Hüsnükabul'e Gülden Sönmez’i konuk ediyor, Mohamed Alhafiz’in iadesinden iki Türkmen aktivistin akıbetine kadar tüm süreci ve Türkiye’nin uluslararası koruma yükümlülüklerini ele alıyoruz.
Geçtiğimiz hafta, sekiz yıldır Türkiye’de yaşayan Mısırlı sığınmacı Mohamed Alhafiz’in apar topar Türkiye’den sınır dışı edildiğini duyurmuştuk. Darbe sonrası katliamlar, işkence ve yargısız infazlardan kaçarak ülkemize sığınan dört çocuk babası Alhafiz, Gülden Sönmez’in 24 Temmuz’daki acil çağrısıyla son anda gündeme gelmişti. Ancak uluslararası koruma kurallarına rağmen Alhafiz, işkence ve idam riski altındaki Mısır’a iade edildi.
Gülden Sönmez, aynı gün bir başka insan hakları alarmı daha verdi: Nisan’da Sinop’ta keyfi biçimde gözaltına alınıp Edirne Geri Gönderme Merkezi’ne sevk edilen Türkmen aktivistler Abdylla Orusov ve Alisher Sahatov’dan 24 Temmuz’da “serbest bırakıldıkları” söylense de o tarihten bu yana haber alınamıyor. Anayasa Mahkemesi sınır dışı edilemeyeceklerine hükmetmiş olmasına karşın, Türkmenistan’a gönderilmiş olabilecekleri yönünde ciddi kaygılar var. İşkence, zorla kaybetme ve siyasi mahkumların öldürülmesiyle anılan Türkmenistan’a iade edilmeleri halinde hayatları büyük tehdit altında. Bu bölümde Gülden Sönmez’i konuk ediyor, Mohamed Alhafiz’in iadesinden iki Türkmen aktivistin akıbetine kadar tüm süreci ve Türkiye’nin uluslararası koruma yükümlülüklerini ayrıntılı biçimde ele alıyoruz.
W. A. S: Merhaba herkese. Apaçık Radyo burası. Ferhat Kentel ve ben Waseem Ahmad Siddiqui ile birliktesiniz.
F. K: Merhaba, günaydın.
Ö. M: Günaydın, hoş geldiniz.
W. A. S: Günaydın. Hoş bulduk. Bugün önemli bir konuğumuz var, Gülden Sönmez. Hoş geldiniz Gülden Hanım. Merhaba. Merhabalar. Hoş geldiniz.
G. S: Merhaba. Merhaba. Teşekkür ederim. Sağ olun.
W. A. S: Gülden Sönmez’i kısaca tanıtmak istiyorum. Aslında geçtiğimiz hafta duyurmuştuk. 1969 Sivas doğumlu, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuş. Asıl mesleği avukatlık; sivil toplum alanında ve toplumsal-sosyal projelerde faaliyet gösteriyor. Aynı zamanda bizim yakından takip ettiğimiz Mazlum-Der Vakfı’nın İstanbul şubesinde çeşitli komisyonlarda çalışmaktadır. Aslında bu sabah konuşacağımız pek çok konu var. Bunu çok özetle, hızlıca dile getirmek istiyorum: Şu an bildiğiniz üzere İran’da bir milyondan fazla Afgan sınır dışı edildi. Amerika’nın yardım kesintileri nedeniyle işkence ve kıtlıkla karşı karşıya kaldılar. Diğer taraftan, Birleşmiş Milletler Göç Ajansı iki gün önce (4 Ağustos 2025) Yemen açıklarında bir teknenin alabora olması sonucu en az 68 Etiyopyalı göçmenin öldüğünü ve 74 kişinin kaybolduğunu açıkladı.
