Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, İstanbul Üniversitesi Bilim Tarihi bölümü öğretim üyesi Gönenç Göçmengil ile bilim tarihi perspektifiyle doğa tarihi müzelerini ele alarak, 'Anadolu'da bugün Avrupa'daki ya da Kuzey Amerika'daki örnekleri gibi bir doğa tarihi müzesi olsaydı biyoçeşitlilik algımız nasıl olurdu?' sorusuna yanıt arıyor.
Satırbaşları:
- “Koleksiyon olmayan bir doğa”, doğayı anlamanın en temel araçlarından birini kaybetmek demek.
- Doğa tarihi müzeleri yalnızca sergi değil; bilimin kurulduğu, sınıflandırmanın ve evrimsel düşüncenin beslendiği mekânlar.
- Osmanlı’dan bugüne, en büyük kırılma noktası: kurumsal süreksizlik (yangınlar, savaşlar, kişilere bağlı vizyon, bakım eksikliği).
- Erken Cumhuriyet’te doğa, hem bilimsel miras hem de kalkınma kaynağı olarak birlikte düşünülmüş olabilirdi.
- “Viyana gibi dev bir mabet” şart değil; yerel, bölgesel, küçük koleksiyonlar da güçlü bir doğa bilinci inşa edebilir.
- Bugün boşluğu kısmen doldurmanın yolu: vatandaş bilimi, yani insanları doğa nesneleriyle doğrudan temas ettiren katmanlı bir katılım kültürü.

Bu hafta Antroposen Sohbetler’de koleksiyonların sadece 'nesne' değil hafıza olduğunu konuşuyoruz. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan çizgide neden güçlü bir Doğa Tarihi Müzesi geleneği kuramadığımızı; kaybolan koleksiyonların, yarım kalan kurumsallığın ve bugüne taşınamayan bilimsel birikimin izini sürüyoruz. Konuğum İstanbul Üniversitesi Bilim Tarihi Bölümü’nden Gönenç Göçmengil ile müzeyi bir 'mabet'ten çok kamusal öğrenme alanı olarak yeniden düşünmeyi deniyoruz.

'Koleksiyon olmayan bir doğa', doğayı anlamanın en temel araçlarından birini kaybetmek demek.
Utku Perktaş: Merhabalar, Antroposen Sohbetler’e hoşgeldiniz, ben Utku Perktaş. Bu hafta Antroposen Sohbetler’de, Gönenç Göçmengil ile birlikte bir sorunun izini süreceğiz: Doğa Tarihi Müzesi olmadan doğayı nasıl anlayabiliriz?
Aslında program başlığımız “koleksiyon olmayan bir doğa.” Eğer Anadolu’da, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki gibi güçlü doğa tarihi müzelerimiz olsaydı, doğaya ve tarihe bakışımız nasıl şekillenirdi? Batı dünyasında kurulmuş, milyonlarca örnekle zenginleşmiş koleksiyonlara sahip bu müzelerin benzerleri Anadolu’da, Türkiye’de de olsaydı, bugün bilime, türlere ve doğaya nasıl bakardık?
Osmanlı’dan günümüze uzanan bu düşünsel yolculukta; hiç kurulmamış müzelerin, kaybolmuş koleksiyonların ve yarım kalmış bir bilim hafızasının izini sürmeye çalışacağız. Doğa Tarihi Müzeleri’nin yalnızca birer sergi alanı olmadığını; bilimin, yurttaşlığın ve ekolojik farkındalığın ortak mekânları olduğunu, hatta evrimsel biyolojinin pek çok temel kuramının bu alanlarda şekillendiğini tartışmaya çalışacağız yani programın genel çerçevesi bu şekilde.
Başta da söylediğim gibi, bugünkü konuğum İstanbul Üniversitesi Bilim Tarihi Bölümü öğretim üyesi sevgili Gönenç Göçmengil. Hemen kendisini programa alıyorum. Gönenç, hoşgeldin. Bana tekrar vakit ayırdığın için çok teşekkür ederim. Seninle ikinci kaydımız ve burada olman gerçekten çok güzel. Ne var ne yok, nasılsın diye başlayayım.
