Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, Focus Vakfı'ndan Muhsin Doğan ile bilimsel yöntem ve bilimin tarihi üzerine konuşuyor.
Utku Perktaş: Merhaba, iyi akşamlar herkese. Antroposen Sohbetler’e hoşgeldiniz. Ben Utku Perktaş. Bugün programda bilimsel yöntemi konuşacağız, biraz bilim tarihine değineceğiz. Çok kıymetli bir konuğum var. Daha önce kendisiyle bir program yapmıştık ve sokak hayvanları üzerine konuşmuştuk. Bu programda da bilimsel yöntem ve bilimin tarihi üzerine konuşacağız. Bu seriye yani bu programı neden yer verdiğimi çok kısaca açıklayalım; geçtiğimiz günlerde Focus Vakfı'yla beraber ben İğneada’da bir arazi çalışmasındaydım, kamp yaptık. Çok parlak zihinler ve genç arkadaşlarımızla çok güzel vakit geçirdik. Biyoçeşitlilik üzerine konuştuk, İğneada üzerine konuştuk. Bu sırada bilimsel yöntem ve bilim tarihine ilişkin de çok güzel bir sunum dinledim. Bu sunumu sunan arkadaşım da daha önce programa konuk olan, çok kıymet verdiğim sevgili Muhsin Doğan. Muhsin, bugün bizlerle ve bilim tarihini, bilimsel yöntemi, çok önemli bir konuyu aslında konuşacağız. Çok güzel özetlemişti kampta. Dolayısıyla ben de programa konuk etmek istedim. O da kırmadı ve programa geldi. Ben de onu hızla programa alıyorum. Muhsin hoş geldin! Kırmadım beni, eksik olma! Çok teşekkür ediyorum. Ne haber, nasılsın?
Muhsin Doğan: İyiyim, iyiyim hocam, çok teşekkür ederim. Ben de davet ettiğiniz için onore oldum. Zaten çağırdınız da gelmeme gibi bir durum söz konusu değil; siz ne zaman isterseniz gelirim ben.
U.P.: O günkü sunum çok güzeldi ve sen bilim tarihini, o erken dönem bilimi anlatarak başladığım bilimsel yöntemi çok güzel özetledin bana göre ve bunu bence Antroposen Sohbetler’in dinleyicisiyle paylaşmak da yerinde olacak. O yüzden ben çok lafı uzatmadan sana söz vermek istiyorum. Erken dönem bilimle başlasak konuşmaya nasıl olur? Söz sende...
M.D.: Olur hocam, tabii ki. Ama öncesinde sanırım ufacık bir ekleme yapsam iyi olabilir. Biz Focus Vakfı olarak sizi davet ettiğimiz kampta bilimsel araştırmanın mantığını anlatalım diye yola çıkmıştık. Buradaki temel hedefimiz de şuydu; bizim öğrencilerimizin hepsi İstanbul üniversitelerinden, İstanbul'un büyük üniversitelerinden ve onlara sorduğumuzda aralarında mühendis de var, iktisatçı da var, felsefe okuyan da var. Çoğunluğunun bilimsel araştırma yöntemleri gibi bir dersi zorunlu almadıklarını duyduk ve biz de onlardan ufak bir proje beklediğimiz için bu hikayenin mantığını bizim anlatmamız gerekiyor diye düşündük. Ben de Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ)'de araştırma görevlisi iken hem bu konularda biraz çalışmış biri olarak hem de bu konulara kafa yormuş biri olarak gönüllü oldum. O dersi anlatmış bulunduk.
Bizim aslında buradaki temel amacımız, -dinleyicilerimiz için de belki faydası olabilecek- o bilimsel araştırmayı niye yaptığımız. Çok basit; ilkokuldayken çok ilgi duyduğumuz, bundan 250 milyon yıl önce yaşamış dinozorları, o ilgiyle, merakla takip ettiğimiz o canlıları sonradan üniversite zamanına geldiğinde tamamen bırakıyoruz ve merakımız bir şekilde sönüyor. Bizim öğretim sistemimiz, eğitim sistemimiz maalesef merakı biraz baskılayan bir yapıda ilerliyor. O sebepten ötürü böyle bir yola çıkmıştık. Kısaca buna değinmiş olayım. Erken dönem bilimle başlamak uygun olur gibi düşünüyorum bu konuda. Çünkü bilginin evrimi, bilgi nasıl bilimsel bilgiye döndü onu bir anlamak gerekli. İkinci olarak metotlardan belki biraz bahsederiz. Son olarak da bunları nasıl uyguluyoruz kısmıyla belki toplayabiliriz diye düşündüm.