Yine diğer tarafta, Kolombiya Üniversitesi’nde Modern Arap Çalışmaları alanında tanınmış Edward Said Emeritus Profesörü Rashid Khalidi, geçenlerde Democracy Now’da Amy Goodman’la bir röportaj yaptı. "Artık soykırım ve Holokost çalışmalarından çekilme zamanı geldi" diyor. Bu ifade bana çok çarpıcı geldi. Artık hepimizin, nerede olursak olalım, Filistin’deki çocuklar için esaslı bir şeyler yapmamız gerektiğini söylüyor. Şimdi tüm bunları dile getirmek istedim. Çünkü dünyanın hali böyleyken, bugünkü çabamız tüm bu olup bitenleri zihnimizde tutarak, geçtiğimiz haftadan kaldığımız yerden devam etmek olacak.
Muhammed Abdülhafız’ın, Mısır doğumlu, Türkiye’den gönderilmesiyle ilgili, avukatı Gülden Sönmez’in zorunlu ve üzücü açıklamasını burada okuyarak duymuştuk. Kendisi şu an üçüncü bir ülkede ve nispeten güvende. Bildiğim kadarıyla, Gülden Hanım lütfen beni düzeltin, eşi ve çocuklarıyla yeniden bir araya gelmesi için gerekli girişimler halen devam etmektedir. İsterseniz buradan başlayabiliriz. Muhammed Abdülhafız’ı kısaca tanıtalım: Evli ve dört çocuk babası, sekiz yıldır Türkiye’de yaşamaktaydı. Buyurun Gülden Hanım.
G. S: Muhammed Abdülhafız, 2013 yılındaki Mısır askeri darbesi sonrası farklı ülkelere ve Türkiye’ye sığınan birçok Mısırlıdan biri. Hatırlayacaksınız, o darbenin ardından yaşananlar korkunç olaylara sebep oldu: Darbe rejiminin yargısız infazları, adil olmayan yargılamalarla verilen hükümler, uydurma davalar, cezaevlerinde yaşanan işkenceler -ki meşhur Akrep Cezaevi (diğer adıyla Tora) Suriye’deki Seydnaya’nın bir versiyonudur- meydanlarda barışçıl gösteri yapan insanlara yönelik katliamlar; Rabia Meydanı, Nahda Meydanı, Ramses Meydanı… Bunların hepsini canlı yayınlarda gördük, tüm dünya şahit oldu.
Maalesef insanlık ailesi olarak sivil tepkilerin zayıflaması nedeniyle önleyemediğimiz durumlar. Bu olayları yaşayan ve kendini dışarı atabilen insanlar, can güvenlikleri için birçok ülkeye sığındı. Yoğun olarak Türkiye’ye de geldiler. Hem Türkiye halkının hem de o dönem hükümetinin itimat verici kabulüyle bu sığınmalar gerçekleşti. "Burada hukuki korumaya ve can güvenliğine sahip olabiliriz" güvencesiyle geldiler. Açıkçası ben buna "akitleşme" diyorum: Suriyeliler, Filistinliler ve tüm mülteciler için geçerli; görünmeyen ve hukuka dayanan bir akitleşmeyle geldiler. Muhammed Abdülhafız da bu şekilde gelen Mısırlılardan. Edebiyatçı, akademik çalışmalar yapıyor; paneller, sempozyum ve konferanslara katılıyor. Pasaport süresi devam ettiği için, Türkiye’ye sığındığı süreçte bazı ülkelere gidip programlara katılmış. Ama kalıcı olarak güvende kalabileceği bir üçüncü ülke yok ve çocuklarıyla burada sekiz yıldır yaşıyor. Hakkında hiçbir soruşturma yok. Bunu mahkemelere anlatmakla dilimiz alıştı. Belki bir insan sığındığı ülkede suça karışabilir, şüphe veya mahkumiyet olabilir.
Nihayetinde, suç işleyenler adil yargılanmalıdır. Ama bizdeki pratik bunu farklılaştırdı: Şüpheden bile ağır cezalar alınabiliyor. Muhammed Abdülhafız bu süreçte hiçbir soruşturmaya veya kural ihlaline muhatap olmadı. Buna rağmen kendisine Türkiye’ye giriş yasağı konuldu ve hakkında yargılanmadan hükümlü hale getiren o meşhur "tahdit kodları" uygulandı. Bu kodlardan biri konularak maalesef Türkiye’den sınır dışı edilme kararı verildi.