Gönenç Göçmengil: Davet ettiğin için çok sağol Utku ve ben de katıldığım için çok memnunum. Umarım güzel bir sohbet olur.
U.P.: Ben de güzel olacağını düşünüyorum. Doğa Tarihi Müzeleri’ni aslında hep kendi aramızda konuşuyoruz ve bu kez meseleye biraz daha tarihsel bir perspektiften bakmak istedim.
Osmanlı döneminden başlayarak, Doğa Tarihi Müzeleri’nin yalnızca birer sergi alanı değil; bilimin kurulduğu, özellikle bizim alanlarımız açısından — jeoloji ve evrim gibi —önemli teorilerin ve bilgilerin ortaya çıktığı mekânlar olduğunu hatırlatarak programa başlayabiliriz diye düşündüm.
Ben bu çerçevede tarihsel bir hat çizmeye çalıştım ve ilk soruyla başlamak istiyorum. Hazırladığım sorulardaki başlangıç noktam şu: Avrupa’daki ilk Doğa Tarihi Müzeleri bilimin kamusallaşmasını sağlarken, Osmanlı’daki erken dönem koleksiyonlar neden kurumsal bir Doğa Tarihi Müzesi hafızasına dönüşmedi? Özellikle Türkiye’yi de düşündüğümüzde, bu tarihsel perspektiften baktığımızda, neden bugüne ulaşan güçlü bir doğa tarihi müzesi geleneği oluşmadı? Bu soruyla programı açalım istiyorum, söz sende.
G.G.: Soru için çok sağol. Aslında bu gerçekten çok uzun bir konu. Ben de derslerde bunu parçalara ayırarak, farklı haftalarda ve farklı bağlamlar içinde anlatmaya çalışıyorum.
Avrupa’dan bahsettiğimizde çok sayıda müze hikâyesi var ve bunların tamamı, bir anlamda, biriktirme tarihinin parçası. Erken modern dönemin başında, yaklaşık 1400–1500’lerden itibaren yavaş yavaş şekillenen bir feodal elit söz konusu. Bu elitler aynı zamanda ticaretle de çok güçlü aktörler. Toplama, biriktirme ve doğaya hükmetme arzusuyla başlayan bir merak ve dolaşım pratiği var.
Bu süreçte yalnızca sanat eserleri değil; doğa tarihi nesneleri, kimyasal örnekler, farklı alanlara ait materyaller bir araya getiriliyor. En çok bilinen örnekler Kuzey İtalya’da —Floransa, Bologna ve çevresindeki şehir devletlerinde —gelişen koleksiyonlar. Bunlar daha çok aristokrat elitin topladığı nadire kabineleri olarak ortaya çıkıyor.
1600’lere gelindiğinde ise kolonyal genişleme, seyyahların yolculukları ve büyük ticaret şirketlerinin faaliyetleri devreye giriyor. Dutch East India Company, Levant Company gibi yapılar; ticaret yoluyla on binlerce, sonra yüz binlerce ve nihayetinde milyonlarca nesnenin dolaşımını sağlıyor. Bu nesneler Avrupa’daki merkezlerde birikiyor. İngiltere, Hollanda, Fransa gibi ülkeler bu anlamda başlıca odaklar hâline geliyor.
Yaklaşık 1500’lerden 1900’lerin ortalarına kadar süren, inanılmaz ölçekte bir toplama ve sınıflandırma faaliyeti var. Özellikle 19. yüzyılda Viyana, Paris, Londra gibi kentlerde bu koleksiyonlar artık imparatorluk gücünün sergilendiği mekânlara dönüşüyor. Bilimsel anlatılar, özellikle Afrika gibi coğrafyalar üzerinden, emperyal projelerle kol kola ilerliyor.