U.P.: Çok güzel. Sunumda da kullandığın akıştı.
M.D.: O sebepten biraz erken döneme gitmek gerekiyor. Aslında yazıyı bulmadan önceki dönemleri çok fazla bilmiyoruz. Buna büyük tarih perspektifi deniyor. 2000'lerin başında biraz alan olarak tarih, disiplin içerisinde yukarıya çıkmaya başladı. Büyük tarih perspektifinden baktığımız zaman, hikayemiz aslında 13.8 milyara kadar gidiyor. Fakat biz bunun daha bilgiye yakın, bilimsel bilgiye yakın olacak dönemlerini ele alıyoruz ve anlatıların hakim olduğu bir çağ var. Sürekli yeryüzüne anlatılar var ve bu anlatılarla anlamaya çalışıyoruz. Yani gökyüzündeki hava formlarını anlamaya çalışıyoruz, doğayı anlamaya çalışıyoruz ve bir şekilde konumumuzu, kendimizi bazen tarihin bazı dönemlerinde biricikleştiriyoruz. Bazen farklı bir yaratıcıya ihtiyaç duyuyoruz. O figürü metotlarımızın içersine katmaya çalışıyoruz. Ama genel bir anlama durumumuz söz konusu ve bu anlatı dönemini, mit dönemini kıran olaylardan bir tanesi de erken dönem bilim dediğimiz kısımla başlıyor. Aslında bu anlatıları bir yaratıcı ya da anlatıları bir farklı bir varlığa bağlamadan olayları anlamaya çalışırken, artık bazı sistematik kayıtları tutmaya başladığımızda aslında erken dönem bilim başlamış oluyor.
Bu çoğunlukla bizim insanlık tarihimizde milattan öncesinde de varolduğunu bildiğimiz, örneğin Çatalhöyük'e gittiğiniz, baktığınız zaman Çatalhöyük içersinde bulunan bir duvar resminde dokuz bin yıllık bir hikaye bu, M.Ö. dokuz bin önceki zamana denk geliyor. Orada bir volkanik patlamayı ve volkanik patlamaya göre evlerin konumunu nasıl konumlandırdığımızı kayda almışız. Bu da bir kayıt yöntemi ve veri tutmaya başlarken de artık bir süre sonra en çok baktığımız, o üç etkeni sayabiliriz insanlığın hayatını değiştiren. Bunlardan en çok bizi etkileyenlerden bir tanesi olan sınırlarımızı çekmemize neden olan şey gökyüzü. Geceleri gökyüzü tabii ki çok inanılmaz, etkileyici ve gökyüzündeki yıldızlara baktığımız zaman onlarla ilgili bir sürü anlatı yaratıyoruz.
Büyük tarih perspektifinden baktığımız zaman hikayemiz aslında 13.8 milyar yıla kadar gidiyor
M.D.: Bu anlatıları biraz daha ileriye götürdüğümüz zaman, erken dönem bilim zamanında aslında 13. yüzyıla kadar biz gökyüzü ile ilgili sistematik kayıtları Arap Yarımadası’nda alıyorduk. Bu sistematik kayıtlara dayalı olarak da gökyüzündeki mefhumların bazılarının rutinlerini çıkarmaya başlamıştık. Daha öncesinde Yunanlıların yaptığının üzerine bir şeyler katmaya başladık ve bu bilgi birikimi tabi ki kümülatif bir şekilde kendini sürdürerek devam ettirdi ve korktuğumuz bazı şeyleri, korkmamız gereken mefhumlar olduğunu anlamaya başladık. Yıldızlarla yönümüzü saptamaya başladık. Hayvanların tepkilerini yani milyon yıllık evrelerini, bir şekilde adapte oldukları coğrafyada bazı özellikler geliştirdiklerini fark ettik. Örneğin denizlere ayrıldığımızda Çin'in güneyinden Tayvan'a doğru insanlığın, Homo Sapiens'in denizlere açılma macerası vardır. O maceraya baktığımız zaman biz orada kuşları kullanıp yönleri bulmaya çalıştığımızı fark ettik. Bu süreç bayağı bir sürdü, binlerce yıl sürdü ama erken dönemden sonrası birkaç tane mihenk taşı var.
