Açık Gazete'de Ali Bilge ile 'Ekonomi Politik': YSK kararı

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Açık Gazete'nin Ekonomi Politik köşesinde Ali Bilge'yle konumuz seçim ve YSK kararı.

Fotoğraf: Ankara Barosu

(27 Mayıs 2019 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhabalar, günaydın, herkese merhaba, günaydın Can!

Can Tonbil: Günaydın Ali bey merhaba!

ÖM: Nasıl durumlar? Çok yoğun geçiyor dünyada da Türkiye’de de.

AB: Biliyorsunuz Türkiye’ye gelen diplomatlar ve gazeteciler çok ciddi deneyimler kazanıp, kıdem alıp giderler, çünkü o kadar çok olayla karşı karşıya kalırlar ki, başka bir ülkede bir ömürde görebileceklerini burada 1 yılda görürler. Bizde bu ülkede ömür tüketen gazeteciler olarak içinde bulunduğumuz dönemi rahat geçirmemiz mümkün değil, biz iyisi mi yine ufak ufak konularımıza, gündeme gecikmeden girelim.

Öncelikle Eylül’deki iklim krizi için yapılacak büyük grevin altını çizerek ve hararetle desteklediğimizi büyükler olarak belirterek başlayalım. Bundan sonra da konuşmalarımız içinde mutlaka 20 Eylül’de dünya çapında yapılacak greve dönük bilgiler vereceğimizi de belirtelim. Çünkü dünyanın bir numaralı sorunu bu, onun ötesi yok, dolayısıyla geçtiğimiz Cuma bütün dünyada – rakamı sizden öğrendim- 1.800.000’e kadar ulaşan büyük bir kitle genç, çocuk sorunun altını tekrar çizdiler. 20 Eylül’de de iklim için genel grev dünya çapında olacak..

ÖM: 20 Eylül Cuma günü 1 günlük genel grev, bu da dünya tarihinin sayılı günlerinden biri olabilir, onun için çalışılıyor. Ayrıca ihtiyarlar da gençlere katılmış durumdalar. “20 Eylül’de 1 günlüğüne bize katılın!” diyordu Naomi Klein, Bill McKibben, Noam Chomsky ve Margaret Atwood gibi pek çok başka önemli isimler, yazarlar, aktivistler ve bilim insanları “Grev çağrısında bulunuyoruz, geleceğimizi sağlama almanın yegane yolu gündelik hayatı (olağan akışı deniyor ya bütün mahkemelerin de, hukukçuların da kullandığı şey) onu bozmamız gerekiyor. Okul çocuklarına bırakamayız belaları çözmelerini, temel bir haysiyetsizlik var burada” diye yazmış Bill McKibben da “yetişkinlerin yetişkin gibi hareket etmesinin zamanı geldi artık” diye yazıyor.

AB: Çocuklar büyüklerini harekete geçirmek üzere harekete geçmiş durumdalar bunun başladığını da görüyoruz. 20 Eylül’e kadar da dünyada iklim mücadelesini sürdürenler için çok ciddi bir çalışma süreci başlamış bulunuyor.

İsterseniz Türkiye gündemine dönelim. En önemli gelişme açlık grevlerinin sona ermesiydi. 3000’e yakın hapishanelerde yaşayan hükümlü ve tutuklu açlık grevi yapıyordu. Öcalan’la yapılan temaslar sonucunda açlık grevlerine son verildi. 25 kişi de ölüm orucundaydı bildiğim kadarıyla. Sona erme sürecinin nasıl geliştiğini, neler olduğunu bir tarafa bırakalım, sevindirici tarafı sona ermesidir, dünya tarihinde herhalde 3000 kişinin açlık grevi yaptığı ülke pek yoktur.

ÖM: Evet.

AB: Ancak şunun altını öncelikle çizmek istiyorum, bitmesine çok sevindik ama özellikle grev sonrası süreç tıbbi yardım açısından son derece önemli, beslenmenin nasıl ne şekilde yapılacağı son derece önemli. Tecrübeler şunu gösteriyor ki grev sonrasında titizlik gösterilmezse hem kalıcı hasarların olması pekala mümkün oluyor, hem de yeni kayıplar da söz konusu olabiliyor. Bu konuda da Türk Tabipler Birliği, bundan sonra nasıl bir beslenme, tedavi ve bakım süreci olacağına dair bir bilgi notu paylaşmış, dikkat çekmiş. 8 kişi hayatına son verdi bu grevlerde ve ölüm oruçlarında. Bunun altını çizelim ve sürecin bundan sonraki kısmının da çok iyi izlenmesi gerektiğini belirtelim.