Bu müzeler bir anlamda imparatorlukların mabetleri gibi çalışıyor. Viyana’da sanat tarihi ve doğa tarihi müzelerinin karşılıklı konumlanışı ya da Britanya İmparatorluğu’nun sömürgelerinden gelen tüm materyalin Londra’da toplanması bunun simgesel örnekleri. Oxford gibi merkezlerde de benzer süreçleri görüyoruz yani kolonyal gücün adım adım kendini inşa ettiği bir süreç bu.
Osmanlı’ya baktığımızda ise durum farklı. Osmanlı, daha çok Eski Dünya’ya hâkim bir imparatorluk; sınırları görece statik. Kendi doğasını ‘yeniden keşfetme’ fikri— tırnak içinde söylüyorum —Avrupa’daki kolonyal hırsla aynı biçimde işlemiyor. Osmanlı, Anadolu, Balkanlar, Hicaz, Mısır gibi bölgelerde mevcut olan sistemi büyük ölçüde devralarak sürdürüyor. Bu nedenle doğayı yeniden keşfetme ve sistematik biçimde biriktirme arzusu, Avrupa’daki gibi sürekli kendini yeniden üreten bir dinamizm kazanmıyor.
Elbette 1500’lerden 1800’lere uzanan bu uzun dönem, Osmanlı açısından da ayrıca düşünülmesi gereken bir dönüşüm süreci ama Avrupa merkezlerinde aynı zamanda büyük bilimsel atılımlar yaşanıyor: Taksonominin kurulması, evrim düşüncesinin gelişmesi, jeolojik zamanın keşfi… Bunlar 19. yüzyılın başlarında doğa tarihi müzeleri için bambaşka bir entelektüel alan açıyor.
Lamarckizm, Darwinizm gibi tartışmalar; dünyanın yaşının çok eski olduğu fikrinin kabulü; tüm bunlar yavaş yavaş yerleşiyor. 20. yüzyılın başlarında artık milyarlarca yıllık bir dünya fikri genel kabul görüyor ama bu süreçlerin karanlık tarafları da var. Frenoloji, ırkçı sınıflandırmalar, sosyal Darwinizm gibi düşünceler de müzelerin ve bilimsel söylemin içinde yer alıyor. Antropoloji ve biyoloji üzerinden meşrulaştırılan bu yaklaşımlar, emperyal projelerle birlikte ilerliyor.
Osmanlı’ya dönersek, özellikle 19. yüzyılın ortalarından itibaren bazı girişimler görüyoruz. Modernleşme çabaları, tıbbiye ve askerî alanlarda koleksiyon geliştirme girişimleri var ancak bunların ölçeği ve sürekliliği, Avrupa’daki örneklerle karşılaştırıldığında oldukça sınırlı kalıyor.

U.P.: Tamam, anlıyorum ve gerçekten çok güzel bir başlangıç oldu. Buradan şu soruya geçmek istiyorum: Coğrafi keşiflerin yarattığı koleksiyon kültürü Osmanlı entelektüel çevrelerine nasıl yansıdı ve bu aktarım neden sürdürülebilir olmadı?
G.G.: Aslında bu hikâye hep benzer biçimde anlatılır - artık kitaplara girmiş, görece standart bir bilgi hâline de geldi; Osmanlı’nın Paris Büyükelçisi 28 Mehmet Çelebi’nin karşılaşmaları mesela…
19. yüzyılda, Osmanlı elitinin—özellikle saray çevresindeki bürokratik elitin—Avrupa’daki koleksiyonlarla ve deneylerle temasları var. Bu ilk karşılaşmalarda hem bir merak, hem de belirgin bir kuşku ve tedirginlik görülüyor. Bir tür karşılıklı oryantalizasyon söz konusu yani biz onları oryantalize ediyoruz, onlar bizi. Sefaretnamelerde ya da anılarda bu karşılaşmalara dair hem komik, hem de ilginç anekdotlar yer alıyor.
Özellikle 18. yüzyılın sonlarından 19. yüzyıl ortalarına uzanan süreçte—kabaca 250–300 yıllık bir modernleşme macerasından söz edebiliriz—Osmanlı’nın kendini ‘modernleştirme’ çabası var. Bu çaba, zaman zaman ivme kazanıyor, zaman zaman geriye düşüyor ama ‘geri kalmışlık’ teması sürekli çalışan bir arka plan oluşturuyor.
