Dünya Mirası Adalar’da Derya Tolgay ve Nevin Sungur, Prof. Dr. Nesrin Algan ile Kunming–Montreal Biyoçeşitlilik Çerçevesi’nin 30x30 hedefini ele alırlarken; Marmara Denizi ve Asi Havzası’ndaki koruma ve restorasyon çalışmalarının bu küresel hedefin yerelde nasıl uygulanabileceğine ışık tutuyorlar, Türkiye’nin çevre politikaları ile biyoçeşitlilik kaybının yarattığı acil riskleri masaya yatırıyorlar.
Derya Tolgay: Herkese merhaba. Dünya Mirası Adalar programında birlikteyiz, ben Derya Tolgay.
Nevin Sungur: Ben Nevin Sungur.
D.T.: Teknik masada Andrei Gritscu’ya çok teşekkür ediyoruz.
Bugün gezegenin geleceğiyle ilgili doğa koruma anlaşmalarının en önemlilerinden biri olan Kunming-Montreal Küresel Biyoçeşitlilik Anlaşması ve bu anlaşmanın en çarpıcı hedefi olan 30x30 yani 2030 yılına kadar dünya kara ve deniz alanlarının en az %30'unun korunması konusunu konuşacağız. Ayrıca 2030'a kadar biyolojik çeşitlik kaybını durdurmak ve tersine çevirmek mümkün mü bugün konuğumuza soracağız.
Aslında bu hedef, yürüttüğümüz iki önemli çalışmanın da ana eksenini oluşturuyor. Daha önceki programlarda birçok kez konuklarımızla bu çalışmaları paylaştık Bunlardan birisi, Marmara Denizi ve Havzası Restorasyon Raporuidi.Marmara Havzası'nın ekolojik bütünlüğünün güçlendirilmesi, deniz ve kara ekosistemlerini birlikte ele alarak sürülebilir yönetimi sağlanması amaçlanıyor. Burada da 30x30 söz konusu.
Diğeri ise Asi Çevre Vizyon Planı ve bu da Hatay'da 6 Şubat depremi sonrasında Asi Havzası'nda yürütülen bir çalışma. Ekosistem temelli planlama yaklaşımıyla doğal alanların korunması ve restorasyonunu merkeze alıyor ve Samandağ ve Milleya Sulak Alanı ve Samandağ kıyı şeridini de kapsıyor tabii.
Bu her iki çalışma da havza ölçeğinde ekolojik koruma anlayışını güçlendirerek, 30x30 hedefinin yerelden hayata geçirilmesine katkı sunuyor. Bugün bu hedefleri, doğa koruma politikalarının geleceğini, çevre yönetimindeki yeni yaklaşım ihtiyacını konuşmak üzere çok değerli bir konuğumuz bizlerle olacak; Prof. Dr. Nesrin Algan. Hoşgeldiniz.
Nesrin Algan: Teşekkür ederim, hoşbulduk.
N.S.: Hocam hoşgeldiniz.
N.A.: Hoşbulduk.
D.T.: Siz, deniz çevre politikaları, çevre güvenliği, uluslararası çevre hukuku ve sürdürülebilir kalkınma alanlarında uzman bir akademisyensiniz. 1984'ten 1998'e kadar Çevre Bakanlığı’nda da görev yaptınız ve ardından da 2024 yılına kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalıştınız. En önemli kısım, şu anda özellikle çok yoğun şekilde sivil toplumun çevre politikalarındaki rolünün güçlü bir savunucusunuz. Bugün de çeşitli çevre ve iklim odaklı kuruluşlarda aktif görevler sürdürüyorsunuz. Ben önce, biraz da özel hayatınıza girerek sormak ve sohbeti oradan başlatmak istiyorum çünkü sonrasında ciddi konulara gireceğiz. Bize Heybeliadalılık hikayenizi lütfen anlatır mısınız?
