Türk Toraks Derneği'nden Nilüfer Aykaç, Osman Elbek ve Haluk Celaleddin Çalışır ile hava kirliliği, iklim krizi ve sağlığa etkilerini konuşuyoruz.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Ömer Madra: Evet, Açık Radyo’nun Açık Gazete’si. Biraz önce de söylediğimiz gibi Türk Toraks Derneği'nin hazırlamış olduğu e-kitap var. ‘Hava Kirliliği, iklim krizi ve sağlık etkileri’ başlığını taşıyor. Çok kapsamlı, boyutlu, sesli yazarların analizlerine değer veren bir kitap. Onun bir kısmını konuşabilmek için kitabın editörleri Nilüfer Aykaç, Osman Elbek ve Haluk Celaleddin Çalışır'ı davet ettik. Hoşgeldiniz diyelim ve ben demin ufak bir hata yaptım, onu da özür dileyerek düzenleyelim. Yani yaklaşık 10:30’a kadar sürecek. Yani Açık Yeşil programından hemen önce bitirebilirsek mükemmel olacak. Hoşgeldiniz!
Osman Elbek: Hoşbulduk.
Özdeş Özbay: Merhabalar, hoşgeldiniz!
Nilüfer Aykaç: Merhabalar, hoşbulduk.
Haluk Celaleddin Çalışır: Selamlar, hoşbulduk.
Ö.M.: Evet nereden başlayalım? Kimle başlayalım dersiniz?
O.E.: İsterseniz Ömer Bey, ‘niye bu kitabı yazma ihtiyacı duyduk’ oradan başlayabiliriz, birkaç cümle sarf edebilirim bununla ilgili. Aslında dinleyicilerimizin de iyi bildiği üzere zaman zaman atfını geçiriyoruz, Türk Toraks Derneği bir göğüs hastalıkları uzmanlık derneği. Ama bakmaya çalıştığı tarihsel perspektifi, klasik bir uzmanlık derneğinin ötesine çıkarmaya çalışıyor. Günün çağdaş bilgisini üretmeye çalışırken, bir tarihsel arka plan da okumaya çalışıyor. Bu kitap da bu temeller üzerine şekillendi. Teknik tarafıyla bakarsanız 700 sayfa civarında, 46 tane bilim insanının, yazarın yer aldığı bir kitap. Bir açıdan bakılırsa bir göğüs hastalıkları uzmanlık derneğinin ürettiği kitap olduğu için göğüs hastalıkları alanının yazarları bekleniyor herkes tarafından. Ama 21’i bunun içerisinden. Yani yaklaşık yarısından azı göğüs hastalıkları uzmanlarına sahip insanlar tarafından yazılmış durumda. Çünkü Thoraks Derneği ve bizler, editörler olarak konuya sadece bilim ve bilimin teknik paradigmasından bakan insanlar değiliz. Bu yüzden çeşitlendirmeye multidisipliner ve daha önemlisi interdisipliner bakmaya çalıştık. Şimdi bunun biraz izin verirseniz, arka planını tarihsel olarak okuyalım ve bilimin düştüğü belki de tabloyu buradan çıkarmaya çalışalım.
Şimdi tıp açısından bakarsanız tıbbın temel düşüncesi, olabildiğince doğru bilgiyi, olabildiğince gerçeğe yakın bilgiyi ve olabildiğince sorunları açıklamak. Tabii bunun için bilgiye ihtiyacım var ama bilgiyi nereden alacağım? Hepimizin bildiği üzere, Türkiye öyle bir hale geldi ki o bilim tarihinin en en temel argümanlarına yerle yeksan ettik. Gündelik bilgi olabilir, dinsel bilgi olabilir, sanatsal, teknik bilgi olabilir ama tıp son kertede doğa bilimlerinin içerisinde duran bilimsel bilgiyle yürümeye çalışıyor. Tabii bilimsel bilgi dediğimiz zaman, tarihte 20. yüzyılı açmamız lazım. 20. yüzyıl öyle bir yüzyıldı ki her şeyden şüphe ettik. Nasıl var olduğumuza, inandığımıza, düşünce temelinde şekillendirdik. Koca bir Kant geçti. Aydınlanma ufkunu kat ettik. Bilmeye, bildiğimizi söylemeye cüret edebileceğimizi ifade ettik. Ergin olamama halinden çıkacağız dedik ve Newton gibi temel olarak bir matematiksel bilgi, herkes açısından kesinlikle konumlanan bir bilginin peşine düştük. Bu dönemde müthiş dünyada bir sekülerizm var. Tanrı'yı, yönetim kapasitesini, bilgiyi gökyüzünden yeryüzüne indirdik ve belki de en büyük hatayı şurada işledik. 20. yüzyılda dedik ki biz doğadan özgürleşebilmek için, insanın özgürleşebilmesi için doğa yasalarını bilmesi, bunlara hükmetmesi gerektiğine kanaat getirdik. Buradan da müthiş bir sanayi devrimi ve sanayi devrimine de mührünü vuran kapitalizmi şekillendirdik.
Bunun tıpta da yansımasını gördük. Pasteur, Köhler, mikroplar, mikroskoplar bu bilginin peşine düştü ve koca bir tıp bilimi paradigması ortaya çıktı. Bu paradigma çok kabaca şöyle bir şey üzerine dayanıyordu. Bir, hastalıkların nedeni var. Çok büyük bir dönemde bir mikroptu bu neden; verem mikrobu, tifüs mikrobu, zatürre mikrobu gibi. Bu kendinden menkul bir etkendi. Bu, seçtiğimiz hayatın, uygarlıkların, doğayı tahrip etmemizle hiç alakası yokmuş gibi davrandı tıp bilimi. Bu mikrobun çeşitli özelliklerini ortaya koymaya çalıştı. Kamçılıydı, değildi, kaç ayağı vardı vs. gibi. Bir de bu etkenin hastalık yarattığı bir insan var. O da böyle doğadan azade, toplumdan azade, bir başına, sanki saksıda yetişmiş bir bitki gibi olan bir insan ve tüm tıp bilgi paradigması etiyoloji dediğimiz bu nedenin, bu mikrobun veya bu hastalık etkeninin bu hasta olan insanda nasıl hastalık yaptığına dair koca, çok değerli ama bir o kadar da aynı zamanda körleştiren bir paradigmaydı.