Bunlardan en önemlisi erken dönem bilime sebep olan şey tarım. Tarımı keşfettikten sonra bizim bir şekilde bu tarımsal toplumları yönetebilmek, yürütebilmek için de bazı mekanizmalar geliştirmemiz gerekiyordu. Hem sosyolojik anlamda, hem de ekonomik anlamda bunlar gelişirken, ihtiyacımız olan aritmetiği, matematiği de geliştirmiştik ve bu süreç M.S. özellikle 1300’lere kadar, 1400’lere kadar Orta Çağ diyebileceğimiz zamana kadar geldi.
Orta Çağ'da ne oldu? Tabi biz bunları çağ olarak nitelendiriyoruz ama bunlar zamanın sadece gördüğümüz bir kesitini çağırıyoruz. Aslında o dünden bugüne olan bir şey değil, bir süreç. Özellikle 1400'lerde başlayan coğrafi keşifler furyası bizim tabii ki Sapiens olarak hem farklı coğrafyaları keşfetmemize, oradaki kaynakları kullanmamıza, hem de o kaynaklara erişebilmek için var olan astronomi bilgimizi, matematik bilgimizi denizlerde kullanmamıza sebep oldu.
M.D.: İlk düğümleri orada öğrendik. Örneğin gökyüzünde 88 tane takım yıldızımız vardır. O takım yıldızlarının bazıları Güney yarımküreden gözükür, bazıları kuzeyden gözükür. Örneğin Pikthor Takım Yıldızı diye bir takım yıldızı vardır güneyden görünen. Onlar Macellan ve Kolombus'un ekspediyonları sırasında isimlendirilmiş ve yön bulmaya yarayan takım yıldızlarıdır. Her birine öyle bir anlam atfedilmiştir. Bu coğrafi keşifler sırasında tabii ki belirli bir dünya görüşü vardı ve bu dünya görüşünün de bilimsel bilginin artmasıyla, bilimsel bilginin bazı şeyleri kanıtla insanlara göstermesiyle sorgulanmaya başlaması söz konusu oldu. Bu da bir büyük bir düşünce devrimi denilebilecek bir nokta. Çünkü dini kitaplarda yazmayan şeyler, gözle görülebilir noktada insanlara gösterilip kanıtlanabilirdi. Bu konuda en büyük düşünce sistemimizin değişmesi. Heliosentrik bir yapının, Güneş'in ortada, daha doğrusu Dünya'nın ortada olduğu ve Güneş'in her yıl diğer gezegenlerin etrafında döndüğü diye düşünüldüğü yapının sorgulanması ile başladı. Tabi burada büyük düşünürlerin çoğu bazen yanılgıya düştü. Çünkü teknoloji çok elverişli değildi ve göremiyordu. Bazıları hapse düştü. Yani Gallieo, Kopernik çok ciddi sıkıntılar çekti. Bruno mesela; İtalyan Bruno gökyüzüne baktığında başka gezegenlerin de farklı yıldızlara sahip olabileceği düşüncesini dillendirmeye başlamıştı. Bu noktada Aydınlanma Çağı diyebileceğimiz bir çağ başladı. Hatta o dönemlerde Spinoza'nın tanımı kesinlikle o dönemin en liberal ülkesinde bile sorgulanabilir bir fikirdi. Fikir de, Tanrı'nın doğanın kendisi olabilme fikri gibi bir şeydi ve Spinoza bunu öne sürdüğünde birçok düşünce yapısını yıkacak ve o bilimsel bilgiye, modern anlamda bilimsel bilgiye gidecek yolu açtı. Rönesans dediğimiz dönem bu dönemde yaşanıyor ve iki önemli isim var aslında orada, biraz onlardan bahsetmek lazım. Bunlardan sonra artık biz bilimi, modern bilim diye algılamaya başlıyoruz.