N.A.: Aslında ben fahri Heybeliadalıyım çünkü ben çok küçükken yaşamışız Heybeliada’da. Trabzon'da doğmuşum. Babam İkizdere'ye hükümet tabibi olarak gittiği için İkizdere'de ilk suya alışma, yüzme denemeleri yaptığıma dair bebeklik fotoğraflarım var - biliyorsunuz, HES’ler nedeniyle artık İkizdere yok neredeyse. Sonra Heybeliada’ya taşındık. Babam sanatoryumda verem savaşçıydı. Çam Limanı, sanatoryumdaki hastaların kaçak olarak orada yüzme durumları var diye bize yasaktı. Babam bizi Yörükali Plajı’na götürürdü. Adada bisiklete binmeyi öğrendim, ilk kez sinemaya gittim. Bir de Heybeliada abim, ablam, annem, babamla birlikte yaşadığım son yer oldu. Kısa bir süre sonra İstanbul'da yaşamışız ama sonra ailede herkes bir yere gitti. Ben, annem ve ablamla Trabzon'a döndüm. Babam, Dünya Sağlık Örgütü Verem Savaş ve Su Çiçeği ve Çiçek Hastalığı Eradikasyonu için Ruanda'ya taşındı. Abim, İstanbul'da kaldı. Ama ben Heybeliada'ya, sanıyorum 25 yıl önce, en son babamla gidebildim. Onun vefatından beri vapurdan inemiyorum. Hem ailemden kaybettiğim insanlardan dolayı, hem de Ada eskisi gibi değil. İşte Heybeliada’nın özel anlamı bu benim için. Bir tür aile evi yani ailemi birlikte gördüğüm son ev.
D.T.: Siz son iki sene önce gittiniz ama inmediniz, doğru mu anladım?
N.A.: Yok,10sene olmuştur belki, ya da yedi, sekiz sene.
DT: Şimdi gelseniz demek ki daha iskeleye varmadan, uzaktan geri döneceksiniz.
N.A.: Antakya seyahatinde öğrendim, Müsekkin içip ineceğim vapurdan. Öyle yapılabiliyormuş.
D.T.: Evet maalesef göz göre göre bu kayıpları yaşıyoruz ama yine de temennimiz hep düzeltmek için çalışmak değil mi?
N.A.: Ömrümün 41 yılı bürokrat, çevre diplomatı, akademisyen ve aktivist olarak çevre ama daha çok deniz çevresi, denizel çevre ve çevresel güvenlik ve işin ulusal ve uluslararası hukuki boyutu üzerine çalışarak geçti. Eğer umudunuzu ve motivasyonunuzu kaybederseniz, zaten varlık nedeninizi inkar etmiş oluyorsunuz.

D.T.: Peki, nedir bu Kunming-Montreal Küresel Biyoçeşitlilik Anlaşması Nesrin Hanım?
N.A.: Aslında Kunming-Montreal Anlaşması diye bir anlaşma yok; anlaşma,Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik sözleşmesi, bir konvansiyon. 1992'de Rio'da imzaya açıldı ve yürürlükte. Türkiye de buna taraf. Yine 1992'de Rio'da Gündem 21 diye bir eylem planı kabul edildi ve onun da 17. bölümü tamamen denizlere ve okyanuslara aittir.
Kunming-Montreal, Biyoçeşitlik Sözleşmesi'ne taraf olan ülkelerin iki yılda bir yaptıkları taraf ülkeler toplantılarından biri. Türkiye'de COP diye bir şey biliniyor ama COP sadece iklim sözleşmeleriyle ilgiliymiş gibi bir algı var. Halbuki her anlaşmanın, her uluslararası sözleşmenin bir COP'u yani taraf ülkeler toplantısı var. İşte Biyoçeşitlilik Sözleşmesi'nin de böyle COP’ları oluyor.