Bunun içerisinde ne yoktu? Örneğin ‘neden mikroplar var’ sorusunu hemen hemen hiç sormadı. Örneğin Covid-19 bağlamında düşünürseniz bugün bile anlıyoruz ki doğaya hükmetmemiz, doğayı tahrip etmemiz aslında bu mikropları var ediyor veya verem mikrobundan çıkarsanız insanın uygarlığa hayvanları evcilleştirmesinin bir ürünü aslında bu mikroplar. Bu yüzden bu nedenin asıl arka planına pek bakmadı, iki insana bakmadı. Yani bu hastalanan insan nasıl bir şey? Vasıl mı, yoksul mu, nerede yaşıyor? Mevcut bulunduğu ortamın bir ürünü olarak insanı göz ardı etti. Bir de bunların arasında karşılıklı bir etkileşim olduğuna biraz gözlerini yumdu. Bunlar böyle sanki yukarıdan, özel olarak hastalık etkeni olarak gelmiş, insan da var, bunlar birbirleri arasında hastalık yapıyor noktasına getirdi. Bunu hiç reddetmeden devam ediyoruz. Bunlar çok değerli bir bilimsel bilgiyi var etti. Ama bugün tekrar dönüp şunu sorgulamamız lazım. İnsanla doğa arasında, insanla hastalık etkenleri arasında karşılıklı bir etkileşim yok mudur?
Arkadaş Zekai’den alırsak, ‘Pencereyi kapama gök olabilir içeri’ diyor ya, pencereyi açtığım zaman, gökyüzü evime girerken ben onunla bir etkileşime de girmiyor muyum? Havanın içerisindeki maddeler benim bedenime nüfuz olurken, ben insan olarak yarattığım uygarlıkla da bu havayı, bu iklimi değiştirmiyor muyum? Eğer böyleyse o zaman tıbbın önereceği, tavsiye edeceği, yürümek istediği yol, bu etkileşimin içerisinden gelmesi ve çıkması lazım. Oysa biz hani sevgili Yılmaz Erdoğan'ın dizeleriyle söylersek, ‘Ankara'ya karbonmonoksit yağarken, kapalı mekanlarda sevişin. Maskenizi ağzınıza takın, gözünüze gözlük takın, burnunuzu kapatın. Hayatta böyle kirlilik de var, yapacak da bir şey yok.’ Biz de buradan nasıl az etkilenebiliriz diye son derece teknik haber bültenleri yayınlamaya başladık. Koca koca tıp bilim insanları olarak çıktık. Bunların gerçek nedenlerini söylemek yerine, bunlara artık ‘kader’, yapacak hiçbir şey yok dedik. Bunların karşısında bireysel olarak nasıl önlem alabileceğimize dair cümleler söyledik. Ama aslında bu, insan uygarlığının ve sanayi devrimine hükmünü vuran kapitalizmin meşrulaştırılmasıydı. Hem de tıp gibi bir paradigma açısından.
İşte bu kitap, tam da bu teknik bilgiyi reddeden bir yerden yürümeye çalışıyor ve diyor ki bu hayatın içerisinde, bu yaşamın içerisinde var olurken bilgi kadar bu bilginin toplumsallaşmasına, şirketlerin değil, yüzde birin değil, kamunun yararına, yüzde doksan dokuzun yararını gözeten bir yerden, teknik steril çok bilen insanların, yukarıdan birtakım öngörülerde bulunduğu, tabiri caizse modern peygamberlik yaptığı bir yerden değil, bilakis toplumun içerisinden, toplumu savunarak, aktivizm göstererek, savunuculukla hayatı değiştirmeye çalışan bir bilgiyi üretebilir miyiz noktasıyla yürüdü. Belki biraz sonra arkadaşlarım daha detaylı girerler. Bunun için ekoloji dedi, adalet dedi, enerji politikasını düşünmeden, ben akciğerdeki koah sorununu çözemem dedi. Sevgili Özdeş, Ömer Bey, biliyor musunuz, bugün iki buçuk dakikada bir insana akciğer kanseri tanısı koyuyoruz. 1900’lerin başlarında o kadar nadir bir hastalıktı ki, otopside bulunduğu zaman yayınlanıyordu. Veya koah’ı düşünün, bugün o kadar yaygın bir hastalık ki... Ama son 250 yılın hastalığı koah. Çünkü böyle bir insan uygarlığını, böyle bir kapitalizmi tercih ettiğimiz için kanser oluyoruz, koah oluyoruz. O zaman bunu tanımlarken bunu bu açıklıkla tanımlamak ve evet kanserin önlenmesini, koahın önlenmesini veya diğer hastalıkların önlenmesini de bu uygarlığın şeklini değiştirmekten geçtiğini görmemiz lazım.
Son iki cümlemi de sevgili Greta bağlamında gençlere ayırayım. Ne iyi ki Greta’lar bu gerçekliği görüyorlar ve değiştirmek için konforlarını terk ediyorlar. Bu çok önemli. Limanlarını yakıyorlar, gelişmiş batının konforuna sahip çıkmadan, reddederek başka türlü bir hayatı örgütlemeye çalışıyorlar. E biz de onlara Ahmet Arif'in dizeleriyle cevap veriyoruz, ‘Dayan kitap ile, dayan iş ile.’ Bizim kitabımız, işimiz, savunuculuğumuz, aktivizimimiz bilgi ve bilimin üstüne şekilleniyor. Bilgi ve bilimi reddetmeden ama onun bu noktadaki karikatürize haline de teslim olmadan, başka bir bilgiyi başka bir topluma üretebilmek için başka bir bilgiyi üretmeye çalışıyoruz. Bilmiyorum sevgili Nilüfer, Haluk ne dersiniz perspektif açısından?
