Ömer Madra: Ekonomi konuşmaya ne kadar müsait bir ortamdayız bilmiyorum.
Hasan Ersel: Müsait bir ortamda değiliz.
ÖM: Yine de Türkiye’nin ekonomik durumunun değerlendirmesine devam edelim. Genel sıralamada, çeşitli göstergelere göre, geride gelmekte olduğu gibi bir tespit vardı.
HE: İsviçre’deki bir akademik kurumun yaptığı rekabet araştırmasında Türkiye’nin epeyce geride çıkmasıyla ilgili biraz konuşalım, ama az önce söze başlarken söylediğin noktaya dönmek istiyorum; bugün Türkiye’nin bu tür sorunlarından bahsettiğiniz zaman, sanki gündemin çok dışına düşmüş gibi oluyorsunuz. Sonuçta heyecanlı bir ortam var, bir de çok tatsız bir olay var, Ankara’daki bomba olayını kastediyorum. Bütün bunların yarattığı, ilginin bambaşka yönlere gitmesine yol açan bir ortamdayız, bunun aksi düşünülemez. Ama inşallah ortalıkr sakinleşecek, seçim olacak, sonra yine iktisadi/ toplumsal sorunlarımız ortada olacak, onları çözme sorunu yine bizimle beraber olacak. Onun için de fazla zaman kaybetmemek lazım. O yüzden de ben biraz yapısal ve uzun vadede çözümü olan konuları taşımaya çalışıyorum. Onlara bakalım, çünkü onlar bizimle kalacak.
Bu rekabetçilik araştırmasının üzerinde geçen hafta durduk. Bu çalışma, ekonominin, hatta bütün toplumsal yapının parametrelerini ölçmeye çalışıyor, dolayısıyla oradaki kalıcı özellikleri incelemeye çalışıyor, bunu da çok boyutta yapıyor, o yüzden önemliydi.
ÖM: Bir kere daha hatırlatmak için, bu İsviçre merkezli kuruluşun adı neydi?
HE: Bu kuruluşun adı, International Institute of Management Development (IIMD), bu akademik bir kuruluş ve 1989’dan bu yana Dünya Rekabetçilik Yıllığı diye bir çalışma yayınlıyor, bu çalışma belli bir saygınlık düzeyine ulaşmış bir çalışma, yani herhangi bir çalışma diye bakılmıyor, ciddiye alınıyor. İlginç olanı, bu çalışmayı yaparken, “ücretler düşük, o halde rekabetçidir” falan gibi manasız şeylerle uğraşmıyorlar. 323 tane ölçüt kullanıyorlar; ülkenin siyasi durumu, sosyal durumu, çevreye saygı duyup duymadığı vs. ile ilgili bilgileri topluyorlar. O bilgiler ışığında da rekabetçilikte puan veriyorlar ve ona göre ülkeleri sıralıyorlar. Tabii ülkelerin hepsi her konuda ileri durumda olamaz, bazı konularda geri kalıyor olabilir, bazı konuda ileri olabilir. En sonunda ortaya bir puan çıkıyor. Biz bu araştırmanın yapısından biraz bahsetmiştik ve şöyle bir noktada anlaşmıştık; “bunun yapılmasında eksik, aksak taraflar olabilir, ama meseleye böyle bakılması çok anlamlıdır.” Yani rekabetçilik dediğiniz zaman, toplumdaki yaşam kalitesine, insanların memnuniyetine, dolayısıyla iş yaşamının sürekliliğine, siyasal duruma vs. hepsine bir arada bakmak lazım.
