Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, doğada ve insan yaşamında hayati bir rol oynayan ve gezegenimizin karmaşık döngülerini anlamamıza yardımcı olan mantarların gizli dünyası üzerine konuşuyoruz.
Bugünkü programda anahtar kelimemiz mantarlar. Sizlerle toprağın altında ve üstünde gizemli bir dünyaya doğru bir yolculuğa çıkacağız. Bu dünya, hayatın karmaşıklığı ve birbirine bağlılığı içinde kaybolmuş gibi görünse de aslında doğanın en önemli bağ dokusunu oluşturuyor: Mantarların büyüleyici dünyası. Yeraltında ördükleri yaşam ağlarıyla doğadaki canlıları birbirine bağlayan mantarlar, evrimsel tarihin gizli kahramanları olarak karşımıza çıkıyor.
Merlin Sheldrake’in Entangled Life kitabında da bahsedildiği gibi, mantarlar yeraltında birbirine geçmiş bir yaşam ağı kurar; kökleri birbirine bağlar, besin ve su alışverişini düzenler. Bu bağlar sayesinde bitkiler, toprağın derinliklerine uzanırken, mantarların dokunuşuyla hayat bulur. Aslında bundan yaklaşık 500 milyon yıl önce bitkiler ilk defa sudan karaya çıktığında, onlara bu devasa sıçramayı yapma gücünü veren şey mantarların desteğiydi. Bitkiler, kendi kök sistemlerini geliştirebilmeleri için mantarların onlara sağladığı kök benzeri ağlara güvenerek karasal ortama uyum sağladı.
Bu uyum süreci, Charles Darwin’in doğal seçilim teorisi ve Alfred R. Wallace’ın biyocoğrafya çalışmalarıyla da destek bulan Darwin ve Wallace’ın evrim teorisiyle örtüşüyor. Evrimin temelinde, türlerin çevrelerine uyum sağlayarak hayatta kalması ve üremesi yatar. Darwin, Türlerin Kökeni adlı eserinde (ki bu eseri iki farklı programda konuklarımla işlemeye çalıştım), doğal seçilim yoluyla hayatta kalan organizmaların çevresel koşullara en iyi uyum sağlayanlar olduğunu savunur. Bu noktada Darwin’in Türlerin Kökeni adlı eserinin önemi bir kez daha öne çıkıyor; doğal seçilim ve adaptasyon süreçlerinin hayatın çeşitliliğini nasıl şekillendirdiğini ortaya koyan bu başyapıt, yalnızca bitkiler ve hayvanlar değil, mantarlar gibi tüm canlılar için de geçerli olan evrimsel ilkeleri anlamamızı sağladı. Evrim teorisi, soyu tükenen organizmalar dahil canlıların dünyamızı nasıl dönüştürdüğünü ve ekosistemlerde ne tür etkileşimlerin var olduğunu açıklayabilecek bir çerçeve sunar.
Mantarlar da bu çerçeve içinde evrimsel uyumun sessiz kahramanları olarak bitkilerin karasal ortama adapte olmalarında kilit bir rol oynar. Yeraltında kurdukları mikorizal ağlar sayesinde, bitkiler su ve besin alımını artırarak hayatta kalabilmiştir. Bu simbiyotik uyum, bitkilerin zamanla kendi kök sistemlerini geliştirmelerine olanak tanırken, mantarlarla olan ilişkilerini de güçlendirmiştir. Wallace’ın biyocoğrafya çalışmaları da bu uyumu aslında coğrafi dağılım açısından ele alır; türlerin farklı bölgelere yayılmasında ve yeni ortamlara adapte olmasında mantarların oynadığı rolü bugün düşünmemize ve anlamamıza yardımcı olur. Coğrafi dağılım ve evrimsel uyum bağlamında, mantar-bitki etkileşimlerinin gezegendeki yaşamın tarihi boyunca ne kadar karmaşık ve birbirine bağlı olduğu ortaya çıkar.