Ö.M.: Onlara geçerken ben de şeyi ilave edeyim. Osman Bey, çok iyi, çarpıcı bir özet yaptınız gerçekten. Yani doğayla insan ilişkileri, ekolojiyle insan ilişkilerinin tersliği konusunda tam da dün elimize geçen ve bugün sabah Açık Gazete’de önceden okuduğumuz bayağı etraflı, yeni bir çalışmanın beyin hacmindeki küçük bir azalmanın bile fizyolojimizi bir şekilde etkileyebileceği ve küresel ısınmanın da insan beynini küçülttüğü keşfedilmiş diye bir araştırma haberi okuduk. Yani 11 bin yıl önce sona eren pleyistosen döneminin geç evrelerine doğru, ortalama sıcaklıkların sürekli düştüğü son buzul çağı yaşanıyor. Yaklaşık 11 bin yıl önce başlayan ve bugün de halen devam eden holosen ya da başka terimler de kullanıyoruz şimdi holosen yerine antroposen gibi ya da kapitalosen gibi, o devirde de ortalama sıcaklıkların devamlı yükseldiği ve beyinlerinde değişime uyum sağlamak için değiştiğini, verilere göre de ortalama beyin boyutunda bu holosen boyunca %10,7 civarında bir küçülme meydana geldiğini de ortaya koyuyor. Biz sizin dediklerinizi tamamen doğrular nitelikte bir haberle başlamıştık güne zaten.
O.E.: Evet. Kitabın ilk bölümü 10 bölümden oluşuyor. İlk bölümünü de tam da sizin ifade ettiğiniz gibi antroposen çağıyla ekoloji bağlamında yaptık. Bunu görmeden bir bilginin üretilemeyeceğini, bu tarihsel zemin şekillendirilmeden üretilen her bilginin aslında büyük bir körlük olduğunu ifade etmeye çalışmıştık. Bilmiyorum, Haluk ne dersin bu bölüm için? Senin daha çok sorumluluğunda gitti ve yazının yazarlarından biri de sendin bu bölümde.
H.C.Ç.: Teşekkür Osman bu güzel girişin için. Evet, gerçekten Osman'ın da belirttiği gibi tıbbi bir alanda kitap yazarken, klasik olarak bu bağlamda bir kitap yazıldığında bir akış şeması vardır. Tıbbi ele alış şekli olarak, düşünüş şekli olarak bulaşma ya da hastalığı ortaya çıkaran faktör nedir? Mikropsa mikrop ya da gıda tüketimiyle ilgili bir faktörse bunun çok ince mekanizmaları üzerinden giden bir okuma söz konusudur genel anlamda. Böyle bir kitap dizayn ederken de böyle bir şey düşünebilirdik ama biz bütün bunları içeren ve tıbba aslında yaklaşırken başka bir noktadan da bakmanın gerektiğini düşünerek böyle bir kitap ortaya koymaya çalıştık. O yüzden belki artık biz tıp insanları olarak, Virchow’un da bize anlattığı gibi tıbba bakarken mikrobu ya da buna benzer teorilerle hastalıkları izah ederken ondan öte başka bir şekilde de yaklaşmamız gerektiğini anlamış bulunuyoruz.
Kitapta 10 bölüm var. İlk bölümlerden bir tanesi ekoloji bölümü. Bu bölümde de aslında buna bir giriş yapmaya çalıştık. Antroposen ve gezegenin bugüne kadar geldiği, başına gelenlerle ilgili bir bölüm söz konusuydu. O da bana düştü, ben yazmak durumunda kaldım. Burada antroposen çağının gerekçeleri neydi ve bu antroposenle beraber biliyorsunuz ki altıncı yok oluşa doğru gidiyoruz, insanlık olarak gidiyoruz. Gezegen tabii ki yaşamasına bir şekilde devam edecek böyle bir yok oluş olursa bile. Ama insanlık yaşayabilir mi onu bilmiyoruz. Bütün çığlıklar aslında böyle bir döneme, antroposen insanların etkisinin olmasını anlatmak üzere böyle bir adımın konulması da bir şekilde bir uyarı niteliğinde. Biliyorsunuz, beş tane büyük yok oluş yaşadı canlılar özelinde. Bu beş büyük yok oluşun hiçbirisinde insan diye tanımlayabileceğimiz ya da insan öncülüğü olarak tanımlayabileceğimiz hominidler yoktu yeryüzünde. Doğa olaylarıyla birtakım ya da gezegen dışından gelen bir takım faktörlerle yok oluş işine gelinmişti ve çok sayıda tür yok olmuştu. Şimdi artık insan etkisiyle böyle bir şeyle karşı karşıyayız.
Yine böyle bir okumadan baktığımızda insanın çevreyle olan ilişkisi ve çevrede yarattığı tahribat nedeniyle de organizmada, bütün sistemlerde, sizin biraz evvel belirttiğiniz gibi sinir sisteminde beynin küçülmesi gibi çeşitli bozulmalara neden olması gibi bir süreçte artık çevreden kaynaklanan hastalıkların bizim dünyadaki yaşayan insanlık üzerinde çok önemli etkileri olduğunu biliyoruz. Buradaki bölümlerden bir tanesinde çevre ve sağlık ilişkisini yazan sevgili Cavit Işık Yavuz Hocamız kendi bölümünde, bize artık dünyadaki ölümlerin dörtte birinin, %25’inin çevresel nedenlerle olduğunu belirtiyor. Bunlar da bizim karşımıza iskemik kalp hastalıkları, kronik akciğer hastalıkları gibi bildiğiniz hastalıklar olarak ortaya çıkıyor. O yüzden bu hastalıkları ele alırken, örneğin kalp krizini ele alırken biz çevre etkisini göz ardı edemeyiz.