Mesela, 1995 COP’unda bir Jakarta Mandası kabul edilmiş; kıyı ve deniz alanlarının yönetim planlarının yapılarak korunmasına dair çok çeşitli hükümler var. Sonra 2010'daki 10. COP’ta, ülkeler 2030'a kadar kara alanlarının %17'si, deniz alanlarının %10'unu yani toplam %27'sini koruma altına almayı taahhüt etmişler - fakat tabii ki yaşayan hedefler bunlar. Nitekim 2022'de yapılan Biyoçeşitlik Sözleşmesi’ne tarafülkelerce COP 15. toplantısında, ‘Küresel biyolojik Çeşitlilik Çerçevesi’ diye bir belge kabul edilmiş. Bu da bir anlaşma değil, bir belge ama bu belge, bu kabul edilen karar sözleşmeye dayandığı için, sözleşmenin hükümlerine göre taraf ülkeler yaptıkları olağan ya da olağanüstü toplantılarda aldıkları kararlarla sözleşmeyi uygulamaya geçirecekleri için hukuki olarak, siyasi irade olarak, etik olarak taraf ülkeleri bağlıyor.
Burada daha genel bir ifade, daha doğrusu daha geniş bir ifade var. Bir kere korunan alan miktarı arttırılmış. Korunması amaçlanan alan %27'den %30'a çıkarılmış ve ‘Tüm karasal, iç su, kıyı ve denizel ekosistemlerin en az %30'u koruma alanı olarak ilan edilsin, koruma altına alınsın’ denmiş.
Buna paralel olarak Birleşmiş Milletler'in başka bir hedefi var; sürdürülebilir kalkınma amaçlarının 2030'a dek gerçekleşmesi hedefleniyor. Bunun da 14.sü sudaki yaşam, Bütün denizler kıyı alanları nasıl korunacak? Bu amaçta detaylı bir şekilde göstergeleriyle birlikte planlanmış.
Öte yandan bakıyorsunuz, UNESCO'nun Okyanus Bilimi 10. yılı içindeyizve oda 2030'da bitecek. Zaten Biyoçeşitlik Sözleşmesi'nin COP’ları devam ediyor. 2026'da Erivan'da 17.si yapılacak. Bir yandan Dünya okyanuslarının bioçeşitliliğini korumak için hiçbir ülkenin egemenlik alanında olmayan alanlara dair bir anlaşma imzalandı. Ulusal yetki alanları dışında kalan bu anlaşma, Ocak 2026’da yürürlüğe girecek ve Türkiye de imzaladı bunu.
Bunların hepsi denizel alanlarda türleri, habitatları, genetik çeşitliliği, bioçeşitliliği korumayı hedefleyen hukuki düzenlemeler ama bilimsel ve hukuki doğru adı Kunming-Montreal Küresel Biyoçeşitlilik Çerçevesi ve dayanağı da 92 tarihli Biyoçeşitlik Sözleşmesi.
D.T.: Kaç ülke bu uzlaşmada buluşmuş?
N.A.: Kesin sayıyı söyleyemem ama 196 olsa gerek çünkü tarafların toplantıya yetki belgesiyle katılan tüm temsilcileri bunu kabul etmiş. Çekince koyan ya da ben bunu tanımıyorum diye bir nota veren bir ülkeye tanık olmadık – Türkiye de dahil.

N.S.: Hocam Türkiye de taraf bu sözleşmeye dediniz. Çok genelleme yapmak belki doğru değil ama Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere baktığınızda çok muhteşem bir karne görmüyoruz ve bu yüzden size sormak istedim; Türkiye'nin bu tarafı olma yükümlülüğü altında ödevleri ne? Karnesi ne durumda size göre?
N.A.: Koruma alanı ilan ya da ihdas etme ile önemli ekolojik ve yaşamı destekleyen sistemleri, türleri koruyacağını, biyolojik çeşitliliğin tümünü yani hür çeşitliliğini, genetik çeşitliliğini, habitat çeşitliliğini koruyacağını taahhüt etmiş oluyor. Nedense Kunming-Montreal, biraz daha öne çıktı ama bizim 70'li yıllardan bu yana taraf olduğumuz Akdeniz'in korunmasına dair Barcelona Sözleşmesi'nin özel koruma alanları protokolü var örneğin. Çanakkale Boğazı girişine kadar olan, Cebelitarık'tan bütün Akdeniz havzasını ve kıyılarını kapsıyor. Zaten bu sözleşme gereği biz, Akdeniz'de koruma alanı ilan etmeyi taahhüt etmişiz.