M.D.: İkisi de benzer dönemlerde yaşadı, ikisi de birbiriyle fikirsel anlamda bir farklılığa düştü. Ama ikisinin bize kattığı şey, bugün burada siz de bu kaydı yapmamıza sebep olabilecek Silikon Devrimi'ne kadar bizi götürdü. Bunlardan bir tanesi Newton. Tabii ki Newton'un katkıları yadsınamaz. Diğeri de Huygens. Huygens, normalde kumaş tüccarlarının kumaşın kalitesini anlamak için ticarette kullandığı mercekleri alıp, ikisini üst üste koyup gökyüzüne bakma fikriyle yola çıktı. Bugün Huygens'ın baktığı gökyüzünde, hem Orion'un bir nebulasının olduğunu, hem de Satürn'ün halkalarının, uydularının ve Jüpiter'in uydularının olduğunu keşfetti ve onlara isim verdi. Bu inanılmaz bir noktaydı çünkü modern anlamda ilk farklı kıtada farklı gözlem yöntemleri olsa da Avrupa'da sistematik bir şekilde biz bunu bakıp kayda geçirebildik. Tabii Rönesans'ın o destekleyici havası ve Newton'un artık bugün anladığımız, bildiğimiz matematiği geliştirecek derecede kendini kapatması, spektrumu ve gözle görülemeyen ışınları da tanımlamaya ve anlamaya çalışması; kendi gözüne iğne batıracak derecede renklerin nasıl oluştuğuna dair meraklı olması ve hareketin yasalarıyla evrensel bir yasa oluşturmak için çaba sarf etmesi olayın rengini tamamen değiştirmiş oldu. Artık bundan sonraki kısımda biz bilgiyi sistematikleştirip, bu sistematiğinin getirdiği doğruları kabul edip, -daha doğrusu çıkana kadar- onlarla gündelik hayatımızı şekillendirmeye başlamıştık. Bu noktada belki de Newton'ın bir sözünü de hatırlatmakta fayda var çünkü bilimsel araştırmanın temel olarak en temel mantığı, bir kümülatif birikimi ifade etmesidir. Newton da bunu o meşhur sözleriyle şöyle diye ifade eder; “Ben, benden önceki devlerin omzunda yükseliyorum.” Yani Newton çıkıp da tamamen tüm bilgiyi çıkartmadı. Bunun dokuz bin yıl öncesine giden bir yolu vardı.
U.P.: Bilim bir süreklilik gösteriyor. Bu kısa özet çok güzel oldu, ağzına sağlık. Bilimsel düşüncenin mantığına biraz girmek istiyorum iznin olursa. Burada bir naylon 66'dan bahsedeceğim. Bunu yayın öncesinde konuşurken de benim aklımda kalan noktalardan bir tanesi de naylon 66’yı model olarak alsak, yani onun yapısını, bunu nasıl bilimsel düşüncenin mantığıyla bir yaklaşımın vardı, bir argümanın vardı. Onu bağdaştırabilir miyiz acaba, tekrar senden alabilir miyim ben onu?
M.D.: Tabi hocam. Yani ben onu metaforik olarak kullanıyorum.
U.P.: Evet, çok güzel.