İki gün evvel, 3 Temmuz'da dünyada görülebilmiş en yüksek sıcaklık ortalaması yaşandı. Bu sıcaklık ortalaması, yükselmesi 17,1 derece olarak raporlandı. Sanki 17 derece dediğimiz zaman çok yüksek bir derece değil gibi aklımıza geliyor. Çünkü şu an sanıyorum İstanbul 28, 29 derece civarında. O yüzden pek insana zararlı bir şeymiş gibi gelmiyor. Oysa bu bir ortalama. Şunu biliyoruz ki, bulunduğumuz ortamda hava sıcaklığı 30 derecenin üzerine çıktığı zaman özellikle 50 yaş üzerinde ve erkeklerde daha fazla olmak üzere bir takım rahatsızlıklar ortaya çıkıyor. 75 yaş üzerindeyse oldukça riskli bir durum söz konusu. Bu tür insanların çeşitli şekillerde hastalanmaları, örneğin biraz evvel sözünü ettiğim kalp kardiyovasküler sistemlerdeki rahatsızlıklar yani kalp krizi geçirme diye bir olguyla karşılaştığımızda, sıcaklık artışı yaşanan bir dönemde hastaneye bir kalp krizi vakası gittiğinde ya da bu nedenle bir insan kaybedildiğinde bunun doğrudan günlük hayatın içerisinde bağlantısını kurmak her zaman kolay olmayabilir. Sıcaklık arttı, filanca kişi kalp krizi geçirdi ve kaybettik diye. Böyle bir bağlantının olduğunu epidemiyoloji bilimi bizim önümüze koyuyor.
Ekoloji bölümünde hayvanlarla olan ilişkimiz; yine girişte Osman'ın da söylediği gibi covid mikrobu, virüsü nereden ortaya çıktı? Muhtemelen bizim doğayla olan ilişkimiz, vahşi yaşamdaki hayvanların yaşama alanlarına saygımızın azalması ya da yitirilmesi nedeniyle o hayvanlarla temasımızın artması sonucunda birtakım yeni virüslerle karşılaşmamızın ortaya çıkardığı bir durum. ‘Tek sağlık kavramı’, sevgili Alparslan Türkkan Hocamızın yazdığı bir bölüm. O da bütün gezegendeki hayatın aslında insan temelinin ötesinde çevreyle ve hayvanlarla beraber ele alınmasının gerektiğini ortaya koyan bir bölüm. Ben bundan sonraki bölümler için isterseniz kısaca, kabaca bir bilgi vereyim. Tek tek sonrasında gireriz.
‘Hava kirliliğinin tarihçesi: Dünya ve Türkiye’ gibi bir bölüm var. Bunun arkasından ‘İç ortam hava kirliliği.’ Çünkü yaşamımızın çok önemli bir kısmını iç ortamda geçiriyoruz ve her yıl yaklaşık dört milyona yakın insan iç ortamdaki hava kirliliği nedeniyle ölüyor. Bunun dışında, ‘İç ortamlarda hastalık bulaşma dinamikleri’ bölümü var. ‘Dış ortam, hava kirliliği’yle ilgili bir bölüm var. Bunun dışında yine biraz daha teknik olabilecek, nedir bu kirleten şeyler bizi, doğal olarak, doğal kökenli kirleticiler nelerdir, insan kaynaklı kirleticiler nedir diye tanımladığımız bir ‘Kirleticiler’ bölümü var. Yine dünyada, Türkiye'de hava kirliliğiyle ilgili epidemiyolojik, bunun nasıl dağıldığı, kimleri daha çok etkilediğiyle ilgili bölümlerimiz var. Yine çok önemli bir bölüm var. Bu hava kirliliğiyle ilgili sağlık parametrelerini belirleyen sosyal etmenler nelerdir, sağlığın sosyal belirleyicileri nedir diye oldukça geniş, kapsamlı Ali Kocabaş Hoca tarafından yazılmış bir bölümümüz var. Tabii ki kırılgan grupları unutmadık. Bunu da sevgili Yaşın Hocamız yazdı; Hava kirliliğinin ekonomik sonuçları ve bu konuda yapılan toplum temelli araştırmalar nasıl yapılır, neler yapılmasıyla ilgili bir bölüm var. Tabii hekim olmamız nedeniyle, tıp olmazsa olmazımız, burada hastalığın gelişimiyle ilgili, oldukça kapsamlı ‘gelişim mekanizması’nı anlatan bölümümüz var. Altıncı bölüm, iç ortam ve dış ortam hava kalitesinin ölçümünün nasıl yapıldığıyla ilgili. Bu konuda bilgi almak isteyenlere oldukça ufuk açıcı bir bölüm yazıldı sevgili Ozan Devrim Yay Hocamız tarafından. Daha sonra ‘sağlık etkileri’ bölümümüz var. Sanıyorum Nilüfer bilgi verecek size daha çok. Bir sürü sistemi, sinir sistemi, kardiyovasküler sistem, gebelikteki sağlık etkilerini inceliyoruz. Daha sonra enerji ve adalet kısmına bakıyoruz, ‘hukuksal gelişmeler ve bunun iklimle ilişkisi’ni anlatan sevgili Özgür Gürbüz yazdı. ‘Enerji-iklim krizi ve hava kirliliği ilişkisini de sevgili Önder Algedik tarafından incelenen bir bölümümüz var. Daha sonra ‘Savunuculuk’ bölümümüz geliyor. Savunuculuk bölümünde bu alandaki uluslararası yapıları tanıtan bir bölümümüz var. Sonra çok önemli şiirsel ve bize çok önemli katkı sağlayan sevgili Ömer Madra'nın bölümü var; ‘Açık Radyo’nun penceresinden iklim krizi ve iklim mücadelesi.’ Bize bir vakayiname sunuyor gerçekten. Çok eğlenceli ve bilgi dolu bir bölüm. Sonra çevre davalarından bildiğimiz Avukat Arif Ali Cangı, bize ‘Ekolojinin hukuku’ ve bunun gelişimiyle ilgili hem Türkiye özelinden hem dünya üzerinden oldukça önemli bir açılım sağlıyor. Yine çok duyduğumuz, ‘Çevre etki değerlendirmesi ve sağlık etki değerlendirmesi’yle ilgili bir bölümümüz var. ‘Hava kirliliğinin ekonomik maliyeti’ diye bir bölüm var. Bunlar kitabın dokuz bölümü. 10. bölümü de Türkiye'deki deneyimlere ayırdık. Hava kirliliği, iklim kriziyle oluşturan çeşitli şeylere karşı yapılan mücadelelere ayırdık. Burada da Yatağan deneyimini, Yatağan-Muğla deneyimini sevgili Sebahat Genç Hocamız, Bursa'da yapılmaya çalışılan Dossat Kömürlü Termik Santrali’ne karşı verilen mücadeleyi de sevgili Kayıhan Pala Hocamız bize yazdı. Osman'ın da söylediği gibi oldukça kapsamlı bir kitap. Toraks Derneği'nin web sitesinden bölüm bölüm ulaşmak mümkün. Ben sözü tekrar size bırakıyorum, teşekkürler.