Bugün dünya genelinde yaklaşık 6 milyon mantar türü olduğu tahmin ediliyor. Ancak bu türlerin yalnızca 300 kadarı insanlarda hastalığa neden oluyor. Fakat asıl dikkat çekmek istediğim nokta, Antroposen çağında mantarların üstlendiği farklı bir rol. Bu konuyu birazdan daha detaylı olarak ele alacağım.
Gelelim tekrar mantar türlerinin sayısına, yani 6 milyona… Bu sayı, mantarların gezegenimizdeki biyolojik çeşitliliğin önemli bir kısmını temsil ettiğini ve doğadaki karmaşık ağların görünmeyen bağlantılarını oluşturduğunu gösteriyor. Hem yerin altında, hem de üstünde bu kadar yaygın olmaları evrimin ve yaşamın anlaşılmasında önemli bir kilit taşı olduklarını kanıtlıyor.
Mantarların rolü sadece bitkilerle sınırlı değil. Zaman makinesiyle 400 milyon yıl önce Devoniyen dönemine geri dönebilseydik, karada hüküm süren en büyük varlıkların bitkiler değil, Prototaxites olarak bilinen devasa mantarlar olduğunu görecektik. İki katlı bir bina kadar uzun olan bu mantarlar, karasal ortamın ilk devasa canlılarıydı. O dönemde bitkiler sadece bir metreden fazla büyüyemezken, omurgalı hayvanlar henüz sudan karaya çıkmamıştı. Bu devasa mantarlar, doğanın geçmişindeki derin sırları bugüne taşır gibi…
Fakat günümüzde mantarların farklı rolleri de kendini farklı şekillerde gösteriyor. İklim değişikliği, küresel ticaret ve insan faaliyetleri, mantarların yayılma alanlarını genişletirken onların yeni patojenik özellikler kazanmasına da neden oluyor. Pandemi sürecinde COVID-19 hastalarında görülen bazı ciddi mantar enfeksiyonları, bu sessiz organizmaların aslında insan sağlığı üzerindeki önemli etkilerini gözler önüne serdi. Aspergillus fumigatus gibi mantar türleri, bağışıklık sistemi zayıflamış bireylerde ciddi sorunlara yol açtı ve bu, mantarların gelecekteki salgın hastalıklarda oynayabileceği rolü gündeme getirdi. Dünya genelinde her yıl yaklaşık 1.6 milyon kişinin ölümüne yol açan mantarlar, hızla en tehlikeli mikroplardan biri haline geliyor.
Ayrıca mantarların ilaçlara karşı geliştirdiği direnç de bir başka önemli sorun. Şu an piyasadaki antifungal ilaçlar sınırlı ve yan etkileri oldukça fazla. Fakat mantarlar bu ilaçlara hızla direnç geliştiriyor. Bu da sadece insan sağlığını değil, tarım ve hayvancılığı da etkileyen bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Dirençli mantar türlerinin artışı, tedavi süreçlerini zorlaştırdığı gibi, gezegenin gıda güvenliğini de tehdit ediyor. Ne yazık ki, bu ölümcül tehdidi engellemenin yolunu henüz bulabilmiş değiliz.
Sonuç olarak, mantarların hem doğada, hem gezegen yaşamında ve hem de insan yaşamında hayati bir rol oynadığını unutmamak gerekiyor. Bu birbirine geçmiş yaşam ağını anlamak, gezegenimizin döngülerini ve yaşamın karmaşıklığını daha derinlemesine keşfetmemizi sağlıyor. Belki de evrimi bir kez de mantarların gözünden okumak, doğadaki karmaşık ilişkileri ve karşılıklı bağımlılıkları daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.
Doğanın bu sessiz kahramanları, geçmişten bugüne bize evrimin ve yaşamın ne kadar derin ve birbirine geçmiş, dolaşık bir halde olduğunu gösteriyor.