M.D.: Ben onu doktora tezimde kullanmıştım aslında. Bilimsel bilginin evrimi şu ana kadar anlattığımız kısmı içerebiliyor. Burada artık büyük devler sahneye çıkıyor ve fizik anlayışımızı, doğa anlayışımızı değiştirecek yasalar üzerinde kafa yoruyorlar. Einstein bunlardan bir tanesi. Naylon 66 da aslında 1938'de bir karoterin patenti olan Harvard’daki bilim insanı DuPont’un patenti olan bir madde. Biz naylonu sentezlediğimizde naylonun başımıza bu kadar bela olacağını bilmiyorduk. Ben de onu kullanırken hem baş belası olmasına atıfta bulunup, hem de şunu anlatmak için kullanıyorum; bilimsel araştırmanın bir şekli şemali var yani kendi içerisinde bir yapısı var. Bu yapıyı özetlemek için ikinci aşamada onaylanan şeylerini kimya moleküllerinden yola çıkarak -şimdi gösteremiyorum- anlatı yapıyordum. Oradan devam edecek olursak aslında bilimsel araştırmanın temelde, en temeldeki mantığından bir tanesi uzunca zaman biz bilimsel bilginin hangi hakikati tanımlayabileceğini birkaç yöntemle anlamaya çalışıyorduk. Bunlardan bir tanesi tümevarımsal, diğeri de tümdengelimsel bir düşünce biçimi.
Bilim aslında bu tarz bir bilgi üretme kapasitesinin ötesinde bir yerdeymiş. Bunu aslında çok sonradan fark etmedik ama bir insan var ki onun ismini burada anmamız gerekiyor. O bunu üstüne basa basa söyledi. Tahmin ediyorsunuz ki o isim Karl Popper. Karl Popper, kendisi bilimin mitler ve mitlerin kritiği ile başladığını söyler.
M.D.: Gerçekten bilim mitlerle başlar ve o mitleri, o hipotezleri, o varsayımları çürüterek devam eder. Bir katkısı vardır ve o katkı çok önemli. Hem tümdengelim, hem de tümevarımsal yöntemleri kenara koyan bir yöntem; İngilizcesi ‘fallsification’ yani yanlışlanabilirlik ilkesi. Aslında bilimin temelde yanlışlanabilir olduğu için elenerek devam eden bir süreci olduğunu ileri sürer. Burada çok meşhur, Aristo mantığıyla söylenmiş bir şeyi genel hipoteze açıklayarak ifade eder. Dünyadaki tüm kuğular beyazdır önermesini doğrulamak çok zordur fakat dünyada bir tane siyah kuğu bulup gösterirseniz bu sefer dünyadaki tüm kuğular beyazdır ifadesini yanlışlamış olursunuz. “Artık onunla bilim ilgilenmez, yanlışlanmış olur,” der, kenara bırakır. Bu basit düşünce mantığı, zaten meşhur kitabında da bu mantıktan bahseder ve bilimin temelini oluşturur der, çok da doğrudur. Popper, orada bu yaptığı şeyle bir devrim yaratır. The Logic of Scientific Discovery diye çok meşhur bir kitabı vardır, Türkiye'de de Türkçe yayınlandı zaten. Orada da bunun ilkelerinden bahseder. Diğer bir kitabında da daha derinleştirir. Ama bilim böyle ilerler. Bilim yanlış olan bilgileri, hipotezleri yanlış deyip kenara atar, doğrularını sorgulamaya devam eder. Temelde bilimin yaptığı şey budur. Bir hipotezi yanlışlayıp kenara bırakmak, kalan hipotez de doğruluğu kabul edip devam etmek ve onu sorgulamaktır.
U.P.: Karl Popper çok önemli bu noktada. Ben yine altını çizeyim; ben de bugün yine seninle yaptığımız o söyleşi sonrasında, yani kamptaki sunum sonrasında otobiyografisi bugün elime ulaştı. Yine dinleyicilerimize söylemekte fayda var. Kazım Taşkent serisinden de Yapı Kredi Yayınları'ndan Bilimsel Düşüncenin Mantığı kitabının Türkçe çevirisi var. Güzel de bir çeviri ama kitap ağır bir kitap tabii. O da her bilim severin ya da bilim insanının kütüphanesinde olması gereken bir kitap diye düşünüyorum ben.
M.D.: Otobiyografi de çok kıymetli. Orada da Einstein'ın karşılaşmalarını yazdığı bölümler var. Ben mutlaka tavsiye ederim. İsminin de ‘Bitmeyen Arayış’ olmasını bir sebebi var. Kendisi de ömrünün sonuna doğru bunu ifade ediyor. Bilimsel bilginin serüvenini ifade etmek için yani hem kendi bitmeyen arayışını, hem de bilimin bitmeyecek arayışına atıfta bulunuyor. Çünkü hakikat dediğimiz şeye ulaştığımızda, o hakikatin doğruluğundan da bilimsel anlamda o anlık emin olabiliriz, ertesi gün belki o da değişebilir. Bu noktada bunu söylemekte fayda var.