Ö.M.: Çok teşekkürler gerçekten. Şimdiye kadar bu konuyu böylesine bütünleşik olarak ele alan ve bu kapsamda ele alan başka bir esere rastladığımızı hatırlamıyorum. Son yıllarda ekoloji konusunda değerlendirmeler, kitaplar yayınlandı ama özellikle Osman Elbek'in de söylediği gibi doğa insan ilişkisinin birbirinden vazgeçilmez, doğayla canlılar arasındaki bağlantıyı, kopmaz bağlantıyı ön plana çıkaran ve vurgulayan bence çok önemli bir kitap. Yani hukuku öğrenmenin sonu yok diyebileceğimiz bir şey. Aynı zamanda da biraz önce Haluk Çalışır'ın da belirttiği gibi sırf bilimsel açıdan değil, felsefi boyutlarını da ortaya koyan, bütünsellik içeren bir kitap. Çok ilgi çekici. Bu açıdan her eve lazım dediğimiz tarzdan bir kitap. Bunu biraz geciktik konuşmakta ama çok mutluyuz şimdi etraflıca azıcık ele almaktan. ‘Hava kirliliği, iklim krizi ve sağlık etkileri’ konusunda yayınlanmış bu kitabı konuşmaya devam edeceğiz.
Türk Toraks Derneği tarafından yayınlanmış bir e-kitaptan bahsediyoruz. Herkese açık bir kitap olduğunu da bir kez daha hatırlatalım. İnternette adresinden bulabilirsiniz. Kitabın editörleriyle konuşmaya devam ediyoruz zaten. Önce Osman Elbek, sonra Haluk Çalışır, şimdi de Nilüfer Aykaç bize anlatacak. Herkesin internet üzerinden rahatlıkla erişebileceği, büyük kapsamlı bir kitaptan bahsediyoruz. Şimdi Nilüfer Hanım size bırakalım sözü.
N.A.: Çok teşekkürler. Öncelikle bu programı bize ayırdığınız için teşekkürler. İkincisi de kitabımızı yazıyla katkıda bulunduğunuz için ve güzel yazınız için Ömer Bey size çok teşekkür ederim. İklim krizi gerçekten 20. yüzyılın en büyük tehdidi. Dün son yüzyılın en sıcak havasıydı ve buna ilişkin de tonlarca sorunlar birbirinin arkasına ekleniyor. Çeşitlilik hazırlıyor, nüfus artıyor, bir yandan endüstriyel tarım ve hayvancılık buraya katkı sağlıyor, fosil yakıtlar buraya katkı sağlıyor, havamız kirleniyor, gıdaya ulaşım sıkıntı, iklim, mülteciler, kötü haberlerle her gün karşı karşıyayız.
Bu anlamda bizi oldukça kötü şeyler bekliyor. Bu kitapta da sağlık etkilerine oldukça geniş bir bölüm ayırdık. Bu her ne kadar Toreks Derneği’nin, bir sağlık derneğinin bir kitabı olsa da diğer arkadaşlarımın dediği gibi çok başka bakış açılarıyla da ortaya koyduk sorunu. Sağlık etkileri bu kitabın en geniş bölümü. Yaklaşık 100 sayfalık bir bölüm. Kitabımız oldukça geniş kapsamlı bir kitap. Sağlık etkileri de, iklim krizinin ve hava kirliliğinin sağlık üzerine etkilerinin geniş anlamda aktardığımız bir bölüm oldu. 13 bölüm var burada ve 18 tane de bilim insanımız buraya katkı verdi. Öncelikle onların hepsine teşekkür ederiz.
Biliyorsunuz, hava kirliliği ve iklim krizinin insan vücudu olarak baktığımız zaman etkilemediği hiçbir sistem yok. Biz, üç editör de göğüs hastalıkları uzmanıyız. En başta solunum sistemi üzerine etkilerini tartıştık. Burada zatürrelerden tutun kronik bronşitlere, hava yolu hastalıklarından kanserlere ve son dönemde, son üç yılımızı geçirdiğimiz pandemiler ve biliyorsunuz, koronavirüsler 10 yılda bir pandemi yapıyor. Bunun da iklim kriziyle ilişkisi gösterilmiş durumda. Ciddi anlamda solunum etkilerine yol açıyor. Bunları tartıştık. İklim değişikliği aynı zamanda alerjik solunum yolu hastalıklarını arttırıyor, bunu Ayşe Hocamız anlattı. Özlem Kurt Azap Hocamız, enfeksiyonlar yani covid var, başka enfeksiyonlar var ve buradaki enfeksiyonları tartıştı. Kanserler, akciğer kanseri var. Hava kirliliği ciddi anlamda akciğer kanseri yapıyor. Bununla ilgili ilişki gösterilmiş durumda. Dünya Sağlık Örgütü'nün 2013’de yayınladığı makalede zaten hava kirliliğinin akciğer kanseri yaptığını biliyoruz. Mesane kanseriyle de ilişkisi gösterilmiş. Burayı iyi tartıştık. Çocuklar çok önemli. Hava kirliliğinin aslında en fazla etkilediği yaş grubu da çocuk hastalıkları. Onların akciğerleri yeni gelişiyor, büyüyor, hava kirliliği olan ortamda yaşayan çocukların daha küçük akciğer kapasitesiyle daha fazla enfeksiyonlara yol açtığını, ileride de daha fazla sorunlarla karşılaştığını biliyoruz. Çocuk hastalıkları bizim oldukça önemli bulduğumuz bölümlerden bir tanesi. Burayı da Ela Erdem Eralp Hocamız ve Elif Dağlı Hocamız kaleme aldı. Kardiyovasküler sistem üzerine hava kirliliğinin çok fazla etkilerinin olduğunu biliyoruz. Ritim bozukluklarından kalp krizlerine ve kalp yetmezliklerine yol açıyor. Onun dışında damarlarda trombozlara yani pıhtılara yol açıyor. O bölümü de Ali Serdar Fak Hocamız yazdı. Yine aynı şekilde metabolik sistem sorunlarına, diyabete yol açıyor. Bunu da Betül Uğur Altun Hocamız yazdı.