Ben o zaman bakanlıkta çalışıyordum ve 13 koruma alanını da Birleşmiş Milletler'e kaydettirmiştik. Sonra protokolde bir revizyon oldu ve Türkiye bu revizyonları da kabul etti, Resmi Gazete’de yayınladı ancak 1995'ten bu yana bu daha önce Birleşmiş Milletler'in koruma alanları listesine dahil ettiği yerleri yeniden dosya hazırlayıp, Birleşmiş Milletler Çevre Programı'na sunmadı yani 1995'ten bu yana ödevini yapmadı. Dolayısıyla Resmi Gazete’de yayınlanmış ve Anayasa’nın 90. Maddesi’ne göre kanun hükmünü almış bir sözleşme ve protokolden bahsediyorum: Akdeniz Sözleşmesi'nden.
Biyoçeşitlik Sözleşmesi de Türkiye'nin ulusal kanunudur, Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. Biyoçeşitlik Sözleşmesi gereği kabul ettiği ve yerine getirmeyi taahüt ettiği o belgedekidokuzhedefi, ne ölçüde yapacağına dair birazcık kuşkulu yaklaşıyorum tabii ki ben çünkü deniz çevresinin sağlığını muhafaza edecek; şimdiki ve gelecek kuşaklar için turizm, balıkçılık, bilimsel araştırma, eğitim gibi fırsatları oluşturacak; deniz alanları üzerinde olumsuz etkilerin azaltılması ve bu alanların rehabilite edilmesini sağlayacak; kritik deniz habitatlarını belirleyecek; sadece habitat falan değil, türleri ve genetik çeşitliliği de koruyacak deniz alanlarında ki Karadeniz, Boğazlar, Marmara ve - Ege dahil - Akdeniz'deki durumumuza sizler de çok yakından tanık oluyorsunuz.
N.S.: Kaldık.
N.A.: Evet, birazcık moral bozucu.
D.T.: Peki, Akdeniz için bir bağlayıcılığı vardı; Ramsar için de bağlayıcılığı var değil mi?
N.A.: Biyoçeşitlilik için de var.

D.T.: Ben burada şunu merak ediyorum; Türkiye tamam da diğer ülkeler uygulama ve finansman konusunda taahhütlerini yerine getiriyorlar mı? Bunun finansmanı nasıl sağlanıyor?
N.A.: Aslında çevre politikalarında ilke, evrensel olarak hukuken kirleten öder, kullanan öder ilkesi. Dolayısıyla bu şu anlama gelmiyor; ödeyin, ödeyerek kirletebilirsiniz yani öderseniz kullanırsınız değil; ‘kirletmeniz yasaktır ve kullanmanız da ulusal bütçeye yapacağınız katkıya bağlıdır’.
Gelişmiş ülkeler yani Trump öncesi ABD, Kanada, Yeni Zelanda, Fransa, Monaco, Avrupa Birliği üyesi ülkeler ve ada ülkeleri bu konularda bize göre çok daha ileri bir safhadalar. Zaten ada ülkelerinin başka şansı yok. Fakat mesela dünyanın en büyük koruma alanları iki tanedir; birisi ABD ve Yeni Zelanda tarafından 2016'da ilan edilmiş Antarktika-Ross Denizi. Diğeriise2016'da Obama'nın ilan ettiği Hawai Ulusal Anıt Bölgesi Deniz Koruma Alanı. Burası da 1,5 milyon kilometreyaniAntarktika-Ros Denizi’nden çok az daha küçük. Trump'ın ilk yaptığı işlerden biri, bu Havaii Deniz Koruma alanını balıkçılığa açıp koruma statüsünü gevşetmek oldu yani çok toptancı bir yaklaşımla, karne süreç içinde bir ileri iki geri, iki ileri üç geri gibi gelişiyor diyebilirim.