U.P.: Doğru, Muhsin burada şunu soracağım, ben notlarıma almıştım ama akışı bozmayacak ise metotla devam edecektim ama bir de ‘bükülen ışığın hikayesi’ var. Biraz buna değinmek mümkün mü? Nasıl bağlayacağız bilmiyorum, biraz geride kaldık, belki ileri gittik ama olsun.
M.D.: Dinleyicilerimize de kafası karışmaması için aslında bilimsel bilgi üretmenin beş temel hususu olduğunu söylüyoruz. Bunu ben söylemiyorum tabi ki, bilim dünyasında genel kabul gören bir durum bu. Bunlardan bir tanesi kanıt. Gözleme ya da deneye dayalı bir kanıt sunmanız gerekiyor. İkincisi metotlar. Bilimsel bilgi üretirken bir metodun olması gerekiyor. Bu metotların genel bir komünite tarafından, bilim dünyası tarafından kabul görmesi gerekiyor. Matematiksel metotlar olabilir, gözleme dayalı metotlar olabilir, istatistiksel metotlar olabilir ve bu konularla ilgili olarak tüm bu üretilen bilginin bir konsensüse sahip olması gerekiyor. Yani Orta Çağ'da Güneş’in etrafında Dünya’nın nasıl döndüğü konsensüse sahip değildik ama daha doğru bir bilgiyi kanıtlasak dahi komünite kabul etmediyse de burada bir ikircikli durum oluyor, buna girmeyeceğim. Sizin dediğiniz örnekten devam edip kanıtı açıklamaya çalışayım.
M.D.: Bükülen ışığın hikayesi, aslında çok ilginç bir olay. Ben bunu anlatırken bilimsel bilgiyi masa başında ürettikten sonra kanıtlanmadığında onun sadece kuram olduğunu, daha doğrusu hipotezden ibaret olduğunu söylemek için anlatıyorum. Einstein, 1905 ile 1915 arasında çok kıymetli çalışmalara imza attı ve o kadar ileriye gitti ki, masa başında matematikle yaptıkları gerçekten ama gerçekten o dönemin birçok parlak zihninin bile dikkatini çekip bizim onu bugün çok saygıyla ve imrenerek bakmamıza sebep oldu. Bunlardan bir tanesi hesaplamalarından biriydi. Einstein, genel görecelik gibi birçok konuya kafayı takmıştı ama uzay-zaman dokusunun içersinde büyük kütlelerin yarattığı çekim etkisinin birkaç şeye sebep olabileceğini düşünüyordu. Bunlardan bir tanesi büyük kütleli iki şeyin çarpışmasından kaynaklanacak kütle çekimsel dalgalar. Bu çok meşhur bir şey ve kanıtlandı yani bunun bilim anlamında kanıtlanması da söz konusu oldu. Ligo deneyi diye bir deney var. Dinleyicilerimiz merak ederse araştırabilirler. Şimdi girmeyeceğim çok ayrıntısına. Bir diğeri de şuydu, uzay zaman düzleminde bir kütlenin, büyük bir kütlenin yanından geçen ışığın bükülebileceğini ve bu bükülmenin kütlenin büyüklüğüne göre değişebileceğini söylüyordu ve bu şu demekti; aslında gökyüzüne baktığımızda yıldızların önünde, sağında, solunda eğer görmediğimiz büyük nesneli bir şey varsa, kütle varsa o bize gelen ışık o gördüğümüz noktada olmamalıydı. Deneyi çok zor bir olan bir hipotez bu. ‘Bükülen ışığın hikayesi’ diyorum ben buna. Bunu ilk I. Dünya Savaşı 1914'te başladığında deneyecek bir ekip aradı ve buldu. Kırım'a gidip tam Güneş tutulması sırasında, Güneş’in tutulduğu anda, karanlığın düştüğü anda teleskopla izlemek mümkün olacağı için daha önceden Güneş’in sağındaki bir yıldıza bakacaklardı. Aynı yıldıza Güneş yokken, akşam gece bakacaklardı ve Einstein'in hesaplamasında olduğu gibi