Malumun İlanı

-
Aa
+
a
a
a

Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay ve Nevin Sungur, mimar Nevzat Sayın ile İstanbul Rum Patrikhanesi'nin yetimhane binasının turizm amaçlı işlevlere dönüştürülmesi kararını masaya yatırıyorlar.

""
Fotoğraf: Murat Germen
“Malumun İlanı” - Büyükada Rum Yetimhanesi III
 

“Malumun İlanı” - Büyükada Rum Yetimhanesi III

podcast servisi: iTunes / RSS

Derya Tolgay: Herkese merhaba. Apaçık Radyo'da, bir Dünya Mirası Adalar programında daha birlikteyiz. Ben Derya Tolgay.

Nevin Sungur: Herkese merhaba, ben Nevin Sungur.

Nevzat Sayın: Ben Nevzat Sayın.

D.T.: Evet, Nevzat ve ben stüdyodayız, Nevin ise uzaklardan bağlandı. Teknik masada Salih Işıker, Mert Erdoğan ve destekçimiz Karya Besi’ye çok teşekkür ediyoruz. Ayrıca konuğumuza da teşekkür ediyoruz, böyle bir günde stüdyoya geldi, bizi kırmadı.

N.Sayın: Ne dediniz de yapmadım.

D.T.: Aynen. Bugün yine biz yetimhane serimize devam ediyoruz ve bu seride Nevzat bizim üçüncü konuğumuz oluyor ama biz daha önceden yine kendisiyle seriler yapmıştık ki son yaptığımız program aşağı yukarı yedi sene önceydi. Şimdi dinleyicilerimize bu programlara yeniden neden başladığımızı kısacık hatırlatalım dilerseniz.

3 Haziran 2025'te İstanbul Rum Patrikhanesi'nin kutsal ve mukaddes Sen Sinod Meclisi tarafından alınan karar ile Patrikhane mülkiyetindeki yetimhane binasının turizm amaçlı işlevlere dönüştürülmesinin planlandığı kamuoyuna duyurulmuştu ve bu kararın ardından da biz bu programlara başladık. Yedi sene öncesinden başlayan, farklı disiplinlerden 10’dan fazla sayıda konukla yaptığımız bu serinin podcastlerine Dünya Mirası Adalar arşivi ve sosyal medya hesaplarımızdan ulaşabilirsiniz. Ayrıca buralarda hem görseller, hem de daha ayrıntılı bilgiler var. Şimdi küçük bir ses kaydı rica ediyoruz.


N.Sayın: Sizin de söylediğiniz gibi, Büyükada'da ve Rum Okulu'nda konuştuk. Bu konuşmalar içerisinde ilginç bir öneri gelmişti aklıma. Burada da o öneriyi açıp, daha çok insanın duymasını ve üzerine söylenecek şeyleri derleyip toparlamayı becerebiliriz diye düşünüyorum.

Bana hep bu tür yapıların kimin olduğu sorusunun cevabını bulmak neresinden başlanacağını bulabilmek için çok önemli geliyor. Bu tür yapılar tabii ki herkesin, tabii ki kamunun olabilir ama eninde sonunda belirleyici olan şey mülkiyet ve bunu Santral İstanbul örneğinden biliyoruz ki eğer o yapının sahibi, o sıradaki kullanıcısı da sahip gibi davranabilir, bir şey talep etmiyorsa sonunda pek bir şey yapılamıyor ne yazık ki. Çünkü o iradeye şiddetle ihtiyaç var, oradan başlıyor her şey. Bunun üzerine istediğiniz kadar düşünce üretin, sonunda ürettiğiniz düşünceyle kalıyorsunuz.

İri kıyım bir yapıyla karşı karşıyayız ve 50 yılı aşkın zamandır orada kendi başına durduğu için bir çivi çakılmadığı bir tarafa, bir sürü çivisi de sökülmüş durumda zaten şu anda.

D.T.: Evet.


N.Sayın: Söyleyeceğimi söylemişim zaten, beni niye çağırdınız?