Bu modernleşme hamleleri daha çok askerî alanla bağlantılı ilerliyor: Askerî mühendislik, askerî tıp, tıbbiye… Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’de oluşturulan koleksiyonlar bu anlamda önemli. Uzun 19. yüzyıl boyunca—1790’lardan 1910’lara, hatta 1920’lere kadar—Harbiye, Tıbbiye ve bunların etrafında şekillenen kurumlar üzerinden, devlet merkezli koleksiyon geliştirme çabaları görüyoruz. Galatasaray Lisesi gibi kurumlar da bu sürece eklemleniyor.

Bu koleksiyonlar çoğunlukla eğitim materyali olarak kurgulanıyor. Zooloji, mineraloji, botanik örnekleri; eczacılık ve tıp eğitimiyle kesişen bir biçimde toplanıyor. Evrim tartışmaları entelektüel düzeyde oldukça canlı—buna dair bilim tarihçileri tarafından yapılmış çok sayıda çalışma var—ama koleksiyonlar daha çok pozitivist bir eğitim pratiğinin parçası olarak işlev görüyor.
Bunun dışında, devletin doğrudan himaye ettiği koleksiyonlar da var. II. Abdülhamid döneminde oluşturulan, hem canlı hem cansız varlıkları içeren doğal tarih koleksiyonları buna örnek ancak bu koleksiyonların önemli bir kısmı 20. yüzyılın başında dağılıyor. Bir bölümü İstanbul Üniversitesi’ne, bir bölümü farklı kurumlara aktarılıyor. Ne yazık ki bu koleksiyonların provenansı yani hangi parçanın nereden geldiği bugün çoğu zaman net değil.
Bir başka önemli hat da misyoner okulları. Robert College, St. Joseph, Anadolu’da Mersin Amerikan Koleji gibi, orta-üst sınıflara yönelik eğitim veren bu kurumlarda da doğal tarih müze koleksiyonları oluşturuluyor. Bunlar da yine eğitim amaçlı; ama aynı zamanda uluslararası dolaşıma açık koleksiyonlar.
Burada çok katmanlı bir etkileşim ağı var. Anadolu’ya gelen Alman, Amerikan doğa bilimcileri; yerel toplayıcılarla kurulan ilişkiler; takas edilen, satılan örnekler… Örneğin Almanya’dan ya da ABD’den gelen bir doğa bilimci Robert College’e uğruyor, Merzifon’a gidiyor, oradan örnek ve bilgi alışverişi yapıyor. Çok sayıda aktör ve çok sayıda temas biçimi söz konusu.
İlk kurumsal tetiklenme ise 1830’larda Mekteb-i Tıbbiye’de oluşturulan bir koleksiyonla başlıyor. Charles Ambrose Bernard—Viyanalı bir doktor—bu sürecin önemli figürlerinden biri. Ardından William Noé geliyor; o da eczacı. Daha sonra Abdullah Bey ve Edouard Van Merschemet gibi isimler var. Van Merschemet aynı zamanda Kızılay’ın kurucuları arasında bilinir. Bu kişiler binlerce örnek topluyorlar.
Örneğin Van Merschemet, Boğaziçi’nden çok önemli bir fosil koleksiyonu derliyor; Paris ve Viyana’daki fuarlara katılıyor, bu koleksiyonlarla ödüller alıyor. İstanbul’da, Darüşşafaka’da oluşturulmuş koleksiyonlar var. Bu konularda Özge Azar’ın—bizim bölümden—yaptığı çalışmalar, makaleler ve kitaplar bulunuyor.
Ama bütün bu örneklerin ortak bir teması var: Kurumsal süreksizlik. Koleksiyonlar sürekli kesintiye uğruyor. Büyük yangınlar—örneğin 1840’lardaki yangın—Mekteb-i Tıbbiye’deki ilk koleksiyonları yok ediyor. Savaşlar, özellikle I. Dünya Savaşı, bilim aletlerinin ve doğa tarihi nesnelerinin akıbetini belirsizleştiriyor. Bunun yanı sıra, küratörlerin ani vefatları, koleksiyonlarla ilgilenen kişilerin kurumdan kopması gibi nedenler de sürekliliği kırıyor.