dedikleri şekilde yıldız yer değiştiriyor mu onu anlamak isteyeceklerdi. Fakat I. Dünya Savaşı’nda Ruslar bu deneyin tamamlanmasına izin vermedi. Hatta Einstein çok üzüldü. Bilim insanları hapse düştü. Onları kurtarmak için bir sürü şey yaptığı bir hikaye de söz konusudur, onun biyografisinde yazar bu. Denedi ama olmadı ama bir daha bir deney yapmak istedi ve İngiliz astronom Arthur Eddington, Brezilya'da, 1919’da tam Güneş tutulmasında yine bu deneyi yapması için onlara rica etti ve deneyin sonuçlarını aldığında Einstein'in hesaplarıyla Eddington'un hesapları biraz farklıydı. Einstein, kendi hesaplarını gözden geçirdi ve “Matematiğimde sıkıntı yok,” dedi. Eddington hesaplarını gözden geçirdi, düzeltme yaptı ve tam olarak Einstein'ın kağıt üzerinde düşünerek, diğer insanların bilgilerini kullanarak, matematikle ispat ettiği o gökyüzündeki yıldızın aslında bulunduğu konumda, eğer önünde büyük bir kütle çekim etkisi varsa, gözükmediği hipotezini doğrulamış oldu. Bu muazzam bir örnek. Yani, milyon dolarlar harcamadan da zekice bir deney ile nasıl bir şeyin kanıtı bulunabiliyor onu anlatmak için... Bilim böyle ilerler yani bilimsel hipotezleri ortaya atarsınız ve bunu veriyle, deneyle, gözlemle kanıtlarsınız. Bu da bunun bir örneğiydi.
U.P.: Çok teşekkürler Muhsin, gerçekten ben de buna çok kıymet vermiştim. Anlattığında çok etkilenmiştim. Bilim metotlarla çalışır dedik ve biraz bunları açıkladık. Zaman da çok hızlı geçiyor, kısa bir zamanımız kaldı. Ben burada konsensüsun önemini sana soracağım. Konsensüsu, elde edilen sonuçların metodsal olarak da değerlendirilmesinin ve sonuçların belli ölçüde bir birlik içerisinde herkesin buna katılarak değerlendirilmesi gibi tanımlamaya çalışıyorum. Bu konuda sen ne söylemek istersin? Sonra yavaş yavaş bağlayalım sonuca doğru...
M.D.: Bağlayalım, tabii... Kısaca açıklamaya çalışayım. Bilim, bilimsel bilgi, akademik çevre tarafından ve sosyal çevreler tarafından da sonrasında, akademik çevre tarafından bir konsensüs ile karşılanması lazım ki o bilimsel bilginin geçerliliği herkes için kanıtlanmış olsun. Örneğin ben çıktım hesaplara ‘yanlış’ dediysem eğer, yanlışı dediğim gibi bir metotla ortaya koymam lazım. Yanlış diyebilmemiz için bu metotların da -buna ‘peer review’ da denebilir- birazcık etik boyutu tartışılabilecek bir konu ama akran geri bildirimi ile ‘senin metodunda şu hatalar var’, ‘verinde bu hatalar var’ gibi açıklanması gerekiyor. Eğer sorulmamış bir konuysa o ki bilimin konsensüse varamadığı bazı konular var. Örneğin sigara kansere sebep olur mu konusu henüz bir konsensüse varılmamış bir konu ya da kadın doğum hapları… En yakınımızda Covid zamanı yaşadığımız Covid aşıları zararlı mıdır, yararlı mıdır konusunda bilim çevreleri bir konsensüse varamamıştı. Bugün vardılar mı? Henüz tam değil ama çoğunlukla bilim dünyası aşıları kabul etti gibi diye düşünebiliriz. O yüzden konsensüse varılamamış konularda bir gri alan olsa da bilimsel bilgi, dediğim yöntemlerle yanlışlayarak -örneğin aşı işe yaramıyorsa yaramadığını söyleyip, yeni bir aşı yapabilir- o şekilde ilerlemeye devam ediyor.