2007 raporunda (demek ki 2006 durumunu anlatıyor), 55 ülke kapsanmış, -bu kadar veri her ülkeden bulunamıyor-, o ülkeler arasında Türkiye de var, ama 48. sırada. Problem de burada. Bir de şunu söyleyeyim, bu sıralamada o yılda en çok puan alan ülke ABD, ona 100 diyelim, o zaman Türkiye’nin puanı 45.22. Yani yarısından az. Hadi Amerika’yı boş verelim, mesela Çin (arada karşılaştırma yapıyoruz) 15. sırada yer alıyor, puanı 79.48. Hindistan 27. sırada yer alıyor, 63.3. Güney Kore 29. sırada yer alıyor, 61.6. Yunanistan 36. sırada yer alıyor, 57.43. Bunu şunun için söylüyorum; gelişmiş ülkeler az gelişmiş ülkeler diye sıralamıyor, gördüğünüz gibi, gelişmiş ülkeler sırasında yer alan Yunanistan, Hindistan’ın altında olabiliyor, çünkü pek çok boyutlara bakıyor; mesela Hindistan’ın büyük bir ölçeği var, Yunanistan’ın yok. Türkiye’nin geçtiği ülkeler de var, mesela Brezilya’dan biraz ileride (fark 1 puandan daha az), Polonya’dan biraz daha ileride.
Rekabetçilik sıralamasında, sağ duyuya uygun bir şey var, mesela Hindistan’ın rakip olabileceğini biz hissetmeye başladık, Çin’i zaten biliyoruz ve aramızda ciddi fark var. Tekrar söylüyorum, bu her açıdan Çin bizden iyidir anlamına katiyetle gelmiyor.
Türkiye ile ilgili rahatsız edici nokta bence bu değil, sorun 2005 yılından bu yana sürekli olarak Türkiye’nin basamak düşmesinde. 2005’te Türkiye bu 55 ülke arasında 39. sıradaymış, 2006’da 43. sıraya düşmüş, 2007’de de 48. sıraya düşmüş. İşte rahatsız edici olan bu.
ÖM: Ciddi bir irtifa kaybından bahsedilebilir aynı kriterlere göre.
HE: Evet. Şöyle bir şey de diyemeyiz, “Türkiye tesadüfen çıkmıştı 2004’te”, çünkü 2003’de 48. sıradayız yine, fakat 46’dan sonra 39’a çıkmışız. Yani Türkiye 2003’ten itibaren yükselme eğilimine girmiş ve dönemin ortasından itibaren de aşağı dönmüş. Burada “aşağı dönmüş”, “yukarı çıkmış” lafını dikkatli söylemek lazım, belki Türkiye hiçbir şey yapmıyor, kendi yolunda gidiyor, ama belli ki diğerlerine göre iyi yapmıyor. Sorun da burada, çünkü bu bir sıralama, siz kendi çizginizde devam ediyorsunuzdur, geliriniz artıyordur vs. ama komşularınızın sizden fazla artıyorsa, siz sıralamada geri düşersiniz. Bu nokta önemli ve rahatsız edici nokta da bu. Bir şey daha var, biz bazen diyoruz ki, “aslında bizim ekonomimiz iyidir, ekonomiyi, işletmeyi filan biliyoruz, yıllardır deneyimimiz var, siyasi durumumuzda sorun var” vs., ama bu çalışmanın bir de sadece iktisadi performans göstergeleri ile yapılan kısmı var, onlara göre de bir sıralama yapıyor; o zaman daha enteresan bir şey ortaya çıkıyor. Türkiye 2005’ten itibaren aşağı doğru gidiyor, üstelik bu sıralamada 2007 raporunda bu ölçüte göre Türkiye bu 55 ülke arasında 53. Yani iktisadi performans açısından sıralamada daha kötü bir yerde. Bir süre önce, Türkiye’nin bir kaç göstergesi çerçevesinde, dünyada gelişmekte olan ülkelerle bir karşılaştırmasını yapmış ve şunu demiştim; “tamam biz arada geliştik, ama dünyadaki bize benzer ülkelerle karşılaştırdığımızda biz geride kalıyoruz.” Bu da o yönde bir işaret veriyor, yani o benim kendi heyecanımdan veya yanlış görmemden kaynaklanmıyormuş demek ki.