ÖM: Yani HDP eş genel başkanları Pervin Buldan ve Sezai Temelli imzalı ‘yaşam kazandı’ başlıklı açıklamada da “Şimdi açlık grevini sürdürmüş olanların sağlıklarına hızla kavuşarak bu süreci tamamlamaları için bütün gücümüzle çalışacağız. Etkili ve hızlı bir tedavi sağlanması önümüzde duran en acil ve önemli görevdir. Bu konuda da hem sağlık ve adalet bakanlıklarına, bu alandaki meslek örgütlerine, Türkiye Tabipleri Birliği’ne ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na tüm insan hakları kuruluşlarına büyük bir görev ve sorumluluk düşmektedir.” diyorlar. Böyle bir açıklama da var.

AB: HDP milletvekili Leyla Güven ve diğer milletvekillerinin de açlık grevine katıldığını belirtelim, sanıyorum 5-6 tane milletvekili vardı açlık grevine katılan, 92 hapishanede 3000 civarında mahpus tarafından devam ettiriliyordu süresiz ve dönüşümsüz açlık grevleri ciddi noktalara ulaşmış durumdaydı. Bu sevindirici gelişmeyi bu uyarıyla bitirelim.

Yine bir gazeteci saldırısı yaşadık önceki gün Sabahattin Önkibar’a, saldırı gerçekleştirildi, gazeteci saldırıları son aylarda gittikçe artmaya başladı. Yani medyaya ve aydın kamuoyuna devam eden anti demokratik uygulamalar ve baskılar yeni bir faza geçti diyebiliriz, açılan davalar ve soruşturmaların ötesinde, fiili saldırılarla göz dağı vermek şeklinde uygulamalar arttı.

Önkibar ülkücü kökenli bir gazeteci, 70’li yıllarda ülkücü hareket içinde yer alıyor, bugüne kadar hep sağ milliyetçi gazetelerde gördük kendisini, milliyetçi, muhafazakar kesimleri yakından izleyen bir gazeteci. Milliyetçi ülkücü galerileri, dini tarikatları, cemaatleri biliyor, AKP’nin kuruluşunu da çok yakından izledi. Bu konuda da bir kitap yayınladı ‘Takkeli Firavunlar ve Büyük Siyasi Sırlar’ adı altında. AKP’nin kuruluşu ve sonrasına yakından tanık olduğunu yazdıklarından anlıyoruz. Ayrıca ülkücü hareketin muhafazakarlaşması, yeşil ülkücü hareketi yakından bilen, bunları dillendiren, Erdoğan’ın siyasi hayatının ilk başladığı yılları, Aksaray ve Fatih bölgesindeki yaşananları, dönemin akıncı ve ülkücü hareketleri yazılarında sergilemişti.

İç dünyayı bilip ortaya koyduğu pek çok ciddi yazıları oldu, rahatsızlık doğurması bu nedenle olsa gerek. Bu nedenle hedef olduğu belli, zaten Önkibar’ın yıllar önce de arabası kurşunlanmıştı, o eylemin Türkeş sonrası genel başkanlık seçimlerinde aldığı tavır nedeniyle olduğunu yazmıştı. Gazeteci ve aydın saldırılarından çok acılar yaşamış bir ülkeyiz, uzun yıllar boyunca saldırılarla kaybettiğimiz meslektaşlarımızın, aydınlarımızın portreleri karşımızda dikili duruyor, Uğur Mumcu’lardan Abdi İpekçi’lere kadar uzanan. Önkibar’a yapılan saldırı basına uygulanan baskının göstergesidir, nerelere geldiğimizin, işin nerelere gidebileceğinin de işaretidir.

ÖM: Bu yakın zaman içinde, birkaç hafta içinde çoğu yerel olmakla beraber yerleşik basının mensuplarına da dahil olmak üzere 6. gazeteci saldırısı oluyor yanılmıyorsam.