Ö. M: Araya girmeme izin verirseniz, "tahdit kodları" derken ne kastedildiğini, belki dinleyicilerimizden bazıları bilmiyor olabilir, kısaca açıklar mısınız?
G. S:: Tabii ki Ömer Bey. Yabancılar ve Göç İdaresi tarafından, herhangi bir yargı süreci olmaksızın, sırf şüphe üzerine, örneğin "bu kişi terör şüphelisi" denilerek, kod konulabiliyor. Meşhur G87 kodu buna örnek: "Seni potansiyel tehlike olarak görüyorum" anlamına geliyor. Bu, savcılık soruşturması veya adli süreç olmadan, kişinin kendini savunma fırsatı bile tanınmadan yapılan bir işlem. Bu kod, kişinin aylarca geri gönderme merkezinde tutulmasına ve nihayetinde yaşam riske edilerek sınır dışı edilmesine sebep oluyor. Bazen basit idari işlemlerle de konabiliyor: İkamet iptali, Interpol kararı (doğruluğuna bakılmadan) veya "milli güvenliği tehdit eden kişi" gibi gerekçelerle…
Bunlar üst seviye tahdit kodları. Göç işleriyle ilgili teknik sebeplerden kaynaklananlar da var. Ama tahdit kodu; sığınmacı, mülteci veya göçmenin kabusudur. Çünkü sokakta polis "tahdit kodun var" dediğinde, kodun içeriğine bakılmadan, hatta bazen hatalı kayıtlardan kaynaklansa bile, kişi hakkında işlem yapılabiliyor. Bu kodun kaldırılmasının tek yolu 1,5-2 yıl süren idari davalar açmaktır. Maalesef bu gerçeklik var.
Ö. M: Kafka’nın Dava romanı gibi bir şey.
G. S: Abdülhafız’ın son durumuna gelirsek: Kamu kurumlarına anlatamadığımız hayati bir problem var. Sivil toplumu da eleştiriyorum; reflekslerimizi kaybediyoruz. Bir kişinin "üçüncü güvenli ülkeye gönderildi" denmesi, insanlarda "sorun çözüldü" algısı yaratıyor. Oysa Mısır gibi ülkeler, diğer devletlerle anlaşmalar yapıyor. Örneğin Sisi rejimi, "Riyad İttifakı" ile birçok Arap ülkesine "ikinci vatandaşlık alsalar bile, ülkenize gelen Mısırlıları bana teslim edeceksiniz" taahhüdü imzalattı.
Kişi Türkiye’den gönderildiğinde, aracı ülkede Mısır’a teslim edilebiliyor. Türkiye "biz teslim etmedik" diyor ama sınır dışı uygulamaların çoğu fiilen teslim anlamına geliyor. Bir de "istenmeyen yolcu" (deport) statüsü var: Bu şekilde gönderilen kişiyi, varılan ülke Türkiye’ye iade edemiyor. "Pasaport ülkene teslim ederim" diyebiliyor. Bu da ölüm veya işkence demek. Hüseyin Abdülhafız bu yolla Mısır’a gönderildi, birkaç ay sonra duruşmada görüntülendi. Kör olmuş, işkenceyle aklını kaybetme noktasına gelmişti. İnsanlar tanıyamadı onu. Hüseyin Abdülhafız ve şimdi Muhammed Abdülhafız, hepimizin üzerinde ağır bir sorumluluk olarak duruyor.
F. K: Gülden’im, izin verirsen bir soru sorayım: Sivil toplum bu konulara vakıf. Özellikle Mısır darbesi, din-laiklik tartışmaları gündemdeyken böyle pasif bir tavır var. Peki, döneminde Rabia işaretleriyle, Mısır’daki İslami hareketle yakın ilişkili olan Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti veya AK Parti, bu konuda açıktan ne diyor? Hukuki söylemlerin arkasına saklanmadıklarında nasıl bir açıklama yapıyorlar?