Erken Cumhuriyet döneminde de benzer örnekler var. Robert College bunun en bilinen örneklerinden biri. 1920’lere kadar İstanbul ve çevresinde çok önemli bir herbaryum koleksiyonu oluşturan Winston Oswald gibi isimler var. Bu koleksiyonlar Robert College bünyesine giriyor ancak küratörlerin emekli olmasıyla birlikte herbaryum örnekleri Cenevre’ye taşınıyor. Bugün bu koleksiyonlar orada yani Türkiye’den çıkan binlerce, belki on binlerce örnekten söz ediyoruz. Bazıları yedekleriyle Avrupa’da, bazıları ise hiç Türkiye’deki bir koleksiyona girmeden doğrudan yurtdışına taşınmış durumda.

U.P.: Galiba eldekinin ne kadar kıymetli olduğunu o dönem yeterince fark edemediğimiz için bu materyalleri çok kolay kaybetmişiz. Hans Kumerlöve’nin topladığı kuş koleksiyonunun bugün Alexander Koenig Zooloji Müzesi’nde olması da buna iyi bir örnek. Türkiye’nin hemen her yerinden, özellikle ötücü kuşlar başta olmak üzere çok kapsamlı bir koleksiyon var orada.
Hans Kumerlöve’nin Türkiye’ye gelip İstanbul Üniversitesi’nde çalıştıktan sonra, oluşturduğu koleksiyonu Almanya’ya götürmesi—ya da götürebilmesi—aslında üniversite çatısı altında bile biyolojik çeşitlilik materyalinin değerini yeterince kavrayamayan bir bakış açısına işaret ediyor gibi görünüyor.
G.G.: Osmanlı’nın son döneminde daha çok ‘kendi yağıyla kavrulma’ diyebileceğimiz bir yapı var ve burada küratörlerin bireysel vizyonu çok belirleyici oluyor. Mesela Abdullah Bey son derece vizyoner bir figür. Jena’daki koleksiyonları biliyor ve onun benzeri bir yapı inşa etmek istiyor. Tırnak içinde söyleyecek olursak, bir ulusal müze kurma hayali var ve bunun için çok yönlü bir çaba yürütüyor.
Orta Doğu’da önemli bir botanik koleksiyoncusu ama aslında doğa tarihinin pek çok alanında örnek toplayan bir figür var. Hem topluyor, hem alıp satıyor yani aynı zamanda ticaretini de yapıyor. Bugünün bakış açısından garip gelebilir ama dönemin bağlamında bu çok olağan, tüccar-naturalist olmak anormal bir durum değil.

Manisa’da büyük bir koleksiyon kuruyor; öğrencilerden ve bağışlardan gelen örneklerle bu koleksiyon büyüyor. Ben bu arşivler üzerinde biraz çalışmıştım. SALT’ta bulunan American Board arşivlerine baktığımızda, 1910’ların başında Osmanlı coğrafyasının tamamını kapsayan, “Biz ulusal bir doğa tarihi müzesi kuruyoruz, örneklerinizi bize gönderin” diyen bir çağrı görüyoruz. Küratörü, adresi, yayınladıkları duyuruları var yani açık bir alan kurma girişimi söz konusu ama bu girişimler hiçbir zaman tamamlanamıyor. Aslında bu eksiklik, Osmanlı’dan günümüze kadar süregelen bir durum: “Keşke bir ulusal müzemiz olsaydı”, “Keşke bu koleksiyonlar şurada toplansaydı” tartışması her dönemde tekrar ediyor.