AB: Yeniçağ’dan da bir gazeteci, köşe yazarı saldırıya uğradı. Başka bir saldırıyı Antalya’da da yaşadık. Belli ki, muhalif kişi ve kurumlara baskı uygulamaları yeni bir faza giriyor , umarız bu konuda duyarlılığını geliştirir kamuoyu ve bu tür saldırılara karşı göğüs gerer.

ÖM: Evet son derece tehlikeli ve kaygı verici bir gelişme bu.

AB: Kesinlikle. Yatıyoruz kalkıyoruz ve bir şekilde İstanbul seçimlerini konuşuyoruz. Geçen hafta bunun üzerinde durduk ama gerekçeli karar açıklanmamıştı. Haftaya damgasını vuran gerekçeli karar ve analizleri. Çok fazla bu konuya girmek istemiyorum çünkü artık gerçekten hukuki bir metin olmaktan çıkmış, tamamen siyasetin patronajında bir karar olduğu artık herkesin malumu. En basit anlamında demokrasi tanımını yaptığımızda , neler sayıyoruz halktan yetki almak, halka karşı sorumlu olmak ama en önemli özelliği yönetimin halk tarafından değiştirilmesi. Bu da ne yolla oluyor? Seçim yoluyla oluyor, seçimlerin usul ve esasları belirleniyor, açıklık içinde seçimler yapılıyor, seçimlerle de yönetim değişiklikleri gerçekleşiyor. Seçim sonuçlarının kabul edilmesi de demokratik olgunluk olarak kabul ediliyor. Meşhur Hantington diyor ki “Gelişmekte olan ülkeye demokratik diyebilmemiz için seçimlerle 2 kez yönetim en azından değişmeli”. Hantington burada da yanılmış, bizde aslında seçimlerle 2’nin üstünde değişiklik oldu ama manzara böyle.

ÖM: Tanınmış Amerikalı siyaset bilimci Samuel Hantington yazıları bilinen birisi.

AB: Evet. Görüyoruz ki iktidara gelenler yerlerini sağlamlaştırdıktan sonra bu işi bırakmıyorlar. Terk etmemenin de çeşitli yollarını arıyorlar. Geçen hafta, oyun oynanırken nasıl kuralların değiştiğini konuşmuştuk, sonuçta seçim yasalarını her aşamada değiştirdiler, seçim kurullarına nüfuz ettiler, var olan yasaları uygulamadılar, uygulanması gerekeni yapmadılar , yeni kurallar geliştirdiler. Geçtiğimiz seçimler anayasa aykırılık taşıyan uygulamalarla doldu taştı. Türkiye siyasi tarihine baktığımızda seçimler yapılmasına karşın iktidarın uzun süre değişmediği başlıca iki dönem bulunuyor. 1950-60 arası 10 yıl iktidar değişmiyor, 2002-2019’da 17 yıl iktidar değişmedi. Ancak Haziran 2015 Kasım 2015 seçimleri gözümüzün önünde getirelim. Neler yaşandığını çoğunluğu kaybeden iktidarın tekrar çoğunluğu sağlamak için neler yapıldığını unutmayalım. Bugün de benzer bir süreç yaşıyor gibiyiz.

1950-60 dönemimden farklı olarak son 17 yılda yapılan anayasa değişikliği ile rejimin niteliği değişti. Dolayısıyla dönemsel benzerlikler olmasına karşın özellikle yargı konusunda dramatik gelişmeler yaşadık, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırılarak kuvvetler birliğine döndük. Ayrıca, iktidarın ortağı cemaatle çatışma, ardından darbe girişimi, Gezi olaylarından bu yana da aşamalarla yargı ve yargıçların bağımsızlığı önce sınırlandırıldı, sonra ortadan kaldırıldı. Yargı demokrasinin vazgeçilmez bir unsuru, bağımsız ve tarafsız bir yargı, yargı gücü yürütmenin güç alanına dahil edilince işte böyle sonuçlarla karşı karşıya kalıyoruz.

