Yavuz Baydar, modern Cumhuriyet’in yüz yıllık tarihine sessizce tanıklık eden, umut dolu duruşunu hiç kaybetmeyen Altan Öymen’i; çocukluk anılarını anlattığı Bir Dönem Bir Çocuk kitabındaki 'sihirli kutu' diye andığı radyoyla, yüreğe dokunan bir hatıra üzerinden anıyor.
Babam Trabzonlu, annem Bolulu. 1932 yılında İstanbul'da doğmuşum ama babamın görev yeri değişince Ankara'ya gelmişiz. Hatırımda kalan ilk olay da Ankara'da geçti. Eve radyo geldi. Yıl 1936 olmalı yani benim 4 yaşında olduğum zaman. Günlerdir geldi, gelecek deniliyordu ve nihayet bir akşam geldi. Daha önceden yeri hazırlanmıştı. Yüksek bir radyo sehpası edinilip misafir odasının baş köşesine yerleştirilmişti. Bir akşam vakti iki kişi getirdi onu, yerine koydu. Etrafı tahta kaplı büyük bir kutuydu. Önünün bir bölümünde koyu renk bir cam vardı. Üzerinde çizgiler, işaretler doluydu. Bir bölümü de kalın gri bir kumaşla kaplıydı. Kutunun arkası düzdü fakat üstünde delikler vardı. Bir yerinden teller çıkıyordu. telleri duvara çaktıkları küçük bir alete bağladılar. Pencerenin dışında da bir şeyler yaptılar.
Sonra radyonun camının altındaki düğmelerle oynadılar ve herkesin heyecanla beklediği şey oldu; radyonun içinden sesler çıkmaya başladı. Sesler önce cızırtı halindeydi ki bir gidip bir geliyorlardı. Parazit sözünü ilk o zaman işitmiş olmalıyım. “Parazit yapıyor” dediler, düğmelerle oynandıkça parazitler ya müzikleşiyor ya da konuşma halinde geliyordu. Konuşmalar önce bizim anlamadığımız dillerdeki konuşmalardı ama bir süre sonra babam gibi konuşan bir erkek sesi duyuldu. Düğmelerle oynama işi bırakıldı. Orada kalındı. Parazit oluyordu ama az oluyordu. Herkesin yüzü güldü. Annem benimle dalga geçti, “Bak bakayım Altan, ses nereden geliyor? Dolabın arkasında biri mi var acaba?'' dedi. Gerçi daha başta sesin tellerden geldiği sonucuna varmıştım ama herhalde bundan emin değildim ki annemin dediğini yaptım. Gidip radyo dolabının arkasına baktığımı hatırlıyorum. Orada kimse olmadığını gözlerimle gördüm. Bunun güveni için de anneme durumu bildirdim, “Tellerden geliyor.” Bu açıklamam odadakilerin toplu gülüşmesiyle karşılandı.
O günden sonra radyo ailemizin akşam saatlerinin en saygıdeğer üyesi oldu. Odaya baş köşeden bakan görkemli konumu, üstüne örtülen dantel işlemeli bir örtüyle daha da pekiştirildi. O konuşurken herkesin dinlemesi veya en azından sesini çıkartmaması esastı. Babam özellikle belirli bir sesin söylediklerini - sonradan anlayacaktım ki haber yayınlarını - büyük bir dikkatle dinlerdi. Annem de bana o sırada aklıma bir şey gelir de söylemek istersem eliyle sus işareti yapardı. Böylece radyo çağına geçmiş olduk. Bu galiba bizim ev için biraz gecikmiş bir geçişti.
Bu satırları yazarken merak edip baktım; Ankara'da düzenli radyo yayınları 1933'te başlamış. Evimizin radyoya kavuşması ondan 3 yıl sonra. Bu gecikmenin nedeni herhalde bizim memur ailesinin bütçe imkanlarıyla ilgili çünkü ülkemizdeki radyo tarihiyle ilgili yayınlarda yazıyor; hepsi ithal malı olan radyoların fiyatları o yıllarda hayli yüksekmiş. İstatistiklere göre, 1936 yılındaki 15 milyonluk Türkiye'de radyo sahiplerinin sayısı ancak 10 bine çıkabilmiş.
Radyoya kavuşanların azlığının bir başka nedeni de var; o zamanki Türkiye'nin çok büyük kısmında elektrik de yok. Elektrikten sadece İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük şehirler ile bazı il ve ilçe merkezleri sürekli olarak faydalanabiliyor. Pilli veya transistörlü radyolar da daha gelişmediği için elektriksiz olan yerlerde radyoya ulaşmak daha da güç. Kaldı ki Türkiye'de o sırada var olan iki radyo vericisinin Ankara ve İstanbul radyolarının yayın alanları da çok dar. Yayınlar, elektrikli yerlerin de bir kısmına ulaşamıyor. Oysa radyo 1930'lu yılların başlangıcında Avrupa'da büyük bir hızla yaygınlaşmış, büyük kitleleri etkileyen en önemli araç haline gelmiş. O araçtan en çok faydalananlar da devlet gücüyle birlikte radyonun gücünü de ellerinde tutan siyasetçiler. Almanya'da Hitler, İtalya'da Mussolini, Sovyetler Birliği'nde Stalin rejimleri radyoyu kullanarak diktatörlüklerini pekiştiriyorlar. İngiltere, Fransa gibi demokratik ülkelerin hükümetleri de halktan yeniden oy almak için gene radyodan medet umuyorlar, onu en etkili şekilde yönlendirmenin yollarını arıyorlar. Yani radyo birçok ülkede televizyon çağının başlayacağı günlere kadar uzun yıllar sürecek olan kamuoyu egemenliğini çoktan başlatmış ve geliştiriyor.
1936 yılının Türkiye'sinde biz bu sürecin daha başındayız. Asıl daha sonraları anlayacağız bu radyo işinin siyasal açıdan ne kadar önemli olduğunu. Hele 1950'lerde radyo yüzünden çıkan sorunların 27 Mayıs ihtilaline kadar giden sonuçlarını göreceğiz. Ayrıca ihtilal yapmanın en önemli koşulunun da radyo evini işgal etmek olduğunu öğreneceğiz. O günlerde ise radyonun benim için anlamı, evi süsleyen ve seslendiren bir çeşit sihirli kutu olmasıydı. Tabii tüm ailemizi memnun eden bir marifeti de konu komşuya karşı bir statü sembolü olmasıydı. Evimiz biraz geç de olsa artık mahallemizde sayısı fazla olmayan radyolu evlerin arasına girmişti.