Örneğin Merzifon’daki koleksiyon… Okul maddi olarak kendini sürdüremeyince kapatılıyor. 1938’de Tavus Usta görevlendiriliyor ama o da Amerikan Koleji bağlamında kalıyor. Koleksiyonun bir kısmı dağılıyor, kurumsal olarak tutunacak bir yer bulamıyor ve maalesef iyi bakılamıyor. Bugün bu koleksiyonları yeniden canlandırmaya yönelik çabalar var ama çok geç kalınmış durumda.
Avrupa’daki örneklerle karşılaştırdığımızda ise 19. yüzyılda çok daha büyük ölçekli operasyonlar görüyoruz. Avrupa müzeleri büyük seferler düzenliyor: Güney Amerika’ya yalnızca hayvan örneği toplamak için aylarca süren ekspedisyonlar yapılıyor; Pakistan’a, Afganistan’a mineral toplamak için gidiliyor. Devasa organizasyonlar bunlar.
Bu müzelerde bir tür kurumsal hayatta kalma refleksi de var; oysa Osmanlı’da sürekli değişen yapılar söz konusu. Maarif Nezareti, eğitim politikaları, kurumların başındaki kişiler sürekli değişiyor; yeni politikalar üretiliyor, eski yapılar terk ediliyor.
Osmanlı elbette bir imparatorluk ve 1850’lerden itibaren bilimsel kurumları var ancak bu kurumlarda süreklilik çoğu zaman yapısal değil; kişisel iyi niyete ve vizyona bağlı. Küratör ya da koleksiyonun sorumlusu kurumdan ayrıldığında, vefat ettiğinde ya da destek çekildiğinde koleksiyonlar hızla dağılıyor ya da başka yerlere transfer edilerek yok oluyor.
Özellikle zoolojik örnekler çok hassas; ciddi bakım gerektiriyor. Bu bakım sağlanmadığında hızla tahrip oluyorlar. Botanik ve entomolojik koleksiyonlar da aynı şekilde büyük tehdit altında. Bu yüzden Osmanlı’dan günümüze kalan örneklerin çoğu fosil ve mineral gibi zamana daha dayanıklı materyaller oluyor.
Cumhuriyet’e girerken ise farklı bir perspektifle yeni bir şey kurulmaya çalışılıyor. Baştan, sıfırdan bir yapı inşa edilmek isteniyor ama bu da önceki mirasla yeterince güçlü bir süreklilik kuramıyor.
U.P.: Anlıyorum, bu soru gerçekten çok açıklayıcı oldu. Benim verdiğim örnek—Hans Kümmerlöve—biraz daha Erken Cumhuriyet dönemini anlatan bir örnekti ve senin anlattıklarından farklı bir bağlama işaret ediyordu.
Buradan madem Erken Cumhuriyet’e gelmişken, ben de ulus–doğa ilişkisine geçmek istiyorum. Şöyle sorayım: Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’de bir Ulusal Doğa Tarihi Müzesi kurulmuş olsaydı, bu miras bu şekilde değerlendirilseydi ya da kurumsal olarak aktarılabilseydi, bugün doğayı bilimsel bir miras olarak mı görürdük yoksa daha çok bir kalkınma kaynağı olarak mı?

Erken Cumhuriyet’te doğa, hem bilimsel miras hem de kalkınma kaynağı olarak birlikte düşünülmüş olabilirdi.
G.G.: Kalkınma, biraz pozitivist bir atılım anlayışıyla çok güçlü bir temel olurdu herhâlde. O yüzden muhtemelen her ikisi birden söz konusu olurdu çünkü koleksiyon inşasını düşündüğümüzde elbette mücadele alanları var ama erken dönemde bu koleksiyonlar çoğu zaman eğitimle ve kalkınmayla iç içe kurgulanıyor.
Örneğin tarım ve hayvancılıkla ilgili istasyonlar, atölyeler, uygulama sahaları var Ankara’da. Zonguldak Madencilik Okulu gibi kurumlar var. Buralarda küçük ölçekli eğitim koleksiyonları oluşturuluyor yani bilgi üretimi ile kalkınma, baştan itibaren birbirine paralel düşünülüyor.