D.T.: Zaten malumun ilanı dedik programın başında. 2018 yılı Kasım ayından yapmışız bu programı ve o zaman da şöyle demişiz; “Günümüz Türk mimarlığının önde gelen isimlerinden konuğumuz Nevzat Sayın ile ‘Yetimhaneden Öğrenmek’ serimiz devam ediyor. Öncelikli sorumuz, yetimhaneyi kurtarmak için acil müdahale ne olabilir? Akdeniz tanımlı, Akdeniz Enstitüsü modeli olan bu model ile Patrikhane'nin yükleneceği yüksek maliyetli bu iş, Akdeniz ülkelerinin katılımı ile kolaylıkla yapılabilir hale gelir.” Bu podcastin tamamını dinlemek isteyen dostlar için duyurulur.

Arşiv ne kadar önemli değil mi? Apaçık Radyo'nun arşivinden yeniden muazzam bir kamusal alan da yaratıyoruz. Bu kamusal alanı sağladığı için radyomuza bir kez daha ben buradan teşekkür etmek istiyorum ve diyorum ki ChatGPT’yi falan boşverin, aklınızı kurcalayan her şeyi Apaçık Radyo’ya yazın ve çıksın karşınıza.

N.Sayın: İkisi de işe yarayabilir.

D.T.: Doğru. Nevin ilk soruyu ben sorayım ister misin ya da sen bir şeyler eklemek ister misin?

N.S.: Pardon, ben demin yayından koptum galiba. Duyuyor musunuz şu anda beni?

D.T.: Evet, geliyor sesin.

N.S.: Son söylediklerinizi kaçırdım Derya ama ben demin Nevzat Bey'in söylediklerini kafamda döndürüyordum ve şunu sormak istiyorum kendisine; acaba şu anda yetimhane gerçekten sahiplenildi mi? Birtakım isimler, birtakım kurumlar geçiyor ama gerçekten sahiplenilmiş durumda olduğunu düşünüyor musunuz?

N.Sayın: Sahipliği mülkiyet olarak alıyorsanız, evet. Mülkiyeti apaçık ortada, Patrikhane’de.

NS: Yok, mülkiyet olarak değil, sizin o söyleşide bahsettiğiniz anlamda. Mülkiyet olarak zaten Patrikhane’de olduğu apaçık ama kültürel ve tarihsel anlamında sahiplenildiğini düşünüyor musunuz?

N.Sayın: Hayır düşünmüyorum ki zaten tam da bunu anlatıyorum. Yapının mülkiyetine sahip olan kurum, ‘Ben burayı şu şekilde kullanmak istiyorum ve bunu tartışmaya açmıyorum’ diyerek bu konuda fikri olan bir dizi insanı toplamadığı sürece kim nasıl sahiplenebilir ki? Türkiye gibi bir ülkede neyin ne kadar sahiplenildiğini biliyorsunuz. Buna kim sahip çıkıyor?

Derya biraz önce söylüyordu; 2018'de konuşmuşuz bunu, yedi yıl olmuş konuşalı ve şimdi bana sorarsanız ben yine aynı lafları edeceğim. Dolayısıyla hiçbir şekilde sahiplenilmedi. Sanıyorum tekrar gündeme gelmesi de otel olması projesine bağlı. Otel olsun diyenler, olmasın diyenler gibi yine bir tartışmacı dar bir alana sıkıştırılmış olduğunu düşünüyorum - en azından benim bildiğim kadarıyla çünkü yakından izlediğim bir şey değil. Dolayısıyla sizin söylediğiniz anlamda meseleyi sahiplenmek anlamında yine konu ortada duruyor.

N.S.: Neden sizce böyle? Neden dediğiniz anlamda bir sahiplenmek gerçekleşmiyor? Bu ülkeye dair tartıştığımız meselelerden kaynaklı bir şey mi? Bir eğitim meselesi mi? Çünkü baktığınız zaman olağanüstü değerli olduğu ortada. Bu binanın her gün biraz daha çöktüğünü ve hiçbir şey yapılamadığını görmek sadece canınızı acıtmakla kalıyor sanırım.