Aslında hava kirliliği üç sistem üzerinde fazla etkili. Solunum sistemi ve kardiyoloji-kardiyovasküler sistem demiştim. Üçüncü sistem de nörolojik sistem. Ciddi anlamda inmeler var yani felçler ortaya çıkarıyor. Alzheimer hastalığı yapabiliyor, parkinson yapılabiliyor, demansa yol açıyor. Aslında son zamanlarda alzheimer hastalığı oldukça fazla etrafta görüyoruz. Bunun hava kirliliğiyle etkisi gösterilmiş durumda. Dilek Örken Hocamız da bu bölümü yazdı. Ruh sağlığı bizim oldukça gözden kaçırdığımız bir alan aslına bakarsanız. Ama biz hem hava kirliliğinin hem iklim değişikliğinin ruh sağlığı üzerinde olumsuz etkileri olduğunu biliyoruz. Reşit Türker Hocamız da bu bölümü yazdı. Diğer sistemlerimiz var. İnfertilite gibi, kısırlık gibi gözden kaçan sistemlerimiz var. Bunları da Merve Erçelik ve Tuğba Şişmanlar Eyüboğlu yazdı. Gülseren Sağcan Hocamız gebelikten bahsetti. Daha sonra da covid-19 ve hava kirliliğini konuştuk. Burası oldukça geniş bir bölüm. Hasan Bayram ve ekibi de covid-19 ve hava kirliliğini yazdı. Biz bu bölüme bu kadar yer vermeyi çok istemezdik ama bu kadar yer verdiğiniz bir şey. Çünkü bu kadar fazla etkilere yol açıyor.
Tabii burada şunu söylemek lazım. Anne karnından itibaren hava kirliliğinin bebeği etkilediği, annenin sağlığını etkilediği, sonrasında çocukları ve erişkin dönemlerde de her türlü sistemi etkilediğini ve buraya gerçekten ‘görünmez katil’ gibi bakmamız gerektiğini ve biraz da gözümüzü buraya, hastalıklarla uğraşmak yerine hastalığın nedenlerinden biri olan hava kirliliği, iklim değişikliğine bakmamız gerektiğini söylemeliyim. Burada küçük bir anekdot anlatmak isterim. Elbe Nehri var. Çek Cumhuriyeti'nden başlayıp Almanya'dan geçen kocaman bir nehir. Orada açlık taşları var. 2018’de bu açlık taşları kuraklık nedeniyle, nehrin suyunun azalması nedeniyle görülüyor ve orada şöyle bir not var; beni görürsen ağla. 1616 yıllarında yazılmış Almanca bir yazı olduğu söyleniyor bunun. Aslında iklim krizi, kuraklık bizim için artık ağlamaktan öte. Bize aslında uyarı olarak yazılmış. Biz artık ağlamaktan herhalde daha ötesini geçmek zorundayız. Karbondioksitin bu kadar arttığı bir dönemde sanıyorum artık eyleme geçmek gerekiyor. Belki Osman Hocama burada söz vereyim, savunuculuk konusuna bakalım. Teşekkür ederim.
Ö.M.: Çok teşekkürler Nilüfer Hanım. Ben de bir ufak ilavede bulunayım izninizle. Geçen günlerde önümüze gelen iki ayrı araştırmadan da bahsetmek uygun olabilir bu sırada diye düşündüm. ABD'de ‘Society of Actuaries Research Institute’ diye bir araştırmada Amerikalıların %53’ünün aşırı hava olaylarından yani fırtınalardan, hortumlardan, sıcak dalgalarından, orman yangınlarından ve sellerden sağlıklarının derinlemesine etkilendiğini söylemişler. %50’den fazlası açıkça söylüyor ve dahası burada cevap verenlerin kendi mal ve mülkleri üzerinde de etkileri olduğunu söylemişler. Genel güvenlik duygusu yani biraz önce sizin de belirttiğiniz ruh sağlığı üzerindeki etkileri derken, sadece hava kirliliğinin değil tabii bu insanların hayatı üzerindeki derinlemesine etkisinden de bahsedebiliriz. %51’i böyle demiş ve toplum üzerindeki etkileri topluluk üzerine genel güvenlik sorunu yaratıyor. Bir de fiziki olarak % 42’si kısa vadeli yaralanmalar ve hastalıklardan, %23’ü mevcut bir kronik durumun komplikasyonlarına yol açtığını, %15’inin de uzun vadeli kronik kondisyonlarının arttığından şikayet etmişler. Bayağı ciddi bir şey bu. Media Lens’te gördüğümüz bir haberdi.
Bir de ayrıca şundan bahsetmek mümkün; Hindistan'da da sıcak hava dalgalarının şiddet olaylarının çok arttırdığını yani sıcaklığının artmasını, küresel ısıtmanın şiddet olaylarını arttırdığını gösteren yeni bir araştırma yayınlanmış. Bayağı şiddeti, cinayetleri ve çatışmaları arttırıyor diye de bir şey var. Onları da eklemek istedim. Osman Bey buyurun.
O.E.: Yani Ömer Bey, bu bilgiler çok değerli. Bu bilgi üretimi, akademik alanda bilgi üretimi çok önemli. Yakın zamana kadar Türkiye tüm dünyada olduğu gibi bilim insanlarına, akademisyenlerine bir yarışın içerisine soktu. Dedi ki, ‘akademisyen olarak ya yayınla, ya yok ol!’ Bu kendi içerisinde bakışta bilgi üretimini teşvik ediyor olsa da son derece gereksiz lafı da ortaya koyması açısından sorunluydu. Ama yine de bir üretimi teşvik ediyordu. Burada izninizle bir küçük parantez açıp, son 10 yılda Türkiye'nin akademisine dayatılan bu ‘yayınla ya da yok ol’ paradigmasının yerine konulan ‘biat et ya da yok ol’ paradigmasını da konuşmak lazım.