Daha ‘müze’ olarak inşa edilen örnekler ise oldukça sınırlı. Bildiğim kadarıyla en önemli örneklerden biri MTA bünyesindeki Tabiat Tarihi Müzesi 1968’de kuruluyor. Bu müze uzun bir birikimin sonucu. Fikret Ozansoy bu sürecin önemli isimlerinden biri. Daha sonra Ege Üniversitesi’nde kurulan küçük Tabiat Tarihi Müzesi’nde de benzer bir öncülük görüyoruz. Yani disiplinler hâlinde, parça parça bir gelişme var. Özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’ye gelen mülteci bilim insanlarının—özellikle Almanya’dan gelen saygın profesörlerin—burada kurdukları bilimsel pratikler, toplama ve sınıflandırma kültürünü güçlendiriyor ama hem bilimsel anlamda, hem de kalkınma açısından hep bir ‘yetişememe’, bir ‘geri kalmışlık’ hissi de eşlik ediyor bu sürece.
Bununla ilgili çok çarpıcı anekdotlar var. Mesela Ali Rıza Türk Hüsnü’nün Romanya’daki bir konferansta gördüğü koleksiyonlar karşısında, “Bizde neden yok, utanıyorum” diye hayıflandığı anlatılır. Bu hayıflanma hâlini çok iyi gösteren kaynaklar da var; Mehmet Sakınç ve Orhan Küçüker’in kitaplarında buna dair pek çok örnek bulabilirsiniz. Dönem dönem tekrar eden bir tema bu: “Neden bizde yok?”
Cumhuriyet’in ilk yıllarına baktığımızda, doğayı yalnızca bilimsel miras mı yoksa kalkınma kaynağı mı olarak gördüğümüz sorusu aslında eğitimle çok yakından ilişkili. Milli eğitim politikaları—tüm sorunlarına rağmen—doğa algısını tabana yaymaya çalışıyor. Ortaöğretim düzeyinde doğayla temas, hem bilimsel, hem pratik, hem de kalkınmayla ilişkili bir çerçevede ele alınıyor.
Örneğin 1940’lar ve 1950’lerde yayımlanan, hayvan ve doğa koleksiyonculuğunu anlatan kitaplar var, ‘Kendin yap’ türü rehberler yani böcek nasıl toplanır, nasıl hazırlanır, nasıl saklanır… Bunlar bir yandan pozitivist bir fayda sağlıyor, bir yandan da doğayla ilişki kurmayı öğretiyor.
1968’de MTA Tabiat Tarihi Müzesi’ni ziyaret eden birinin yaşadığı şaşkınlığı düşünün: Ay taşları, dinozor replikaları, mineraller, fosiller, kayaçlar, biyolojik örnekler… Bu müzelerin merak uyandırıcı ve dönüştürücü bir etkisi var ama ne yazık ki, bu alanlarda da Osmanlı’dan miras kalan kurumsal süreksizlik devam ediyor yani çok değerli girişimler olmasına rağmen, çoğu zaman havada kalan, sürdürülemeyen yapılar görüyoruz. Bu problem bugün de farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor.
U.P.: O zaman sanırım bu soruya şöyle bir yanıt verebiliriz: Bilimsel bir miras mı, yoksa kalkınma kaynağı mı dediğimizde bir denge olurdu. Hem doğayı bilimsel bir miras olarak görürdük, hem de Erken Cumhuriyet’in koşullarında onu bir kalkınma kaynağı olarak değerlendirebilirdik.
G.G.: Evet, kesinlikle. İkisini bir arada yaşatan bir şey olurdu. Bir anlatı da inşa edebilirdik. Mesela MTA, belki Erken Cumhuriyet örneği sayılmaz ama Cumhuriyet’in ortalarında kurulmuş ve bugün hâlâ kendini idame ettiren çok önemli bir kurum ama burada biraz tanımlar meselesi de var.
Biz ‘Doğa Tarihi Müzesi’ deyince, kamuoyunda genellikle Celal Şengör usulü anlatılardan gelen bir imge canlanıyor: Viyana gibi olmalı, büyük vitrinler, devasa binalar, insanı hayran bırakan bir mabet… Oysa belki de böyle bir mabede ihtiyacımız yok.