N.Sayın: İki nedeni var bence; Türkiye'de sahiplenilmeyen tek yer yetimhane değil, o kadar çok sahipsiz değere sahibiz ki biz, sadece onun sıkıntısı üzerine konuşuyoruz ve bence mesele buradan başlıyor. Mesela bir çok toplum, Batılı toplumlar için diyelim, kamusal alan herkesin sahip olduğu yerdir, bizde ise kimsenin olmayan yerdir. Kimsenin sahibi olmadığı yer gibi böyle tuhaf tanımlar var ve bence sahip çıkmamanın altında bunlar da var. ‘Adalet mülkün temelidir’i yanlış yerinden anlamış olmanın getirdiği bir şey bu ve bence Türkiye'de ortak bir meseleye sahip çıkmak her zaman çok sorunlu bir şey yani ancak alev alır gibi tepkisel şeyler, hareketler olabiliyor ama onların da ömrünü görüyoruz, hemen onlar da tavsayarak unutulmaya gidiyor.

Bir diğer neden de şu: Yetimhane, Türk ve İslam değil. Biliyorsunuz, Türk ve İslam sentezi olan bir ülkede yaşıyoruz ve bu, araya giremiyor. Diğer taraftan da Patrikhane de haklı olarak burayı rasyonel bir biçimde gelir getirecek - mesela bir yatırımcı bularak - o şekilde yapabileceğini düşünüyor. Dolayısıyla kim neresinden sahip çıksın?

Adada yaşayanlar bunu bir ‘Ada meselesi’ haline getirerek konunun içine girebilirler ve o zaman da benim aklıma şu geliyor; meseleyi ‘otel olsun, olmasın’a sıkıştırmayı bırakmak gerekiyor. Bana Akdeniz Araştırmaları Entitüsü meselesi yine mantıklı geliyor. Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü kurulursa ne olacak? Birkaç konuğu ağırlayacak, konuşmalar yapılacak, bazı şeyler yayınlanacak. Bir otelin varlığı, bütün bunları da destekleyen bir şey yani otelin konferans salonlarını niye bu amaçla kullanmayalım ki? Bir ucu bu olan bir otel projesi bence pekala olabilir, niye olmasın? Ama konu hemen “Otel mi olacak?” a geliyor? Zaten oteldi.

D.T.: Olamadı, hiç açılmadı.

N.Sayın: Hiç açılmadı ama otel olarak yapılmıştı.

D.T.: Neden açılmadığı konusunda çok soru işaretleri var.

N.Sayın: Hayır, zaten tuhaf bir şey. Özel bir şey yüklenmez ise o büyüklükte bir oteli kim kullanacak ki? Ama şimdi Arapların akınına uğrayan bir yer olduğu için belki şimdi her zamankinden...

D.T.: Ama bir taraftan Yassıada'da odaları Arapların konfor ihtiyaçlarını da karşılayan kocaman otel var ama ne gideni var, ne geleni var. Nasıl bir ölü yatırım olduğunu Yassıada çok güzel gösteriyor.

Senin dediklerini program serilerimizde hep dikkat çektik. Evet, bir kaynağın oluşması lazım, çok kocaman bir yer. Tabii herkes bir fikir söyleyebilir, konu, biz de bunu söylüyoruz diye değil; önemli olan; uzmanların, bu çalışmaları yapanların sağlam fikirlerle ve hem de kaynakları oluşturulup bunun gerçekleştirmesi. Burası mesela bir kültürler arası diyalog ve barış merkezi olarak yapılabilir, böyle büyük bir binanın belli yerinde bunlar yapılabilir ya da Prens Adaları ekolojik ve kültürel araştırmalar için muazzam bir yer, böyle bir merkez için de kullanılabilir. Mikrok limaları da olan bir alan ayrıca yani yavaş yaşam ve yaratıcı bir alan olarak da düşünülebilir. Tüm ilçelerden ayrışan bir yaya yolu olma özelliğini de nispeten sürdürüyor olması da düşünülür ise yine hafıza ve uluslararası kültürel diyalog tarzı bir müze de düşünebilir. Yani hepsini kucaklayabilecek ve kaynağını da oluşturacak bir şey var iken külliyen bir otel olarak düşünülmesi hepimizi haliyle şok etti, yedi sene önce de söyleyebilirlerdi otel yapacağız diye.

N.Sayın: Şimdi akıllarına gelmiş ne var?