Meşruiyetini yasalardan, anayasadan alan bir yönetim biçimi olmaktan çıkıyorsunuz, demokratik süreçlerde olan devamlılığın ve ardıllık tanımlarının ötesine çıkıyorsunuz. Yani seçimlerle değişiklik sağlayamama, yönetim değiştirememe durumuyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Bu da ardıllık sorununu getiriyor. Son yıllarda kimi ülkelerde görülen kalıtsal cumhuriyetçilik, yani ardılı demokratik seçimle değil, ‘miş gibi’ yapılan seçimle akrabaya bırakılıyor ya da aynı grubun içerisinde, aile içerisinde ya da Putin, Medvedev gibi, aynı grubun içerisinde yıllarca devam ediyor başkanlık ya da cumhurbaşkanlığı yönetim erki.

Halbuki demokrasilerde meşruiyet ve ardıllığın kaynağı bellidir, anayasa, yasalar seçim yasaları meşruiyetin kaynaklarıdır. Daha öncelerinde teokrasiden alıyordu gücünü iktidarlar , günümüzde pek çok Ortadoğu ülkesinde kalıtsal şeflik yaşanıyor, otokratik rejimlerde genelde böyle oluyor. Bizim şu anda manzara-ı umumiyemize baktığımızda, kuvvetler birliği esasına göre dizayn edilmiş durumdayız , bakın yürütmenin başının meclise gittiğini görüyor musunuz hiç? Orada bir meclis var, sadece törenlerde gidiliyor. Zaten meclis önemli ölçüde işlevini yitirmiş durumda.

Türkiye’ye İstanbul seçimlerinde yaşadıklarımız üzerinden de baktığımızda durum aynı. Yönetim değişikliği seçim sonuçlarına göre değil, seçim sonuçlarının beyan ettiği çoğunluk esasına göre değil, iktidarı elinde bulunduranın iradesine göre isteniyor. Ülkemizde yaklaşık 10 aydır kısa adı CHS (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) diye bir rejim var, biz bu rejime geçtik. CHS, cumhurbaşkanını yürütmenin başı olarak tarif ediyor ve kendisine kanun ayarında kararname çıkartma yetkisi veriyor, yürütme ve yasama mekanizma tek elde toplanıyor. Buna ilişkin bir haber yapıldı yeni, Nergis Demirkaya’nın Gazete Duvar’da, arkadaşımız 10 ayda 37 cumhurbaşkanlığı kararnamesinin yayınlandığını belirlemiş.

ÖM: Bir daha söyleyebilir misiniz?

AB: 10 ayda 37 cumhurbaşkanlığı kararnamesi yayınlanmış, bunlar devleti yapılandıran kararnameler. 37 CBK’nn 18’i önceki kararnamelerde değişiklik yapılmasına ilişkin cumhurbaşkanlığı kararnamesi olmuş. Bir değişiklik yapıyorsunuz, hemen sonra yanlış yapmışız deyip , yeni bir değişiklik yapıyorsunuz. Geçen gün kararname karmaşası içinde olduğumuzu CHP milletvekili Murat Emir de işaret ediyordu. Genel seçimlerden sonra da “Bu lokomotif bu vagonları taşıyabilecek kabiliyette mi?” demiştim. Çünkü eşi benzeri görülmemiş bir başkanlık sistemine geçildi, bu başkanlık sistemiyle başbakanlık müessesesi ortadan kaldırıldı, bakanlıkların yapısı değişikliğe uğradı , yeni bir devlet yapılmaya çalışıldı ki burada özellikle CB kararnameleri ile yasal düzenleme yetkisi cumhurbaşkanına devredildi. Meclis'in yetkileri başkana geçti.

Meclis'in üstüne de çıkmış bir yürütme, tek adam çıkıyor karşımıza. Yayımlanan 37 kararname genelde bürokratik yapıyı değiştiren kararnameler. 2. Meşrutiyet'ten bu yana devam eden bir bürokratik yapılanma vardır, bu yapılanma değişikliklere uğrar tabii ki, ancak Osmanlı imparatorluğunun sona ermesi ve cumhuriyetin kurulmasında dahi süreklilik gözetilmiştir. Mesele edip bakmıştım bir keresinde, memurlar, imparatorluktan yeni devlete aynı sicille geçiyorlar. Yani devamlılık ilkesi çalışıyor. Osmanlı hariciyesinde çalışan bir katip cumhuriyete geçerken de o sicille geçiyor, devamlılık ilkesiyle geçmiş oluyor. Kurumlar, yasalar ve mevzuatta devam ediyor.