U.P.: Şimdi burada son olarak da sana bir şey daha sormak istiyorum. Aynı zamanda bağlamak istediğin, son söylemek istediğim bir şey var mı diye de soracağım, sonra yavaş yavaş kapatalım çünkü sona doğru yaklaştık. Bilim, mütevazi insanların işidir diye konuşmuştuk, bu konuda bir şey söylemek ister misin? Çünkü bunu önemli bir isim söylüyordu esasında. Bu konuda sana sözü bırakayım. Senden de konuyla alakalı bağlamak istediğim bir şey varsa onları da alayım, sonra yavaş yavaş kapatalım. Çok teşekkür ederim.
M.D.: Ne demek hocam. Bilim niye mütevazi insanların işidir ya da niye öyle olmalıdır? Çünkü bilimsel bilginin çok spesifik bir tarafıyla uğraşmıyorsanız bilimsel bilgi, mesela kozmoloji dediğimiz alan çok geniş bir alan ve o alanla ilgili bireysel anlamda kendinizle ilgili çok derdimizin olmaması gerekiyor. O anlamda sizin uğraştığınız konular, o konuların derinliğinde kaybolmak ve orada bir şeyleri göstermek istiyorsanız, kendinizden biraz çıkmanız, kendinizle ilgili meseleleri kapatmanız gerekiyor. Yoksa diğer türlü küçük spesifik alanlarda da olsa bilimin kötüye kullanılabilecek yanları çok fazla. Örneğin atom enerjisi ortaya çıkartıldıktan sonraki Oppenheimer'ın hala bugün tartışmalı olan konumu yani çok mütevazi olmayan bir insanın elinde bilim ölümcül bir şeye dönebilir. Çünkü doğanın değişmez kurallarını kavramış insanlar bunu kullanılabilecek noktaya sokuyor. O sebepten ötürü, mütevazi insanların daha fazla ileriye gidebildiğini biz bilim tarihinde görüyoruz. Çok fazla mütevazi olmayan, rekabetçi ya da kendiyle ilgili derdi olan insanların bilim tarihinde o kadar da ileri gidebileceklerini göremiyoruz. Bunu söylemek belki kıymetli olabilir.
U.P.: Çok güzel bir noktaydı Muhsi̇n. Ben çok teşekkür ediyorum, ağzına sağlık. Yine bana sunumu hatırlattın ve derli toplu bir akış oluştu, çok güzeldi. Burada biraz özetlemeye çalıştık. Eksik olma diyorum geldiğin için, zaman ayırdığın için. Çok teşekkür ederim.
M.D.: Ben teşekkür ederim hocam beni davet ettiğiniz için. Çok teşekkür ediyorum. Son olarak Nietzsche'nin sözünü söylemekte belki fayda var. Nietzsche şunu söylüyor; “Bir sefer uyandın mı sonsuza dek uyanık kalacaksın.” Bunu bilim için söylemek doğru. Bir kez o merak ve şüphe girdi mi kanınıza sonsuza dek şüphe ederek, doğruyu bulmaya çalışarak geçiyor hayatınız.
U.P.: Çok teşekkürler. Evet, bugün programın sonuna geldik. Antroposen Sohbetler’de konuğum Muhsin Doğan'dı. Muhsin, Focus Vakfı'nda yönetici olarak çalışmalarına devam ediyor ve çok da güzel şeyler yapıyorlar, parlak zihinler ile buluşuyorlar, gençlerin önünü açacak çok önemli adımlar atıyorlar. Ben de belli ölçüde destek vermeye çalışıyorum bana söz düştükçe. En başta söylememiştim burada kısaca kim olduğunu, neden burada olduğunu. Evet, programın sonuna geldik. Ben dinleyicilerimize iyi akşamlar diliyorum. Önümüzdeki haftalarda Antroposen Sohbetler’de buluşmak üzere, hoşçakalın.