D.T.: 1995'te bir otel girişimi olmuş

N.Sayın: Şimdi Yassıada'da yerin hafızası var. Lanetli bir yer olduğu için Yassıada'daki otel hiçbir zaman çalışamayacak olabilir ama Büyükada'da böyle bir durum yok. Gerçi yapıya bakınca orada da mı acaba?

D.T.: Var, var. Akillas Millas, özellikle o küçük yetim çocuklar için son derece yanlış bir karar demişti. Mekan olarak çocuğa müthiş bir baskı yapan, içinde çok korktukları, çok üşüdükleri ve kayboldukları devasa bir yapı demişti ki bunlar senin konuların biraz.

N.Sayın: Evet, ürkütücü bir yapı. Muhtemelen yeniykende ürkütücü bir yapıydı. Peki, bütün bunları bir araya getirip mesela Patrikhane ile şu konuşulabilir ki konuşuldu mu, denendi mi bilmiyorum; otel olması iyi fikir ama onun yanı sıra şöyle bir özelliği de olsa dha pragmatik bir yol deneyerek olabilir bir uzlaşmanın peşine gitmek daha iyi değil mi?

D.T.: Mutlaka. Zaten istenilen de bu baştan beri.

N.Sayın: Ama ben hiç böyle bir şey duymadım yani baştan beri hep otel olsun olmasın diye bir tartışma var.

D.T.: Yok, hayır. Bu çok yakın bir zamanda, otel olacak beyanından sonra tartışmaya açılan yani 5 Haziran'dan itibaren gündeme gelen bir konu. Sen yedi sene önce de yapının içini gördün, gezdin, orada konferanslar, paneller oldu. O zaman hep senin de açmaya çalıştığın çatısının kapatılması da dahil olmak üzere, daha kapsayıcı neler olabilir meselesiydi. Muazzam bir iş olan Santral İstanbul örneği: Özellikle kamusal alan olarak bu konuda müthiş bir örnek yaptığınız bir iş. Emeklerinize sağlık ve bugün hala harika bir şekilde işliyor değil mi?

N.Sayın: Kamusal alan olamıyor ne yazık ki.

D.T.: Öyle mi?

N.Sayın: Halbuki açıldığında kamusal alandı ama bence bir üniversite kampüsü yani güvenlikten geçip, kimliğinizi göstererek, güvenlikçinin insafına kalarak girdiğiniz hiçbir yer kamusal alan olmaz. Orası olsa olsa bir üniversite olarak kolektif alan olur ama üniversitelerin kolektif alanı olur. Halbuki biz orayı yaptığımızda bir ucundan girip öbür ucundan çıkılabilen, o bölgedeki insanların kısa yol yapabildiği, o bölgedeki çocukların içeri girip bu oluşumu görebildikleri bir yerdi. ama güvenlikçilerin tuhaf güvenlik endişeleri yüzünden iş buraya geldi. Ben bile gitmek istemiyorum artık. Dolayısıyla bu şöyle olabilir. Nasıl olabildi Bilgi Üniversitesi? Çünkü Oğuz ve Yiğit gibi hakikaten iş yapmak isteyen ve belirli durumları olumlayarak onların üzerine gidebilen iki tane çok sıkı adam vardı.

D.T.: Sahibi karar verdi diyoruz yani değil mi buna?

N.Sayın: Asıl sahibi Enerji Bakanlığı olsa bile onlar sahip çıktılar konuya. Bütün bu işe angaje olarak, hızlı, verimli ve sonuç alacak bir şey yapıldı. Oğuz ile Yiğit'i çektiğinizde biz yapamazdık ki orayı yapmak için yanıp tutuşan mimar tayfası olarak yapamazdık. Bu yetimhane konusunda bence bu irade eksik. Onun için benim önerim şu; buranın tekrar hayata geçmesi, şimdiye kadar hiç olmadığı bir biçimde çalışması için bir otel fikri bayağı iyi görünüyor. Hem otelin niteliği, kimliği açısından ayrıcalıklı bir yer edilmesini sağlar, hem de anlamlı bir şey yapmış olursunuz.

D.T.: Daha biricik kılar değil mi onu?

N.Sayın: Ben bu uzlaşmayı Patrikane ile konuşmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum.