N.S.: Yani diyorsunuz ki denizlerde ve biyoçeşitlilikte adım adım bir geri gidiş söz konusu; bir yok oluşun alt yapısını sağlamaya çalışan bir liderler topluluğuyla karşı karşıyayız sanki.
N.A.: Benim düşüncem şöyle; dünyada çevre hareketi 2010'dan sonra, siyasi iktidarların gündeminde gerilemeye başladı. 90'lı yıllarda Fidel Castro'yu, Bush'u ve Demirel'i çevreyi korumak için aynı masada işbirliği yaparken görüyorduk. Öncülüğü Avrupa Birliği gibi yüksek standartları olan bir topluluk yapıyordu. Şimdi ise bakıyoruz ki hepsinde iklim krizi dahil bir atalet, duraksama, önemsememe var. Bunun yeniden canlanması, yeniden gündeme getirilmesi lazım çünkü iklim krizi çok ciddi bir kriz fakat ondan daha hızlı ve daha yok edici başka bir kriz içindeyiz ve oda bir çeşitlilik kaybı.
6. Büyük Yok Oluş döneminde yaşıyoruz. İlk beşinde gezegende insan yoktu. Şimdi insan var ve insan eliyle yok oluyoruz. Büyük memeliler hızla yok oluyor. İnsan da memeli türlerden biri. Benim Ömer Madra Hocamdan yıllar önce öğrendiğim çok çarpıcı bir şey bu. Biz zannediyorduk ki gezegenden insanı çıkardığınızda ekolojik düzen bir süre sonra yeniden kurulur fakat maalesef artık öyle bir şansı yok gezegenin. İnsanı tamamen çıkarsanız da dünya gezegeni eski ekolojik dengesine, düzenine erişemiyor.
Stockholm'da bir bilimsel kuruluş her yıl ‘Gezegenin Sınırları’ raporunu yayınlıyor. Üç-dört alanda sınırları aşmış durumdayız. Tabii ki başka bir gezegen düzeni göstergesi bu. Gezegende hem iklim açısından, hem de biyoçeşitlilik açısından hayat farklı olacak çünkü biyoçeşitlilik bir yandan da yaşam destek sistemi yani insan türünün gıda destek sistemi. Biyoçeşitlik olmadan gıda güvenliğini sağlamanız da mümkün değil, iklim krizini önlemeniz de mümkün değil. Fakat buna adapte olabilecek zengin sınıflar, ülkeler ve gruplar var. Burada çok ciddi bir çevresel adaletsizlik sorunu var.
Biliyorsunuz, krizler en çok yoksulları, kadınları, çocukları etkiliyor ki biyoçeşitlilik yok oluşu da öyle. Mesela pandemi olacak çok ciddi bir küresel yıkım yaşayacağız diye Dünya Sağlık Örgütü ile Birleşmiş Milletler Çevre Programı yıllarca raporlar yazdılar. Ben de bu raporlardan hareketle Türkiye'de konferanslar verdim, yazılar yazdım çünkü biyoçeşitlilik kaybı, özellikle de orman kaybı pandemilerin yaygınlaşmasının temel nedeni. Pandemi döneminde herkes benden iklim konferansı istedi ve ben de ‘önce pandeminin ekolojik nedenlerini ve sonuçlarını anlatayım, sonra iklimi anlatayım’ diye şantaj yapıyordum çünkü pandemilerin temel nedenlerinden bir tanesi, dediğim gibi, ormanda yaşayan bir takım virüslerin konak bulamama nedeniyle, en yakın konak olarak insanı tercih etmek zorunda kalması. Siz ormanı yok ederseniz ve ormanı tarlaya, konut alanına, turizm tesisine çevirirseniz o virüs var olmak için o tesisteki canlı türü olarak insanı seçiyor.