10 ay öncesinden geçilen yeni devlette bakanlıkların, bakanların hükmü yok, Başbakanlık müessesesi ortadan kalkınca, ülkenin idari ve siyasi hafızası ortadan kalktı, cumhurbaşkanlığı sarayında inanılmaz birimler oluşuyor. Yani devlet yapılanmasının hem kendisi hem de hiyerarşisi bozuldu, 8000’e yakın üst düzey bürokrat açıkta kaldı. Nergis arkadaşımıza göre tüm CBK’larda (Cumhurbaşkanlığı kararnameleri) hemen neredeyse tümünde değişiklik yapılmış, çıkan pek çok kararname bir öncekini değiştiren kararnameler.

ÖM: Evet bu çok tabii istikrarsız ve hukuk açısından da, rasyonellik açısından da epey problem yaratacak nitelikte. Zaten YSK’nın bu tarihte görülmemiş diyebileceğim uzunlukta gerekçeli kararın gerekçesi de hatta ona anayasa hukukçusu olan Murat Sevinç buna kararname de demiyor “YSK’nın bu şeyi” diyor, ‘şey’ kelimesini kullanabiliyor ancak. Yani söylenenlerin herhangi birinde, iddiaların herhangi birinde hiçbiri yok, yani çalındı iddiası başta olmak üzere, 6-7 noktada özetliyorlar YSK’nın kararını AKP’nin itirazları noktasından; hiçbir itirazın yer almadığı gibi ilginç bir durum var, gerek cumhurbaşkanının söyledikleri gerekse de AKP’nin bu konuda İBB başkanlığıyla ilgili iddianamelerin bu YSK ‘şey’inde yer almadığı gibi büyük bir garabet ve tuhaflık var. Bir de Beykoz ilçe seçim kurulu CHP’nin itirazını karara bağlamış ve memur olmayan 4 kişinin sandık görevlerini iptal etmiş. Yani CHP İstanbul il başkanı Canan Kaftancıoğlu da “İlçe seçim kurulları devlet tarafından mağdur ediliyor” diye bir açıklama yapmış. İtiraz sonucu yanlış düzeltilmiş.

AB: Her şey gözümüzün önünde cereyan ediyor, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen yeni rejimi sahiplenenler de bununla ilerlenmediğini görüyor. AKP milletvekilleri de karınlarından konuşarak durumu şikayet ediyorlar, yürümüyor sistem, çalışmıyor, aileye dayalı bir yapılanma, hem ehliyetsiz hem de dünyada eşi benzeri bulunmayan bir garabet yönetim sistemiyle Türkiye’nin ağır sorunlarını bu yapı çözemiyor, iyi kötü işleyen mekanizmaların ortadan kalkması, ehil olmayan kadrolar, ağırlıklı saraya dayalı yapılanmayla Türkiye sorunlarını çözemiyor. Osmanlı sultanlarının geniş yetkileri vardı ama şeriatın üstüne çıkamazlardı, yani danışmak durumunda olduğu yüksek makamlar, ulema vardı, hatta bayramlarda hükümdar ulemayı ayakta karşılardı. Yani ara güçler oluşmuştu.

1808’deki Sened-i İttifak’takı yer alan hususları sultan kolay kabul etmedi, direndi ama yetkilerinin sınırlandırılmasına razı olmak durumunda kaldı, ki ona biraz bizim ‘magna carta'mız denilebilir mi bilmiyorum, neyse onu bir tarafa bırakalım. Biz yeni sistemle yeni bir Sultan yarattık, 21. Yüzyıl sultanlığı. Yargının yürütme gücünün alanının içine girmesi yeni sultanlıktır. Demokratik seçimlerin dolayısıyla yapılamaması, ki uluslararası kurumlar, BM, Avrupa Birliği, AGİT gibi kurumlar, Türkiye’de demokratik seçimlerin yapılamayacağını pek çok kez beyan etmişlerdir. Bırakın her şeyi, Türkiye’de OHAL’de seçimler yapıldı, bunu kabullendi muhalefet, olağanüstü hal koşullarında seçim yapıldı, referandum yapıldı.