D.T.: Burada, Prens Adaları olarak düşündüğümüzde şöyle bir sorun var; Adalar, 20 milyonluk bir İstanbul'un yanı başında, hakikaten insanların kaçabileceği tek yer ama bir ziyaretçi planı yok. Adaların %60'ının orman olduğunu düşünür isek ekosistemi açısından da haliyle bu adaları çok kırılgan yapıyor. Yetimhane de ormanın içerisinde. Böyle bir kararla beraber mutlaka bir ziyaretçi planının da buna uygun olarak planlanması da gerekiyor değil mi? Nasıl görüyorsun bunu?

N.Sayın: Kesinlikle haklısın. Elbette böyle bir şey olmalı ama turizm denilen zırıltı nereye gitse bir bela olarak gezdiği için bunu kontrol edemezsin. Yani lokantaların olduğu yer iğrenç görünüyor. Geçen gün ben oradan geçtim, orada oturup insanın bir lokma bir şey yemek içinden gelmiyor, o kadar kötü bir hale gelmiş durumda. Yani hangi ziyaretçi planı?

D.T.: Hele Pazartesi sabahı kalkıp da yola çıkarsanız, hafta sonu ziyaretçi akınından sonra nasıl yönetilemediğini zaten görüyoruz hep birlikte.

N.Sayın: Ölçekle başa çıkılabilir gibi görünüyor bana. Birçok insan, birçok adalı hala oradaki evlerinde, aile evlerinde yaşamakta ısrarlı ve bunlar varlıklı, görgülü insanlar ama oraya akın eden insanlar ile bu insanlar arasında bir bağ yok. Halbuki otel etrafını da bir şekilde iyileştirmeye çalışacağı için.- başka bir şey olamaz mıydı bu tartışmaya açık ama - çok verimli, kullanışlı bir şey olabilir. Mesela o kurumla, yatırımcıyla ‘buradaki varlığınızın adaya, adanın da size bir katkısı olabilmesi için şunların da yapılmasını istiyoruz’ gibi bunun pazarlığı yapılabilir.

İskelenin hali berbat. Onun arkasındaki AKP Adalar Şubesi’nin hali… Böyle tuhaf bir yer haline geliyor giderek. Dolayısıyla sahiplik asıl buralarda başlıyor yani orada bir şey yapılacak ise en azından ada sınırları içerisinde yapılsa iyi olur. Prens Adaları deyince böyle müthiş bir şeymiş gibi geliyor.

D.T.: Ama bunun seçkinlerin adası gibi de bir hale gelmeden yapılması gerekiyor.

N.Sayın: Keşke gelse. Bu inanın adanın hayrına olur çünkü öyle kalamaz. Mizzi Köşkü şimdi orta halli bir insanın sahip olabileceği bir şey mi bilmiyorum ya da Troçki Evi?

D.T.: Bazı zenginlerin bile alamayacağı yerler.

N.Sayın: Con Paşa Köşkü. Bunlar çok ayrıcılıklı yerler ve bu ayrıcalığı tam tersine bence iyice yukarı çekmek gerekiyor. Ne olacak mesela Fethi Okyar Köşkü? Çok kötü durumda. Sedat Hakkı Eldem’in İstanbul'daki ilk yapısı o ama...

D.T.: Kaynak yok.

N.Sayın: Kaynaklarını buralara aktarabilecek olan insanların o yapılara sahip çıkması çok önemli bir şey çünkü yapıların ömrü insanların ömründen daha uzun, devrimden sonra doğru dürüst kullanılır.

D.T.: Hasan Kuruyazıcı'nın sözüydü zannedersem, ‘İnsanlar adalara ayakkabılarını çıkarıp eline alacakmış gibi gelmeliler’. Nasıl? Yani oraya gelen insan da o ihtimamı gösterecek demek oluyor biraz da bu. Böyle bir şey öneriyorsun değil mi?