D.T.: Şimdi biraz da Marmara'ya gelelim istiyorum çünkü vaktimiz çok az kaldı. Hocam, tabii ki koruma ve restorasyonla hala bir umudumuz var diye düşünüyorum ben ve temennim de bu şekilde.
Stockholm'da bir bilimsel kuruluş her yıl ‘Gezegenin Sınırları’ raporunu yayınlıyor. Üç-dört alanda sınırları aşmış durumdayız. Tabii ki başka bir gezegen düzeni göstergesi bu. Gezegende hem iklim açısından, hem de biyoçeşitlilik açısından hayat farklı olacak çünkü biyoçeşitlilik bir yandan da yaşam destek sistemi yani insan türünün gıda destek sistemi. Biyoçeşitlik olmadan gıda güvenliğini sağlamanız da mümkün değil, iklim krizini önlemeniz de mümkün değil. Fakat buna adapte olabilecek zengin sınıflar, ülkeler ve gruplar var. Burada çok ciddi bir çevresel adaletsizlik sorunu var.
Biliyorsunuz, krizler en çok yoksulları, kadınları, çocukları etkiliyor ki biyoçeşitlilik yok oluşu da öyle. Mesela pandemi olacak çok ciddi bir küresel yıkım yaşayacağız diye Dünya Sağlık Örgütü ile Birleşmiş Milletler Çevre Programı yıllarca raporlar yazdılar. Ben de bu raporlardan hareketle Türkiye'de konferanslar verdim, yazılar yazdım çünkü biyoçeşitlilik kaybı, özellikle de orman kaybı pandemilerin yaygınlaşmasının temel nedeni. Pandemi döneminde herkes benden iklim konferansı istedi ve ben de ‘önce pandeminin ekolojik nedenlerini ve sonuçlarını anlatayım, sonra iklimi anlatayım’ diye şantaj yapıyordum çünkü pandemilerin temel nedenlerinden bir tanesi, dediğim gibi, ormanda yaşayan bir takım virüslerin konak bulamama nedeniyle, en yakın konak olarak insanı tercih etmek zorunda kalması. Siz ormanı yok ederseniz ve ormanı tarlaya, konut alanına, turizm tesisine çevirirseniz o virüs var olmak için o tesisteki canlı türü olarak insanı seçiyor.
D.T.: Şimdi biraz da Marmara'ya gelelim istiyorum çünkü vaktimiz çok az kaldı. Hocam, tabii ki koruma ve restorasyonla hala bir umudumuz var diye düşünüyorum ben ve temennim de bu şekilde.
Stockholm'da bir bilimsel kuruluş her yıl ‘Gezegenin Sınırları’ raporunu yayınlıyor. Üç-dört alanda sınırları aşmış durumdayız. Tabii ki başka bir gezegen düzeni göstergesi bu. Gezegende hem iklim açısından, hem de biyoçeşitlilik açısından hayat farklı olacak çünkü biyoçeşitlilik bir yandan da yaşam destek sistemi yani insan türünün gıda destek sistemi. Biyoçeşitlik olmadan gıda güvenliğini sağlamanız da mümkün değil, iklim krizini önlemeniz de mümkün değil. Fakat buna adapte olabilecek zengin sınıflar, ülkeler ve gruplar var. Burada çok ciddi bir çevresel adaletsizlik sorunu var.