Evet biz, bir öncesine daha önce eleştirel getiren insanlar olarak, hiç tereddütsüz bir vaziyette söyleyelim ki, bugün akademiye dayatılan ‘biat ya da yok ol’ paradigması yerine ‘yayınla ya da yok ol’u tercih ederiz. Çünkü artık akademik bir nosyonun kalmadığı, akademik bilgi üretiminin değil, tamamen akademisyenin bir devlet memuru, bir kapı kulu zihniyetine çevrildiği bir tahayyül içerisinde yürüyoruz. Bununla bir bilgi üretmek mümkün değildir. Bununla bir toplumsal bilgiyi üretmek mümkün değildir. Bununla yapabileceğimiz Türkiye'nin atabileceği tek adım akademisyenin bir muktedirin memuru haline dönüştürülmesi. O yüzdendir ki Boğaziçi'nde sırtını rektörlüğe, bu zihniyetlere dönen meslektaşlarımızla dayanışma içerisindeyiz. Biz tekrar bilgi üretmenin, biat etmenin değil, özgürce bilgi üretmenin yollarını bulmamız lazım. Ama bu bilgi de toplumsalın bilgisi olması lazım. Çünkü çocuklarımız erken doğuyor. Biraz önce ifade ettiğiniz gibi beyinlerimiz küçülüyor. İnsanlar koahtan, kalp hastalıklarından, felçlerden ölüyor ve biz bu ölümlerle kurduğumuz ilişkiyi göstermekle yetinmemek, ünlü tezek atıfla ifade edersek, açıklamakla yetinmeyip değiştirmek konusunda bir irade göstermemiz lazım. Çok az bir zamanımız kaldı bu dünyada.
Bir önemli nokta da toplumda artık ‘farkındalık’ yaratmayalım. Yani farkında mısınız? Öksürüyorsunuz ama herhalde koahınız var. Farkında mısınız? Göğsünüz ağrıyorsa artık kalp hastalığınız var. Farkında mısınız? Eliniz kolunuz titriyorsa parkinsonunuz var demenin ötesine geçelim, savunalım. Artık toplumu savunmak gerek demek zorundayız ki eğer Cerattepe'yi kaybedersek koahtan öleceksiniz, eğer Kirazlı'daki ağaçları, Munzur'daki ormanı, Muğla'daki Akbelen ormanlarını kaybedersek ya koahtan ya kanserden ya kalp hastalığından ya felçten öleceksiniz. Ölmemek için savunacağız. Hep birlikte ayakta duracağız. Betona çevirdiğimiz dünyanın bizi aslında hastalandırdığını ve öldürdüğünü ifade edip, akademisyeninden aktivistine doğru dönüşen, bunun ikisini birlikte yapabilen bir argümanı geliştirmemiz lazım. İşte tam da burada size teşekkür ederek söylemem lazım ki Açık Radyo’nun tarihi aslında nereden nereye Açık Radyo’nun geldiğini göstermesinin ötesinde, bir ekolojik kronolojik tarih sunuyor kitabın içerisinde ve bu tarihsel bilinçle toplumu savunmak gerekiyor. Bunun için de her birimizin kendi alanında yapacağı bir şeyler var. Bunu da çok önemsiyoruz.
Türkiye'de akademik bilgi üretiminde iki türlü, iki kutup yaşanıyor. Bir bilgi son derece steril; ideolojiden, politikadan, uygarlığın seçimlerinden azade. Sanki siyaset üstü bir bilim varmış gibi ideolojinin kapısını hiç çalmadan üretilen teknik bir bilgi. Bu bir hata. Öte taraftaki uçta, bu teknik tarafın tümüne sırtını dönerek iki slogan atmanın, iki ideolojinin ortasından konuşmanın yeter zannettiğini gören, sloganlaştırılan ideolojiye kaçan bir hat. İdeolojiden kaçmadan ama ideolojiye de kaçmadan. Bir tarafının ayağına teknik bilgide, bilimsel bilgide olduğunu gören, bunu aynı zamanda toplumsallaştıran, aynı zamanda politize edilen, aynı zamanda insan uygarlığının eleştirisini yapan bir bilgi hattına ihtiyacımız var. Bu bölüm aslında Açık Radyo, Ömer Madra özelinde buna işaret ediyor. Ama bununla yetinmeden, örneğin sevgili Arzu Yorgancıoğlu Hoca'yla birlikte ‘solunum sisteminde dünyada neler oluyor, nasıl bir savunuculuk mekanizmasına gidiyor’ perspektifini açıyor.
Bugün büyük bir mutlulukla söylemem lazım ki Türkiye kökenli bilim insanları dünyanın dört bir tarafında çok kıymetli yerlerdeler. Ama daha da bize gurur veren noktası savunuculuk faaliyetlerini dünyaya öğretiyorlar. Bunlardan biri sevgili Arzu Hoca, hemen aklıma gelen bir başkası Elif Dağlı Hoca. Türkiye öyle bir ülke ki sadece teknik bilim yapılarak dünyanın yürüyemeyeceğini artık fiilen ülke sathında gösterebilen bir laboratuvar ortamına geldi. Sevgili Haluk'un da dediği gibi Arif, Türkiye'de ekoloji hareketinin hukuk ayağını belki de tek başına götüren nadir insanlardan biri. Her yerde bir ekolojik mücadelenin içerisine hukuku koyuyor. Ama Arif bu yasayla aynı zamanda mevcut hukukun neden yetmediğini ve bu hukukun nasıl ekolojikleştirilebileceğine dair de ipucu arttırıyor. Yani aslında tıbba baktığımız gibi hukuka da başka bir gözle bakmamız lazım. Žižek'den alıntıyla söylersek, ‘Yamuk bakmak, değiştirmek zorundayız ölmemek için.’ Sevgili Ali Osman Karababa, bir halk sağlığı uzmanı olarak bugün itibariyle Türkiye'de çok kötü yapılıyor çevresel etki değerlendirmesi, tamamen şirketlerin emrinde yapılmış durumda ama hem çevresel etki değerlendirmesinin hem de artık bunun bir alt parçası haline gelmesi gereken sağlık etki değerlendirmesinin yapılması gerekiyor. Yani bir yere bir santral açacaksanız doğru düzgün çevre değerlendirme yazısı yapmanız yetmez, aynı zamanda orada sağlık etki değerlendirmesi yapacaksınız. Bir termik santralin kaç çocuğun ölümüne maruz bırakacağını o termik santralin kurulduğu ilçeye anlatmak zorundayız. Bunu, bilimin nasıl üretilebileceğini sevgili Ali Osman Karababa gösteriyor. Bir de hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Eğer bu kapitalizm maliyet üzerinden etki ediyorsa, evet, maliyete indirgemeden konuyu ama maliyeti de göz ardı ederek değil, bu termik santrallerin bu doğayı betona çeviren bu bakış açısının, bu daha fazla büyüyelim, daha fazla kalkınalım retorinin aslında hem yaşam, hem sağlık, hem de ekonomik maliyetlerinin ne kadar ağır olabileceğini göstermek lazım. Sevgili Funda Gacal da bu perspektifi koyuyor.