N.Sayın: Mekan öğretiyor, o kadar değil yani ayakkabılarını çıkartmasa da olur. Bence bunlar seçilmiş yerler ve oradaki seçkinlik bence pozitif bir şey yani öyle eşitlikçi bir şeyim yok çünkü oranın varlığını kıymetli hale getiren insanlar o tür insanlar, hafta sonu gelip tef-dümbelek çalan, eğlenen insanlar değil yani. Tabii ki olmalılar ama kendi hayatlarınıda düzene sokabilmek için çok iyi bir yere geldiklerini hissetmeliler. Niye aynı şeyi Viyana'da yapamıyorlar? Niye aynı şeyi Berlin'in ancak Türk mahallesi bölgelerinde yapabiliyor? Bence mekan öğretir, öğretecektir. Girilmez hale getirmek değil, desturla girilir bir hale getirmek için bence oranın biraz seçkin tarafının yüceltilmesine ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Benden çok zor böyle bir şey duyarsın ama ada söz konusu olunca bana böyle geliyor.

D.T.: Yok, çok farklı bir açılım yaptın şu anda bize. Zaten farklı sözlere, farklı açılımlara ihtiyacımız var. Nevin, oralarda mısın?

N.S.: Buralardayım,

D.T.: Üç dakikamız kalmış. Senin acaba sorun var mı?

N.S.: Ya bu seçkin mevzular biraz beni de sıkıntıya düşürüyor ama temel mesele aslında var olan güzelliklerin kıymetini bilecek bir yapı yaratmak. Biliyorum ki adada yaşayan seçkin diyebileceğim bir sürü insan da farklı bir şekilde farklı sıkıntılar yaratabiliyor. Herhalde üzerinde hepimiz anlaşacağı nokta, buranın gerçekten seçkin, kıymetli ve özel olduğu ve buna yönelik bir anlayışın geliştirilmesi için adımlar atmak - esas sıkıntılı mevzu o. Bugün adada denize girilecek yer yok çünkü her taraf günü birlikçilere yönelik olarak biçimlendirilmiş. Azmanbüslerin geliş biçimini biliyoruz. Dolayısıyla burada temel mesele adaya bütünlükçü yaklaşmayı becerememek. Bütünlükçü derken, oranın kıymetini, tarihini kapsayacak bir incelikle yaklaşmak. Bu olmadan insanlarla, onların davranış biçimleriyle bir yere varamıyoruz. Maalesef burası Türkiye. Bütün bunları sadece adalarda değil, her yerde yaşıyoruz. Temel mesele belediyesi, kaymakamı, bakanlığı olarak her bir yapının oluşturulmasına ve bu kurumların da katkıda bulunmaları, el atmaları gerekir diye düşünüyorum ben kendimce.

D.T.: Evet, son sözler ve kapatalım.

N.Sayın: Bunların olmayacağını hepimiz biliyoruz, onun için başka bir kanalın kullanılması gerek ve bu kanal da az önce söylediğim gibi, otel yatırımını yapacak olan insanlarla masaya oturmak. Hangi bakanlık Büyükada'da yapılacak bir şey için masaya oturur? Yasıada'yı bağırta çağırta yaptılar değil mi? Olacak iş değildi ama yapıldı. Dolayısıyla bu iyi dilek kipindeki cümlelerden daha pragmatik bir cümle kurmamız gerekiyor. Ne kadar iyi otel yatırımı yapmaya açık birinin varlığı? Bu insanların katılımıyla bir masaya oturalım, şunları konuşalım. Burası uzlaşmadan çok uzakta bir yerde duruyor gibi geliyor bana yani öyle tınlıyor. Belki benim atladığım bir şeyler var. Patrikhane otel yapmak istiyor ve bir grup insan da otel yapılmasına hayır diyor. Konu bu araya sıkışmış gibi hissediyorum.

D.T.: Oysa ortası var.

N.Sayın: Evet. Bence bizim en önemli sorunumuz uzlaşmak, bilmediğimiz şey bu.

D.T.: Çok teşekkür ederiz Nevzat. Program süremizi geçmişiz, hep beraber kapatalım. Konuğumuz Mimar Nevzat Sayın idi.

N.Sayın: Bir yedi sene sonra tekrar konuşuruz.

N.S.: Yine aynı noktadan.

D.T.: Lütfen, malumun ilanı olmasın. Adalar hepimizin! Hoşçakalın.

N.S.: İyi günler. Adalar hepimizin