Bunu ısrarla söylememin sebebi şu; bunu “bak bu hükümet beceremedi” gibi ucuz bir polemik konusu yapmak değil. Hayır hiç alakası yok, yapılanlar demek ki dünyada rekabetçi gücümüzü arttırmaya yetmemiş, öyle görmek lazım. Yoksa “bir şey yapılmamış” demek çok anlamlı değil, yapıldığını biliyoruz, ama sonuca bakın, biz bu küreselleşen dünyadaki yarışmada geride kalıyoruz.
ÖM: Bu düşündürücü bir durum tabii. Öte yandan da daha önce azda olsa değinme fırsatı bulduğumuz gibi, sadece büyüme, refah gibi faktörlerin dışında, psikolojik, sosyopsikolojik, hatta mutluluk gibi tanımlanması kolay olmayan faktörlerin de artık bu gibi değerlendirmelerde hesaba katılması gerektiği yolunda bir izlenim beliriyor.
HE: Onu ileride inşallah daha çok konuşuruz. İktisatta bu iş böyle yapılıyor zaten, olayı sadece finansal piyasaların ihtiyacı olan bilgilerle sınırladığımız zaman, iktisadın sorularını da çok daraltmış oluyoruz. Benim bir tane tahvili almam için hangi bilgiye ihtiyacım varsa onu kullanırım, her şeyi birden kullanmam. Bunda mali piyasaların bir kabahati yok, ama bütün iktisadı buraya indirgersek o zaman da bir sorun çıkıyor ortaya ve iktisat yazınının da çok büyük bir kısmını çöpe atmış oluyoruz. Oysa pek çok iktisatçı, Adam Smith’den bu yana bu konularla uğraşmış.
ÖM: Evet iktisatçılara da bir anlamda ciddi bir haksızlık oluyor.
HE: Öyle oluyor, yani ve o yüzden de “ben iktisatçıyım” deyince “dolar ne olacak?” diye soruyorlar, kimsenin, gelir dağılımı, hayatta tatmin, ileride meslek seçimi, vs. gibi konuları bir iktisatçıya sormak aklına gelmiyor. İşin ilginç tarafı, o sordukları sorunun yanıtını da bilmiyorum.
ÖM: Ama bu son derece önemli bir algı kaymasına da yol açıyor, adeta bir din haline gelince büyüme ve refahtan başka hiçbir şeyin önemli olmadığı söylenince, bunun mukabilinde neler kaybettiğimiz, başta doğal kaynaklar, doğanın kendisi olmak üzere, çok ciddi doğal ve psikolojik kayıplara uğradığımız, yalnız bir gezegende bulunduğumuz gerçeği de gözden kaçıyor tabii.
HE: Halbuki iktisatta amaç, toplumun refahını maksimize etmektir şeklinde ortaya konduğu zaman hep şu söylenir; “bu refahı gelire bağlıyoruz, bunu çok basit olsun diye böyle yaptık aman dikkat edin, bu aslında böyle değildir” diye. Derste anlatırken hoca öyle söyler, “şimdi kolaylık olsun diye böyle yaptık ama gelir dağılımı var, insanların çalışma koşulları var, vs.” denir ondan sonra gelirle ilişkilendirilir. Refah fonksiyonunu kaldırdık, gelirin kendisi kaldı, yani neye yaradığını bilmediğimiz bir gelirimiz var.
ÖM: Aynen öyle.
HE: Onun dışında o gelirle çok kötü işler yapıyoruz, ama onu maksimize edince işler hallolmuş oluyor.
ÖM: Bunu bu vesile ile ikinci defa gündeme getiriyorum, biraz fazla kurcalamış oluyorum belki, ama ileride etraflıca konuşma fırsatı bulabilirsek, en azından benim açımdan çok tatmin edici olacaktır.
HE: Bir gün özel bir program yapalım bu konu üzerine.
ÖM: Tamam, memnuniyetle.
(24 Mayıs 2007 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)