yaşam alanlarını ve geleceklerini savunma meselesi.
İklim İçin Gençlik ekibinden de olan uluslararası Fridays For Future iklim aktivisti arkadaşım Maya Özbayoğlu da geçtiğimiz hafta Akbelen Ormanı’nda bir araya gelen yaşam savunucuları ve köylüler ile tüm Türkiye’de maden yasasına karşı mücadeleyi büyüteceklerini dile getirdiler. Akbelen direnişinin ilk yıldönümünde Maya ile birlikte Akbelen’deydik. Maya’nın geçtiğimiz Pazar günü Akbelen’den gözlemlerini içeren bir sosyal medya hesabından yazdıklarını çok etkileyici buldum ve sizlerle paylaşmak istiyorum. Maya şöyle yazmış:
Canım Akbelenim,
Bu seneki gelişim bu üç gelişimin arasından en zoru olabilir. Hem iki sene önce güzelim Akbelen ormanındaki yaşanan ekokırımı ilk kez görmüş oldum hem de buraya bu zorba maden yasası meclisten geçtikten sonra geliyorum; yine Akbelenlilerin, köy halkının Ankara’daki direnişine, açlık grevine rağmen geçirilen yasadan bahsediyorum.
Bu yasa şu anki haliyle uygulanırsa, poligonlara göre, 33.400 kişi zorunlu göçe maruz kalacak. İkizköy ilk başta olmak üzere, 48 köy etkilenebilir. Ancak savaş döneminde görülen göçlere benzer bir süreçtir bu; yerel halkı onların izni olmadan, zorla evlerinden, kendi topraklarından kovmaktır ya da etraflarındaki bütün yaşamı — zeytinlikleri, suları, temiz havayı — teker teker bitirmektir bu.
Ama her sene olduğu gibi Akbelen’den ümitli bir şekilde gidiyorum. İlk kez İkizköylülerin çağrısına bölgedeki diğer köylerden bu kadar destek geldi. Hem muhtarlar, hem köylülerin, üreticilerin kendisi — 10 traktör konvoyu halinde — hem de Muğla milletvekilleri, hepsi 3 Ağustos’ta Akbelen’de maden yasasına karşı omuz omuza durmak için geldi. Bu buluşmanın bir parçası olmak benim için çok kıymetliydi çünkü birleşmiş bir halkın ne kadar güçlü olduğunu tekrardan görmüş, anlamış oldum.
Akbelen benim için <mümkün< demektir; bütün zorluklara rağmen, kömürün sebep olduğu her türlü kötülüğe — hava kirliliğine, yeraltı sularının tüketimine, dinamit patlamalarına, jandarma saldırılarına, biber gazı sıkılmasına rağmen yaşam için direnmekten başka bir çare olmadığını bize gösteriyorlar. Aynı zamanda insanların daha önce mümkün olamaz dediklerini gerçekleştirdiler; meclis ve açlık grevinden tut, köylü halkın birleşimine kadar. Böylelikle ben de “aktivist pillerimi” yeniden şarj etmiş oldum ve daha iyi günler için mücadele etmeye devam diyorum. Her yer Akbelen, her yer direniş!
Maya’nın anlattıkları, Akbelen’de olanların sadece bir çevre meselesi olmadığını, derin bir iklim adaleti sorunu olduğunu gösteriyor çünkü ekokırımın bedelini, kömürden en az kazancı olan ama yaşamlarını doğrudan topraklarına, suyuna, havasına bağlamış insanlar ödüyor.
İklim krizinde adaletsizlik tam da burada ortaya çıkıyor: Zengin şirketler ve onları destekleyen yasalar kar elde ederken, köylüler zorla göçe zorlanıyor, geçim kaynaklarını ve sağlıklarını kaybediyor. Bu, dünyanın başka yerlerinde de böyle — Britanya’daki iklimflasyon tartışmalarında da gördüğümüz gibi, bedeli en çok yoksullar ve kırılgan topluluklar ödüyor.
Akbelen direnişi bu yüzden sadece bir ormanı değil, yaşanabilir bir gelecek hakkını savunuyor. Çünkü iklim adaleti, kimsenin kendi yaşam alanından koparılmamasını, temiz hava, su ve gıdaya erişimin temel bir hak olarak korunmasını gerektiriyor.
Maya’nın dediği gibi: Her yer Akbelen, her yer direniş. Çünkü bu direniş, yalnızca bir bölgenin değil, hepimizin geleceğinin mücadelesi.
Yerelde verilen bu güçlü mücadelelerin yanında, küresel ölçekteki bilimsel çalışmaların da önemi büyük. Ne yazık ki, dünyada iklim verilerine erişimi zorlaştıran gelişmeler de yaşanıyor.
Geçen ay, Amerika’da Ulusal İklim Değerlendirmesi’nin en güncel edisyonunu barındıran internet sitesi sessizce ortadan kayboldu.
Kongre tarafından zorunlu kılınan ve 2000 yılından bu yana birkaç yılda bir yayımlanan Ulusal İklim Değerlendirmesi, iklim değişikliğinin ABD’yi nasıl etkilediğine dair en kapsamlı bilgi kaynağı olma özelliğini taşıyor. Eyalet ve yerel yönetimler ile özel şirketler, sıcak hava dalgaları, seller ve kuraklık gibi iklim değişikliğine bağlı felaketlere hazırlanmak için bu rapordan yararlanıyordu.
