Murat Koraltürk Buharlı Vapurlardan Deniz Otobüslerine İstanbul’da Deniz Ulaşımı Varlık Yayınları, 2010, büyük boy, 279 s. |
“Boğaz vapurunun dumanı/ tarıyor kayıkları// ıskarta bir uskumru peşinde/ yükselip alçalarak uçuyor/ rıhtımda martı// bu vapur nereye gider/ a dostlar nereye gider// yanlış binmeyelim Boğaz’a gider// Beşiktaş vapuru oymalı beşik/ Beşiktaş vapuru ayrı.” (Oktay Rifat, “Vapur”, Bütün Şiirleri II, YKY, 2007, s. 536) Her ne kadar bu şiirinde Oktay Rifat Beşiktaş vapuruna farklı bir gözle bakıyorsa da, hepsinin yeri ayrı kuşkusuz (çeşitli sebeplerle yakınlıklar farklılık gösterebilir elbette). Gerçekten de o kadar iç içe durumdadırlar ki, “Vapurlar İstanbul’un ayrılmaz bir parçasıdır,” şeklindeki bir cümle bile afaki kalıyor.
İstanbul’daki ulaşım araçları içerisinde yolculuk etmesi belki de en rahatı ve en keyiflisi olan vapurların -daha doğrusu deniz ulaşımının- tarihsel gelişimini gözler önüne seriyor Murat Koraltürk, geçtiğimiz günlerde yayımlanan kitabında; Buharlı Vapurlardan Deniz Otobüslerine İstanbul’da Deniz Ulaşımı büyük boy, ciltli ve renkli resimli olarak hazırlanmış. Osmanlı’nın deniz ulaşımıyla II. Mehmed (Fatih Sultan Mehmed) döneminde tanıştığını hatırlatarak başlayan Koraltürk, kayıkçılık ve buharlı gemicilik zamanlarından kısaca bahsettikten sonra, sözü kaçınılmaz olarak şirketlere, kurumlara, işletmelere getiriyor.
17 Ocak 1851’de kurulan Şirket-i Hayriye, İstanbul’daki deniz ulaşımı konusunda bir dönüm noktasını ifade ediyor elbette. Şirketin kurucuları, kuruluş amaçları, sermayesi, I. Dünya Savaşı dönemindeki gelişmeler, taşınan yolcu miktarına, o dönemde basılan tarifelere kadar ayrıntılı bir şekilde belgelerle ve çizimlerle de desteklenerek anlatılmış. Yine çok sayıda fotoğraf eşliğinde vapur filosuyla da ilgili bilgiler okuyoruz. Kronolojik olarak devam ettiğimizde, Şirket-i Hayriye bölümünün ardından Haliç Vapurları Şirketi, sonrasında Devlet Deniz Yolları İşletmesi, Şehir Hatları İşletmesi ve son olarak da “deniz ulaşımında yeni bir dönem, yeni bir kurum” olarak nitelendirilen İDO’dan bahsedilmiş. Söz konusu kuruluşlar da, yine Şirket-i Hayriye bölümündekine benzer şekilde, kuruluş hikâyeleri, faaliyet alanları, taşınan yolcu miktarı, vapur filosu gibi bilgiler ışığında tanıtılıyor.
Kitapta da hatırlatıldığı gibi, 2006 yılında gerçekleştirilen “Haydi İstanbul Vapurunu Seç” kampayasında İstanbullular, klasik Şehir Hatları vapuruna en yakın tasarım olan 4 numaralı vapurları seçerek, aşina oldukları görüntüden kolay kolay vazgeçmek istemediklerini ifade etmiş oldular. Ancak zamanda biraz daha geriye gittiğimizde, kitabın görsel malzeme konusundaki zenginliği, özellikle birçok genç İstanbullunun tanımadığı çok sayıda vapurla da tanışmasını olanaklı kılıyor.