ÖM: Evet OHAL içinde seçim yapılması tabii bütün sistemi zaten berhava etmeye yeterli. CHP genel başkan yardımcısı ve parti sözcüsü Öztrak da “1950’den bu yana oluşan bütün seçim hukuku ve içtihat çöpe atıldı” diye konuşmuş, yani “YSK’nın gerekçeli kararı denilen o karar, memur olmayan sandık kurulu başkanlarının seçimin sonucuna nasıl tesir ettiklerine dair tek bir madde bulunmadı” en büyük iddialardan biri bu. Ayrıca ikinci ve çok tekrarlanan bir başka iddia, İstanbul’da oyların çalındığı idi, ona dair de hiçbir ifade olmadığını vurguluyor. “Bu arada sarayın elimizde dediği hırsızlık görüntüleri de bir türlü ortaya çıkmıyor, bekliyoruz. Madem görüntü var diyorsunuz bunu kamuoyu ile paylaşmanız lazım” demiş Cumhuriyet gazetesinin dünkü nüshasında vardı bu. “Sarayın İstanbul adayı ‘benim bu görüntülerden haberim yok’ diyor. Bence bu yalanın da ömrü çok kısa” demiş.

AB: Hep yalanla yaşıyoruz zaten.

ÖM: Evet. Yani çok acayip “Hırsızlara bu işi bırakmayacağız!” sözlerine de tepki göstermiş cumhurbaşkanı sayın Erdoğan’ın, sayın Öztrak da demiş ki “Önlerine gelene hırsız damgası vuruyorlar, ramazanmış, Cuma namazıymış, cami açılışıymış, iftarmış dinlemeden hak yemeğe devam ediyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde bir cumhurbaşkanı bir belediye başkanlığı seçimi için bu kadar kendini ortalara atmaz, milletini bölüp parçalamaz” ifadelerini kullanmış.

AB: Ama o cumhurbaşkanı oradan geldi! Bu konulara bakarken çok hoşuma giden bir kelime yakaladım, onu sizinle paylaşayım. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi demeyeceğim bundan sonra buna ‘düvel-i muntazame’ diyeceğim, Osmanlı tarihçisi Şanizadeye göre, ‘düvel-i muntazame’ iyi örgütlenmiş, iyi çalışan rejim, devlet örgütü demek, bir anlamda rejimin kalitesi anlamına geliyor

ÖM: Düvel-i muntazame öyle mi? Bunu Can şimdi anlayamaz tabii!

CT: Bir daha söyleyebilir misiniz efendim?

AB: Düvel-i muntazame.

CT: Oh yeah!

AB: Bundan sonra düvel-i muntazameye bakmaya geleceğim, Salı günü Açık Radyo’ya!

CT: Düvel devlet mi demek?

ÖM: Evet.

CT: “Düvelde işe girdim” derken devlette işe girdim mi oluyor?

ÖM: Devletler daha çok.

CT: Ha 7 düvel! Tamam. Ben dübel anladım. Düvelle dübel arasında bir ilişki var mı?

AB: O yok işte!

ÖM: Muntazame de işte intizam, düzenden geliyor, devlet düzeni demek.

AB: İyi bir rejim, rejim kalitesi, iyi çalışan devlet örgütü. Türkiye’nin düvel-i muntazamesi bozuk, fevkalade bozuk hem de, dökülüyoruz! Ekonomisinden dış siyasetine çalışmıyor, sistem çalışmıyor. Yasama örgütü zaten yasama örgütlüğünden çıkmış, yargı girmiş yürütmenin gücüne, seçimse sonuna kadar seçim, iktidar kazanana kadar kesintisiz seçim. Düvel-i muntazame bozuksa, muntazam değilse başka şeyler gündeme gelebiliyor, çağrıştırıyor. Bugün de 27 Mayıs’ın yıldönümü değil mi?

ÖM: Evet.

AB: Demokrat Parti'nin antidemokratik uygulamaları, yasaları uygulamakta taraflılıklar, muhalefete yapılan baskıları hatırlamakta fayda var. Düvel-i muntazamenin bozulması ülkelerin başına çok beter işler açıyor. Kabullenilmesi mümkün olmayan durumlarla karşılaşabiliyorsunuz. Haziran 2015 seçim sonuçlarını beğenmeyip işi Kasım seçimlerine getiriyorsunuz, İstanbul seçimlerine razı olmayıp tekrar ettiriyorsunuz. Demokrasinin en önemli erdemi olan seçimlere ve seçimlerin sonuçlarına rıza göstermiyorsunuz.