U.P.: Evet, kesinlikle.
G.G.: Orada bambaşka bir tarihsel birikim var; mimariyle, koleksiyonlarla, süreklilikle oluşmuş bir yapı ama bugün Türkiye’de bir Doğa Tarihi Müzesi düşünüyorsak, bunu çok daha farklı yollarla yapmak mümkün ve belki de soru şu: Buna gerçekten böyle mi ihtiyacımız var?

U.P.: Ben de tam buradan bugüne ve geleceğe geçmek istiyorum; Osmanlı’yı ve Erken Cumhuriyet’i bu çerçevede tartıştıktan sonra, şunu sormak istedim: Türkiye’de Doğa Tarihi Müzeleri’nin azlığı, bugün toplumda doğa bilincinin yerleşmesini ne kadar etkiledi ve bu boşluk, bugün vatandaş bilimi projeleriyle kısmen doldurulabilir mi?
G.G.: Bu çok katmanlı bir soru. Türkiye’de Doğa Tarihi Müzesi kuramamakla ilgili yapısal bir problem var. Bunun içinde akademik çekişmelerden ideolojik tartışmalara kadar pek çok unsur yer alıyor: Evrim var mı yok mu tartışmaları, pozitivist–anti-pozitivist gerilimler, faydacı ya da anti-aydınlanmacı yaklaşımlar… Bunların büyük bir kısmı ne yazık ki doğa bilincini ve müze fikrini doğrudan etkiliyor.
Son 50 yılda Türkiye’de doğaya verilen değer çoğu zaman ekonomik fayda üzerinden tanımlanıyor; “Ne işe yarıyor?”, “Kalkınmaya ne katkısı var?” gibi sorular öne çıkıyor; bilgi olarak ya da uzun vadeli ekolojik değer olarak doğa çoğu zaman görünmezleşiyor.
Bir de üniversiteye, bilime yönelik genel bir mesafe var. Pozitivizme karşı duyulan öfke, Türkiye’de adeta performe ediliyor. Bu da doğayı, doğa bilimlerini ve müzeleri zorlayan bir iklim yaratıyor.
Oysa doğaya uzak olmak, doğa tarihini bilmemek ya da doğanın nasıl işlediğini anlamamak çok büyük bir problem. Müzeler burada bir ‘kolonyal merkez’ gibi değil, insanların birebir temas kurabileceği alanlar olarak düşünülmeli.
Vatandaş bilimi projeleri bu açıdan çok kıymetli. İnsanları gönüllü olarak sürecin içine katıyor. Türkiye’nin 150 milyon yıllık bir jeolojik ve biyolojik geçmişi var ama bunu tepeden, büyük ve tekil bir anlatıyla değil; katman katman, yerel koleksiyonlarla, küçük müzelerle anlatabiliriz.
Bugün Türkiye’de MTA var, üniversitelerde herbaryumlar var, yeni yeni açılan küçük müzeler var. Devasa, görkemli bir projeye ihtiyacımız yok. Bölgesel ölçekte, küçük koleksiyonlarla insanlara doğanın kırılganlığını ve geri getirilemezliğini gösterebiliriz.
U.P.: Bravo, çok güzel söyledin. Gerçekten de o kırılganlığı ve krizi gösterebilecek alanlar bunlar. Evrimsel düşünceyi, doğayla ilişkimizi, hatta bugünkü ekolojik krizi anlatmak için çok güçlü araçlar olabilirler.
Gönenç, çok teşekkür ederim, programın sonuna geldik. Vakit ayırdığın, bu çok katmanlı sohbet için bizimle olduğun için gerçekten çok teşekkür ederim.
G.G.: Ben teşekkür ederim Utku davetin için. Çok keyifli bir sohbet oldu.
U.P.: Ben de dinleyicilerimize iyi akşamlar diliyorum. Önümüzdeki haftalarda yeni konuklarla Antroposen Sohbetler’de tekrar görüşmek üzere hoşçakalın!