Site kaldırılmadan önce, Trump yönetimi 2028’in başlarında yayımlanması planlanan altıncı baskı üzerinde yaklaşık bir yıldır çalışan yüzlerce gönüllü katkıcıyı görevden aldı. Gönüllülere gönderilen bir e-postada raporun kapsamının “yeniden değerlendirildiği” bildirildi ve emekleri için kendilerine teşekkür edildi ve “Değerlendirme planları geliştikçe, katkıda bulunmak veya sürece dahil olmak için gelecekte fırsatlar olabilir. Hizmetiniz için teşekkür ederiz,” ifadelerine yer verildi.
Sitenin arşivlenmiş versiyonuna hâlâ openclimate.org adresinden erişilebiliyor.
Tabii. İşte düz metin halinde:
Ulusal İklim Değerlendirmesi’nin internet sitesinin kaldırılması ve yeni raporun ertelenmesi ciddi sonuçlar doğurabilir. Yerel yönetimlerin, özel sektörün ve araştırmacıların güvenilir bilgilere erişimi zorlaşacağı için afetlere hazırlık zayıflayabilir. Bu durum, seller, sıcak hava dalgaları ve kuraklık gibi iklim krizinin etkilerine karşı uyum planlarının yetersiz kalmasına yol açabilir. Ayrıca, bilimsel dayanağı eksik kalan politikaların etkili olması mümkün değildir. Yüzlerce gönüllünün emeğinin yok sayılması, hem bilim insanlarının motivasyonunu azaltır hem de gelecekte katkı vermek isteyenlerin önünü keser. Tüm bunlar, kamuoyunun şeffaflık ve güven duygusunu zedeleyerek iklim krizine karşı mücadeleye olan inancı sarsabilir.
Bilimsel raporların geri plana itilmesi, iklim krizinin görünmez ama çok tehlikeli yeni tehditlerini fark etmemizi de zorlaştırıyor. Örneğin, bilim insanlarının son dönemde sıkça uyardığı TFA adlı ‘sonsuz asit’…
Bilim insanları artık gökyüzünden sadece yağmur yağmadığını söylüyor. Her yağmur damlasıyla birlikte, görünmez bir tehdit de yeryüzüne iniyor. Adı triflorasetik asit, kısaca TFA. Bilim insanları buna “sonsuz asit” diyor, çünkü doğada neredeyse hiç parçalanmıyor ve sudan filtrelenemiyor.
TFA, günlük hayatımızda kullandığımız soğutuculardan, tarım ilaçlarından, bazı ilaçlardan ve kimyasal kaplamalardan oluşuyor. Atmosfere karışıyor, sonra yağmurla birlikte toprağa, suya ve bedenlerimize ulaşıyor. Yani farkında olmadan her yere yayılıyor.
Bugün TFA’ya yeraltı sularında, Arktik buzullarında, market raflarındaki şişe sularında ve hatta insan kanında rastlanıyor. Bazı bölgelerde, içme suyunda bulunan ve “sonsuz kimyasallar” olarak bilinen PFAS maddelerinin yüzde 90’ından fazlasını tek başına TFA oluşturuyor. Üstelik bitkiler köklerinden bu maddeyi kolayca emiyor yani soframıza gelen mısırda, buğdayda bile TFA bulunabiliyor.
Peki bu ne anlama geliyor? Araştırmalar, yüksek dozlarda üreme sağlığına ve karaciğere zarar verdiğini gösteriyor. İnsanlarda da tehlikeli seviyelere ulaştığına dair bulgular var yani TFA, yalnızca bugünün değil, geleceğimizin de sağlığını tehdit ediyor.
Sorun şu ki, TFA’yı temizlemek neredeyse imkânsız. Kaynağında azaltılmadığı sürece bu görünmez yük giderek büyüyecek. Bilim insanları, düzenlemelerin tek başına yetmeyeceğini söylüyor. Eğer hızlı önlemler alınmazsa, gezegenimizi sessiz ama çok güçlü bir kuşatma bekliyor.
Bugün programımda, Türkiye’nin eriyen buzullarından dünyanın dört bir yanında yaşanan gıda krizlerine, Akbelen’den Meksika’ya uzanan mücadelelere kadar pek çok farklı başlığı ele aldık. Ortak nokta şu: İklim krizi artık uzak bir ihtimal değil, hayatımızın tam ortasında.
Ama unutmayalım, kriz ne kadar büyükse, dayanışmanın ve umudun gücü de o kadar büyük. Buzulların erimesini durduracak, sofralarımızdaki adaleti koruyacak, ormanlarımızı ve yaşam alanlarımızı savunacak olan biziz. Her birimizin atacağı adım, söyleyeceği söz, katılacağı mücadele çok değerli. Çünkü geleceği beklemek değil, geleceği kurmak zorundayız.
Ben Atlas Sarrafoğlu, bugün sizin için Anderson Paak’tan “Bird” ile bu haftaki programımı bitiriyorum. Apaçık Radyo’nun gelecek Cuma 14:00’te yayınlanacak İklim Kuşağı Konuşuyor programında yeniden buluşana dek kendinize, sevdiklerinize ve gezegenimize lütfen iyi bakın.