Ekonominizdeki sarsıntılar, dış siyasetiniz alt üst olmuş bir şekilde rejim bunalımı yaşıyorsunuz. Düvel-i muntazamesi bozuk ülkeler rejim bunalımına giren ülkeler oluyor. Bu yapıyı, demokratik ortamda, demokrasi kuralları içerisinde değişime tabi tutmak gerekiyor. Tutulmadığı takdirde ne oluyor? Ülkeler kalıtsal şefliğe doğru gidilebiliyor. Pek çok ülkede gördüğümüz gibi Azerbeycan devlet başkanı eşini de devlet başkan yardımcısı yapmıştı değil mi?

ÖM: Tabii. Hele bunu diğer bütün bakanlar kurulu toplantısında aniden hiç haber vermeden açıklıyor, videosu vardı çekilmiş, çok şaşırıyor öbür bakanlar sonra birisi başlayınca birdenbire alkışlamaya başlıyor ötekiler de eşini. “Bundan sonra benim yerimi alacak olan cumhurbaşkanı odur” diyor.

AB: Ardılını belirliyor yani?

ÖM: Ardılını orada belirliyor ve sürpriz yapıyor, bakanlar kuruluna açıklıyor oracıkta.

AB: Orada da bir parlamento var, orada da göstermelik seçimler oluyor, işte yargı kurumları da var ama aslında yürüyen otokrasi, yürüyen faşizm, 21.yüzyıl faşizmine otoriter demokrasi deniyor. Neyse otoriter demokrasi? Hem otoriter rejim , hem de demokratik rejimlerde olan kurumların olması ama otokrata bağlı olarak işlememesi hali olsa gerek. Demokratik rejimlerde var olan kurumların bina olarak olması bir ülkeye demokratiklik kazandırmıyor, kurumlar gerçek demokraside olduğu gibi çalışmıyor. CHS’nin gerçekten dünyada örneği yok. Yani hiçbir teorik değeri olmadığı gibi pratik değeri de yor, zaten herkes bundan şikayet ediyor. Ayrıca meşverette yok, danışma usulü de yok. Meşveret yani danışma, istişare yasama örgütü içinde gerçekleşir, partiler arası diyalogları geliştirir, dolayısıyla bir sorunun, gerilimin çözümünde yasama örgütünün varlığı da son derece önemli. Bugün yasama Çankaya tapu dairesi gibi bir şey haline geldi, karşılıklı danışma, istişare etme, mekanizmaları parti grupları arasında iletişim de ortadan kalktı.

Dolayısıyla gerçekten 19 yüzyıl başlarında yaşamış tarihçi Şanizade’den aparttığım tanımla devam edeyim , düvel-i muntazamesi bozuk bir ülke olarak bayrama doğru gidiyoruz. En sevindirici haber açlık grevleri ama içimiz bir taraftan da parçalanıyor; hapishanelerde binlerce insan olumsuz koşullarda bulunuyor, pek çoğu arkadaşımız, gazeteci, aydın, düşünür , bu bayramı da hapishanede geçirecekler. İçimiz acıyor.. İleri tutarı olmayan, düvel-i muntazamesi bozuk bir ülkenin yargıladığı insanlar olarak onlara selamlarımızı göndererek programı bitirelim. Yani düvel-i muntazame önemli.

ÖM: Evet. düvel-i muntazame önemli. Yeniden Osmanlıca derslerine başlıyoruz!

AB: Vallahi başlayacağız!

CT: Hayır! Osmanlıca hayır ne demek? Katiyen! Katiyen olmaz mı?

ÖM: Yok olmaz!

AB: Kesinlikle, katiyen.

CT: Katiyen hayır! Kat’a ve hatta!

ÖM: Asla ve kat’a!

AB: Evet doğrusu o.

CT: Tamam işte, teşekkür ederiz efendim, sabah şerifleriniz hayırlı olsun!

AB: Düveliniz muntazam olsun!

CT: Ceb-i cümlemizin.

ÖM: Görüşmek üzere.

AB: Hoşça kalın!