Aslında ben cümlelerimi şöyle bağlamak isterim. Türk Toraks Derneği'nin kendisi içerisinde yayınladığı bir çevre politikası var. Biz orada iki tane çok kritik atıf yaptık. Birine dedik ki, insanın doğadan özgürleşmesi bir özgürleşme değildir. İnsanın doğayla birlikte kendini özgürleştirmesi gereklidir. Bu dünyanın tüm paradigmalarına eleştirel bir perspektifle durmak gerektiriyor. İkincisi de bugün itibariyle her bir yerde önümüze temcit pilavı gibi getirilen, bu sürdürülebilir kalkınma rekorinin, bu her yeri betona, ağaçları yok eden, doğayı ve insanı yok eden bu retoriğin yerine sürdürülebilir bir gelecek ve yaşamı hedeflememiz lazım. O yüzden her attığımız adımda kalkınma değil, gelecek ve yaşam sürdürülebiliyor mu buna bakmak lazım. Biz son kertede tıp doktorları ve akademisyenler olarak yaşamdan yana tarafız. Gelecekten, hala hayatın insanca tüm doğayla birlikte var olmasından yanayız. Kitabı da bu perspektifle kurgulamıştık.
Ö.M.: Evet, sadece üç dakikamız kaldı. ‘Hava kirliliği, iklim krizi ve sağlık etkileri’ üzerine Türk Toraks Derneği'nin yayınladığı kapsamlı kitabı konuşuyoruz. Haluk Bey, siz birkaç cümle eklemek ister misiniz son söz olarak?
H.C.Ç.: Ben de çok teşekkür ediyorum. Hem size çok teşekkür ederim hem de yaklaşık 45 bilim insanı arkadaşımızla gerçekleştirdik bu kitabı, onlara da buradan hepsine bir selam ve teşekkür iletmek isterim. Kitabı bölüm bölüm olarak Toraks Derneği web sitesinden halkın da indirimli açılmasını sağlayacağız. Hatta belki mümkünse siz de kabul ederseniz Açık Radyo web sitesinden de ulaşıma bir link konulabilir.
Ö.M.: Elbette, büyük bir memnuniyetle. Tabii onu da arkadaşlarımızla hemen konuşalım.
H.C.Ç.: Tabii bir atıf da, teşekkür de Açık Radyo’ya yapmak isterim. Aslında bizlerin bu kitabı yazma, birer doktor olarak hayatına devam eden insanların bu alanlarla ilgili meraklarımızı uyandırması açısından da Açık Radyo’nun ve Ömer Bey sizin katkınız çok büyüktür. Bunu da teslim etmek gerekir. Size de çok teşekkür ediyoruz. İyi ki Açık Radyo var.
Ö.M.: Estağfurullah. Ben de fahri üyeliğe ettiğiniz için beni çok teşekkür ederim ve uzun süre sonra ilk eylemimi platform üzerinden bir konferansta gerçekleştirme fırsatı da bana vermiştiniz. O açıdan da çok mutluyum doğrusu. Yani bu kitabı her yerde daha derinlemesine, yani hacmine korkuyla bakmadan dikkatle incelemekte, okumakta çok yarar var doğrusu. Yani ben hala tamamını okumuş olduğumu söyleyemem ama epey yararlandım ve yararlanmaya da devam ediyorum. Haluk Bey, Nilüfer Hanım ve Osman Bey çok teşekkür ederiz.
Ö.Ö.: Çok değerli bir çalışma.
N.A.: Çok teşekkürler. Son birkaç şey söylemek isterim zamanınız varsa. Biz insanlar, sanayi devrimiyle güç, hırs ve açgözlülükle dünyayı epeyce kirlettik. Bir sürü doğa ve kültür tahribatları var. Türkiye'de ne yazık ki her gün başka bir doğa ve kültür tahribatıyla uyanıyoruz. Bergama var biliyorsunuz, sonrasında Mersin Akkuyu Santrali var, Salda Gölü var, Kaz Dağları var, hidroelektrik santralleri var. Kitabımızın son bölümünde deneyimden bahsettik. Orada yatan deneyimi Sebahat Genç Hocamız anlattı. Bursa Dossat’ı da Kayıhan Pala Hocamız anlattı. Bursa Dossat, mahkeme kararının bizim açımızdan, ekolojik açıdan olumsuz olmasına rağmen bir zafer yazdı. Bu hepimize örnek olmalı diye düşünüyorum. Çünkü Bursa'da, merkezde bir termik santrali açılacaktı ve oradaki demokratik kitle örgütleri, partiler birleşti ve burayı kazandılar. Hepimize örnek olması, tüm bu konuda tahribatlara karşı savaşa örnek olması dileklerimle tekrar teşekkür ediyorum.
Ö.M.: Evet çok teşekkürler. Bunları konuşmaya elbette devam edeceğiz. Tekrar buluşmak üzere diyelim.
Ö.Ö.: Çok teşekkür ederiz katıldığınız için.
Türk Toraks Derneği - Hava Kirliliği, İklim Krizi ve Sağlık Etkileri