Biliyorsunuz, krizler en çok yoksulları, kadınları, çocukları etkiliyor ki biyoçeşitlilik yok oluşu da öyle. Mesela pandemi olacak çok ciddi bir küresel yıkım yaşayacağız diye Dünya Sağlık Örgütü ile Birleşmiş Milletler Çevre Programı yıllarca raporlar yazdılar. Ben de bu raporlardan hareketle Türkiye'de konferanslar verdim, yazılar yazdım çünkü biyoçeşitlilik kaybı, özellikle de orman kaybı pandemilerin yaygınlaşmasının temel nedeni. Pandemi döneminde herkes benden iklim konferansı istedi ve ben de ‘önce pandeminin ekolojik nedenlerini ve sonuçlarını anlatayım, sonra iklimi anlatayım’ diye şantaj yapıyordum çünkü pandemilerin temel nedenlerinden bir tanesi, dediğim gibi, ormanda yaşayan bir takım virüslerin konak bulamama nedeniyle, en yakın konak olarak insanı tercih etmek zorunda kalması. Siz ormanı yok ederseniz ve ormanı tarlaya, konut alanına, turizm tesisine çevirirseniz o virüs var olmak için o tesisteki canlı türü olarak insanı seçiyor.

D.T.: Şimdi biraz da Marmara'ya gelelim istiyorum çünkü vaktimiz çok az kaldı. Hocam, tabii ki koruma ve restorasyonla hala bir umudumuz var diye düşünüyorum ben ve temennim de bu şekilde. Marmara Denizi Özel Çevre Koruma Bölgesi ilan edildiğinden beri durumu size sormak istiyoruz. Bir de üstüne üstlük Marmara Denizi, su kirliliği kontrolü yönetmeliğindeki tartışmalı bir değişiklik olduve buda facia gibi bir şey. Bu nasıl bir anlayış? Bu ikisi birbiriyle nasıl örtüşüyor? Biraz açıklar mısınız?
N.S.: Bir şey ekleyebilir miyim? Daha önceki röportajlarınızdan birinde siz, ‘Marmara Denizi Eylem Planı 2024’te bitti’ demiştiniz. Şimdi 2025'in sonuna geliyoruz. Neler olup bitiyor? Bu meseleyle ilgili bilgiye erişim sorunu da var.
N.A.: Bilgiye eriştim.
N.S.: Eriştiniz mi? Harika.
N.A.: Ama tabii bilgi, gerçekten bilimsel ve rasyonel aklın ötesinde, algılamamın çok zor olduğu bir bilgi. Ben uzun yıllar Çevre Müsteşarlığı ve Çevre Bakanlığı’nda Özel Çevre Koruma Alanları konusundaki uluslararası hukuki düzenlemelerde gruplarda yazan, müzakere eden biri olarak epey bir bilgi birikimine sahibim. Deniz eylem planlarında, Karadeniz Eylem Planı, Akdeniz Eylem Planı’nda hala yürürlükte olan, doğrudan benim kalemimden çıkma, tabii Türkiye adına yaptığım işler, hususlar var.
Deniz eylem planı bitmez, üncellenerek devam eder. Akdeniz Eylem Planı, 1974'ten beri, Karadeniz Eylem Planıise1994'ten beri sürüyor. Bunun gibi onlarcası var dünya denizlerinde. Marmara Denizi Bütünleşik Stratejik Planı’nın 2024'te bitmesi, benim bugüne kadar ki bilimsel bilgilerime ve aklıma izah edemediğim bir şey. Ama ne yapılmış? ‘Marmara Denizi Özel Çevre Koruma Bölgesi Yönetim Planı’ hazırlaması için Çevre Bakanlığı, Eylül ayında ihaleye çıkmış. Ben bakanlıkta çalışırken bu eylem planlarını bakanlık bürokratları hazırlardı. Yıllardır bunlar ihaleyle yapılıyor. Şimdi çok tuhaf bir şey bu; Çevre Kanunu’nun 9. Maddesi’ne göre ilan edilmiş bir alan bu. Yönetim planı dediğim gibi, 30 Eylül'de ihale edilmiş ve ihaleyi alacak firma tarafından 760 günde tamamlanması isteniyor. Daha ihale sonuçlanmamış. Marmara'da halen yürürlükte olan Deşarj Standartlarına Kısıtlama Genelgesi var ve bir de Atık Su Arıtma Tesislerinin Online Takibi Genelgesi yürürlükte.
