AKP’de Recep Tayyip Erdoğan, Cemaat’te ise Fethullah Gülen’in sözü kanundu. Erdoğan ve Gülen’in takipçileri, bu iki ismin ortaya koyduğu fikirleri, izledikleri çizgiyi hiçbir sorgulama cesareti gösteremedi.
Kaynak: artıgercek.com (22 Şubat 2017)
Aslında yakın tarihimizden biliyorduk. Sütten ağzımız yanmıştı ama yoğurdu üfleyerek yemedik nedense. Avrupa Birliği hikayesi gözümüzü döndürdü, vesayetçi sistem yordu, yargısız infazlar tüketti. Muhafazakar demokrat görüntüleriyle de iyi kandırdılar bizi doğrusu. Kendine müslüman olanların, kendilerine demokrat olacağını göremedik.
Abdülhamid de parlamentoya saygı sözüyle oturmuştu tahta, İttihatçılar da parlamenter sistem sayesinde gelmişti iktidara. O dönemde de anayasanın çağdaş, hukuka daha saygılı bir yönetim getireceğine inanan insanlar olmuştu.
2. Meşrutiyetin ilanını Ermenisi, Rum’u müslümanları kutlamalarla karşılamış, kol kola sokaklara dökülmüştü. Herkesin eşit olacağı, hükümdarın yetkisinin halkın seçtiği bir meclis tarafından kısıtlanacağı bir dönemin kapısı açılıyordu.
Çünkü her dinden ve etnik kökenden insanıyla imparatorluk ahalisi, Avrupa’da yaşananları görüyor, tek adam rejiminin yarattığı baskıcı ortamdan kurtulmaya çalışıyordu. Elbette entelektüeli, okumuşu, mürekkep yalamışı ve Avrupa’yı görmüşü.
Ancak koltuğa oturanın söylediğinin tam aksini yaptığı bir coğrafyaydı burası. Abdülhamid de, İttihat Terraki’nin lider kadrosu da ellerine geçen ilk fırsatta her türlü denetimden kurtulmanın, halkı tekleştirici adımlar atma yoluna gitti.
Bu tarihin gizlisi, saklısı yoktu.
Önümüzde duruyordu, üzerlerine yazılmış binlerce kitapla…
Neden körleştik?
Dediğim gibi, en önemli güvence olarak Avrupa Birliği’ni görme hatasını işledik. O yolu askerin tıkadığına, o kapı bir kez açılınca bir daha kapanmayacağına yürekten inandık.
Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin tavrı, Erdoğan’ın bu yoldaki inancını çabuk tüketti aslında. AKP’nin ikinci döneminin sonlarına doğru, müslüman kimliği nedeniyle Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi hiçbir zaman tam üye yapmayacağını biliyordu.
Şangay Beşlisi kartını o zaman da oynamaya çalışıyordu ama daha çok Avrupa üzerinde baskı kurmak, daha fazla chapter açtırabilmekti amacı.
İkinci büyük felaket, AKP’nin bu iki dönemde Cemaat’le ortaklık yapması oldu. Evet, Cemaat kadroları eğitimliydi. Çoğu Amerika’da eğitim görmüş, dil bilen insanlardı ama demokrat değillerdi. Öyle bir kültürden gelmiyorlardı. Hedefleri daha çok demokrasiden çok, kendilerine daha fazla güç, devlet içinde daha fazla imkan oldu.
Bu yaklaşımlarının sonucunu, Ergenekon ve Balyoz davalarında kendilerine sivil ve askeri bürokraside, sivil toplum kuruluşlarında rakip gördükleri herkesi sepete atmalarında gördük. Yargının başka amaçlar için kullanılması dönemi devam etmiş oldu. Bu tutum, rövanşist güçlere cesaret ve haklılık veren bir gelişmeye yol açtı.
AKP ve Cemaat gibi demokratik kültürü güçlü olmayan, lider tapınmacılığın, tek adam kültünün öne çıktığı iki kurumun işbirliği Türkiye’nin bugüne gelmesine neden olan yolun taşlarını döşedi.
AKP’de Recep Tayyip Erdoğan, Cemaat’te ise Fethullah Gülen’in sözü kanundu. Erdoğan ve Gülen’in takipçileri, bu iki ismin ortaya koyduğu fikirleri, izledikleri çizgiyi hiçbir sorgulama cesareti gösteremedi. Bu yaklaşımın İslam’ın doğrudan sonucu olmasa da, İslami kültürün yarattığı atmosferin sonucu olduğuna inanıyorum.
Onlar öyleydi de, bizler niye göremedik derseniz…
Acelemiz vardı…
1970’lerden itibaren giderek güçlenmiş bir askeri vesayetçi bir yapıdan kurtulmak, Avrupa gibi bir ülke olmak istiyorduk. Askerin, siyasetin, yargının, Meclis’in yerinin belirlenip saygı duyulduğu bir ülke olacağımıza inanmıştık.
1970’lerden itibaren artan devlet baskısının, idamların, cezaevlerinde veya sokaklardaki yargısız infazların sonuna gelinmek üzere olduğuna ikna etmiştik kendimizi.
Öyle olmadı maalesef.
1876’da, 1908’de yaşanan film tekrarlanıverdi. Ermeni’nin yerini Kürt’ün aldığı, okumuşunun Avrupa’ya, Amerika’ya göçmek zorunda kaldığı bir dönemin kapısı tekrar açılıverdi.
Ama enseyi karartmaya gerek yok. Geri gittiğimizi düşündüğüm en karanlık günde bile, aslında yola çıktığımızdan en az bir adım öndeyiz. Bu dönem de elbette geçecek ve şimdi uzak bir hayal gibi görünen demokratik, hukuka saygılı bir dönemin kapısı açılacak.
Belki yarın, belki yarından da yakın…