Shirine Hamadeh Şehr-i Sefa: 18. Yüzyılda İstanbul İletişim Yayınları, 2010, 399 s. |
Şöyle bir tespitle başlıyor Hamadeh: “18. yüzyılda Osmanlı başkenti duyusal zevklerin ebedi bir kaynağıydı.” Kitabın devamında da bir anlamda bu tespitin açılımı ya da varılan bu sonucun gerekçeleri sunuluyor diyebiliriz. Hamadeh iki unsur üzerinden bunu açıklamaya çalışmış. 18. yüzyılda mimarideki, kentin fiziksel yapısındaki yeniliklerin toplumsal yapıdaki, kültürel pratiklerdeki yansımalarını, etkileşimlerini irdelemiş. Örneğin, 18. yüzyıl Osmanlı mimarisinin hak ettiği derecede dikkat toplayamadığından bahsediyor yazar, böyle olmasına karşın o dönemi imparatorluk başkentinin mimari tarihinde olağanüstü bir zaman şeklinde, hatta yapım faaliyetleri açısından Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesinden sonraki en hareketli dönemlerden biri olarak nitelendirmiş. Kitap boyunca, çeşitli fotoğraflar, görsel malzemeler eşliğinde örnekleri sunulmuş bu yerlerin, yapıların; bahçeler, çeşmeler, mesire yerleri, binalardaki, köşklerdeki süslemeler gibi...
İlhan Eksen Yolculuk Everest Yayınları, 2010, 141 s. |
Galatasaray’dan sınıf arkadaşı olan Osman, Muzaffer ve Mehmet Ali’nin İstanbul’dan Ankara’ya trenle yaptıkları yolculuğu okuyoruz. Zaman zaman İstanbul’da buluşan bu üç arkadaş, bir akşam bir araya geldiklerinde, tesadüfen üçünün de çeşitli “özel” ve “gizemli” gerekçelerle Ankara’ya gitme zorunlulukları ortaya çıkar. Üçünü de oldukça heyecanlandıran bir tesadüftür bu: “Her birinin kendine özgü resmi ve ciddi nedenlerle yapmaya hazırlandığı bu yolculuk, yemek masasında hemen eğlenceli bir okul gezisi gibi planlanmış, o andan itibaren her biri yataklı vagonu okul yatakhanesi, trenin lokantasını da bir Balıkpazarı meyhanesi gibi görmeye başlamıştı.” Ancak yolculuk başladığında işler hiç de okul gezisi gibi, planlandığı gibi gitmemeye başlar; bu üç arkadaş arasındaki fikir ayrılıkları, sırların ortaya çıkışı gibi etmenler bir hesaplaşmanın yolunu açacaktır. Eksen ilk romanı İstanbul Sende Kalsın’da 60’lı yılları mercek altına almıştı, yeni romanı Yolculuk’ta da her ne kadar içinde olunmasa da, etkisini keskin bir şekilde hissettiren İkinci Dünya Savaşı atmosferini yansıtmış.
Nazlı Eray Marilyn: Venüs’ün Son Gecesi Doğan Kitap, 2010, 272 s. |
İstanbul kitaplarıyla başladık, bir İstanbul-Ankara yolculuğunun ardından Ankara’da noktayı koyalım... Çok da ayrıntısına girmeden söz edebileceğimiz bir roman Marilyn: Venüs’ün Son Gecesi, çünkü başlı başına, ilk bakışta bile oldukça ilgi uyandıran bir hikâyesi var; ne de olsa söz konusu kişi Marilyn Monroe. Yaptıklarıyla, kariyeriyle, Arthur Miller’la, Kennedy Kardeşlerle yaşadığı ilişkilerle hareketli, renkli ama aynı zamanda çok farklı hisleri de barındıran bir yaşamı temsil ediyor Monroe. Aynı şey ölümü için de geçerli; cinayet miydi, intihar mıydı, hâlâ tartışılıyor, ölümü üzerindeki esrar perdesi halen kalkmış değil. İşte Nazlı Eray, dediğimiz gibi, zaten başlı başına ilgi uyandıran bu hikâyeyi, Ankara’daki bir hikâyeyle bir araya getirerek işliyor yeni yayımlanan romanında...