Çevre Bakanlığı’nca, 2024'te sona eren Bütünleşik Stratejik Plan’da hedeflenip de tamamlanmayan projelere de devam edilecek. Bu süre boyunca 135 işletme faaliyetten bir süreliğine men edildi. Bir kere, bir deniz koruma alanını ilan etmek için yapılması gereken önce bu denizin karşı karşıya olduğu karasal, gemiden, havadan, atmosferden gelen tüm kirleticileri, tehditleri tespit edersiniz. Denizin biyolojik, kültürel, tarihi, ekolojik önemine dair çalışmaları bitirirsiniz. Sonra da bir tane yönetim planımız olur. Neresi mutlak koruma alanı, neresi geçiş, neresi balıkçılığa kapalı, neresi gemi trafiğine kapalı? Biz, Marmara Özel Çevre Koruma Stratejik Planı’nda böyle bir şey görmedik. Şimdi yönetim planında olacak diye varsayıyorum ve umut ediyorum ancak tabii ki Montreux Sözleşmesi'ni ihlal etmeden. Mercan Restorasyonu, Deniz Çayırları, Erdek Görfezi, PİNA projeleri devam ediyor, Marmara Denizi bütünleşik modelleme ve kirlilik izleme projeleri devam ediyor ancak eylem planının asıl özü olan o denizi nasıl yöneteceğiz? Bu plan henüz ortada yok, dediğim gibi yeni ihale edilmiş.
Bahsettiğiniz yönetmelik değişikliği ile ilgili Mustafa Sarı Hocanın çok ciddi uyarıları var. Kendisi çok iyi bir deniz bilimcidir. Tehlikesiz inorganik atıklar meralara, denizlere, göllere, iç sulara atılabilecek diye bir değişiklik ancak Atık Yönetmeli’ğine baktığınızda ise örneğin Maden Araştırma Çıkartılma ile ilgili başlıkta ‘17 kalem atık denizlere atılabilecek’ deniyor. Bunlar çok tehlikeli. Ya da atık yönetim tesislerinden bu denizlere ve meralara vs. boşaltılacak. Tehlikesiz denen inorganik atıklar da çok tehlikeli. Bir de tabii çok tuhaf bir şey var, yine Mustafa Hoca buna işaret ediyor; ‘Deniz alanlarına hiç atılmaması gereken klorür ve sülfat atılması izni’ getiriliyor. Bu bizim Çevre Kanunu’muza, Anayasa'nın 56. Maddesi’ne , Kıyı ve Denizlerle ilgili 43. Maddesi’ne aykırı, Toprak Mera Çayırlarla ilgili 44-45'e ve Tarih Tabiat Varlıklarının Korunmasına İlişkin Anayasa’nın 63. Maddesi’ne, Taraf olduğumuz Biyoçeşitlilik Sözleşmesi’ne, Karadeniz'in ve Akdeniz'in Korunması Sözleşmeleri’ne, ACCOBAMS’a aykırı. Dolayısıyla yönetmelikteki bu değişikliğin STK'lar ya da muhalefet partileri ya da birileri, ilgililer tarafından dava edilmesi, iptalinin istenmesi gerekiyor. Sanıyorum yargı, kanuna ve Anayasa’ya ve uluslararası sözleşmelere aykırılık nedeniyle bu değişikliği iptal eder.
D.T.: Biz bir program sonrası devam edelim Nesrin Hanım. Çok çok kıymetli bilgiler ancak yarım kaldı, süremiz bitmiş. Yapalım mı bir program daha?
N.A.: Siz nasıl isterseniz.
D.T.: Tamam. Çok çok teşekkür ediyoruz. Sağolun.
N.A.: Ben teşekkür ederim. Çok sevgiler hepinize.
D.T.: Çok teşekkürler. Kesinlikle beraber bir Marmara programı yapalım hocam. Çok sağolun., hoşçakalın.
N.S.: Hoşçakalın. ‘Adalar hepimizin!’