G. S: Bu konuda hiç resmi açıklamaya rastlamadım. Sosyal medyada infial olursa Göç İdaresi açıklama yapıyor, ama Mısır özelinde yapılmadı. Muhammed Abdülhafız gönderilmeden önce El Arabiya, "Türkiye-Mısır anlaşmasıyla kişiler teslim edilecek" diye haber yaptı. Hükümet bunu ne yalanladı ne de doğruladı. Ancak Abdülhafız’ın gönderiliş şekli bu haberi doğrular nitelikte. Pratikte ise: Geri gönderme merkezlerinde aylardır tutulan, Mısır’a gönderilirse işkence görecek onlarca Mısırlı var. Mursi’ye yakın üst düzey isimler evlerinde hapis hayatı yaşıyor. Çünkü sokakta "Arap’a benziyorsun" denilip Göç İdaresi’ne gönderiliyorlar. Hükümetin "mobil göç ekipleri" dediği yapılanmayla övünmesi de ayrı bir ironi. Benim Afganlara benzeyen Türk vatandaşı bir arkadaşım sürekli durduruluyor. Artık "Afgan değilim" yazısı takacağım diyor!
Ö. M: Amerika’da Trump dönemindeki ICE (Ulusal Muhafız ve Gümrük Emniyeti) de aynısını yapıyor: Tiplerine bakarak Meksikalıları/Güney Amerikalıları toplayıp gönderiyorlar. Bu artık küresel bir sorun. Türkiye’deki detaylar çok çarpıcı ve iç karartıcı.
G. S: Çok can yakıcı örnekler var: Tecavüz mağduru bir kadın şikayetçi olduğu için deport edildi. Polis çağırdığı halde, olay yerine gittiğinde, "yabancı" diye nezarete alınıp "adli vakaya karıştın" denilerek sınır dışı edildi! Hukuk devletinin zerresi yok. Sığınmacılar Platformu olarak rapor hazırlayıp tüm kurumlara gönderdik. Göç politikasının insani boyutla yeniden ele alınması şart. "Güvenlik odaklı" denilen bu politika, pratikte keyfiliğe ve zulme dönüştü. Bunu konuşmaktan bile çekiniyoruz.
W. A. S: Tam da buna değinecektim: Sizi dinlerken, unuttuğumuz bir hassasiyet var: Parçalanan aileler. Örneğin, çocukları burada olan ama kendisi sınır dışı edilen bir baba… Bekir Berat Özipek’in Serbestiyet’teki yazısında vurguladığı gibi, bu sadece sınır dışı değil, fiilen iade meselesi. İnsanlar ya doğrudan teslim ediliyor ya da üçüncü ülke üzerinden iade ediliyor. İade konusunda birkaç kelime edebilir misiniz?
Ö. M: Bir iki dakikamız kaldı.
G. S: Hemen: Kanunen aileler parçalanamaz. Çocukların aile bütünlüğü içinde büyüme hakkı var. Muhammed Abdülhafız’ın çocukları, ondan daha fazla hak sahibi. Bu bile sınır dışını engellemeliydi. Türkmenistanlılar örneğinde olduğu gibi, "gönüllü dönüş" adı altında zorla gönderilen ve kaybolan insanlar var. Şu anda nerede olduğu bilinmeyen iki Türkmenistanlı için 12 gündür her yere başvurduk. Aileleri çaresiz. Devlet kurumları sessiz, insani refleks sadece sosyal medyada cılız kalıyor. İngilizlerin deyimiyle: "Fil odanın ortasında ama kimse görmüyor."
Ö. M: Medyanın sessizliği ve kayıtsızlığı da cabası.
W. A. S: Programımızın sonuna geldik. Son söylemek istediğiniz bir şey var mı Ferhat?
F. K: "Ulusal çıkar", "stratejik hedef" gibi büyük lafların arkasına saklanan bu insanlık hikayelerini gördükçe, insaniyeti unutan zihniyetin bütün o söylemlerin zerresini bile hak etmediğini düşünüyorum.
W. A. S: Gülden Hanım’ın dediği gibi: Bu hepimizin çözmesi gereken yaşamsal bir soru. Gülden Sönmez, çok teşekkür ederiz.