Her türden şiddetin hayatımızın normal bir parçasına dönüştüğünün farkında mısınız? Çoğumuz, derdini anlatabilmek için bile sesini yükseltmeden konuşmanın eziklik olarak anlaşılacağı endişesini taşıyor. Şiddetin her türlüsünün normalleştiği, iletişim biçimine dönüştüğü ve dahası kanıksandığı bir dünyada yaşıyoruz. Ailecek akşam haberlerini seyredip yemek yerken şiddetin her türlüsünün yaşandığı dünyayı tepkisizce izliyor, masumane tavırla “tüm bunlara ben ne yapabilirim ki?” diyerek başkalarını suçlamayı seçiyor veya görmezden geliyoruz. Şiddet her yere yayılıp hayatın normaline dönüşüyor.
İyi ama, ne değişti de insanlar bu hale geldi?
Öfkeli insanlar topluluğu halinde yaşıyoruz. Üstelik neye ne zaman öfkeleneceğimizin bir ölçüsü de yok. İçi boş, çoğu kez mantıklı bir karşılığı olmayan gelip geçici bir öfke bulutu altında yaşıyoruz. Çevrenize bakın yolda işte, trafikte her yerde kendi kabuğuna çekilmiş her an bir saldırı olacakmış gibi sırtını kabartmış en ufak bir iletişimi bile saldırı olarak görüp öfkelenmeye hazır ürkek, gergin insanlar görüyorsunuz.
Öfkenin şiddette dönüşmesi ise an meselesi. Doktorunu öldüren hasta yakını, öğretmenini bıçaklayan öğrenci ve daha binlerce kontrolsüz öfke kurbanı ile birlikte sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşıyoruz. Kendi yetiştirdiği doktoru veya öğretmeni öldürebilecek kadar öfke yüklü, kendine zarar veren bir toplum için kaygılanmamız gerekmiyor mu? Spor sahalarından tribünlere yansıyan öfke, nefret ve bunun sonucu olarak olağan kabul edilen şiddetin kimi neyi ne zaman vuracağını kestirmek de mümkün değil.
Peki ama bu öfkenin kaynağı ne, nereden besleniyor?
Hatırlayın, hiçbirimiz çocukluk çağımızda öfkeli kişiler değildik. Şehirler büyüdü aileler küçüldü. Herkes çalışır herkes meşgul hale geldi. Küçülen aile ortamında çocuklara ayrılan zaman azaldıkça ilgi çekmenin yolu yaramazlık ve olumsuz davranışlar haline dönüştü. Uslu çocuk anne babasının işini gücünü engellemeyen, zamanını çalmayan çocuktu. Anne babanın ilgisini çekebilmek için sonunda ceza alma pahasına sorun çıkarmak, haylaz ve yaramaz olmak gerekiyordu. Aile içindeki terazinin kefesi cezalandırma yönünde ağırlaştı. Beğeni, övgü ve ödüllendirme azaldı. Aile, çocuğun bu hallerine alışmaya başladıkça çocuk haylazlık ve yaramazlığın dozunu arttırmak zorunda kaldı. Kısır döngü sürüp gittikçe aile içinde öfkenin tohumları atılıyordu.
Okul yılları gelip sosyalleşme başladığında da karşısında hep kıyaslama yapılan “ötekiler” vardı. Derslerinde başarılı olması yetmiyor, kendinden daha iyi not alan öğrenciler örnek gösterilip yeterince başarı gösteremediği işaret ediliyordu. Aile ortamından gelen yaramaz çocuk, okulda ne yaparsa yapsın kendinden daha başarılı çocukların varlığını görüp bir kez daha özgüven yitimine uğruyordu. Dahası bu özgüven eksikliği giderek kendini kuşatılmışlık ve saldırı altında hissetme sonucunu doğuruyor öfke filizleniyordu. Gençlik, ergenlik, delikanlılık diye geçiştirilmeye çalışılsa da bir türlü ergen olamama, kendi olamama ve hep başkalarının baskısı altında olma hali kişiyi savunmaya itiyor dış kabuk sertleşiyor arada öfke patlamaları yaşanmasına yol açıyordu.
Yaş ilerleyip dış dünyaya açılınca sorun daha da çetrefilleşti. Tüketim paradigması her türlü propaganda aracını kullanarak bireylere hayatlarında hep bir şeylerin eksik olduğunu, ancak dışarıdan satın alınacaklarla eksikliklerin tamamlanabileceği mesajını veriyor, ancak o eksiklikler hiç bitmiyordu. Hangi yaşta olursan ol bir türlü tamamlanmayan hep bir şeylerin eksik olduğu hissiyle tüketmek zorunda olma baskısı ekonomik olanaklarla çatışıyor hayata karşı sebepsiz öfke gün ışığına çıkıyordu.
Çocukken ödüllendirilmeyip hep yaptığı yaramazlıklarla ilgi görmüş, okulda ne olduğunu kimsenin bir türlü tarif edemediği “istenen başarı” düzeyini bir türlü yakalayamamış kişi için öfkelenmemek kolay mı? Hep ötekilerle kıyaslanıp eksiği yüzüne vurulmuş, özgüveni yitik bir halde tüketim dünyasının ortasına atılmış birinin nedensiz öfke bulutu içinde olmasından daha doğal ne olabilir? Hayatın bitmeyen gereksinimleri eksiklikleri uğruna çoğu kez gerçekten isteyip istemediğini sorgulamaksızın rastlantıların belirlediği bir çalışma hayatında para kazanmak zorunda kalan, kendi olmayı çoktan unutmuş kalınlaştırdığı kabuğu içinde korunmaya çabalayan birinin öfkeli olmaktan başka seçeneği kalıyor mu?
Özgüven eksikliği içinde hep gelecek saldırıyı bekleyen, eksiği yüzüne vurulduğunda saldırganlaşan bireylerin çoğaldığı ortamda öfke ve kaygıların şiddete dönüşmesinden daha doğal ne olabilir?
Toplumun geneline yansıyan öfke ve kaygı doğurucu bu süreçleri görmeden şiddet konusunu kategorize edip lokal uygulamalar ile çözmeye çabalamanın kalıcı olmayacağı açıkça görülüyor.
Şehirleşme ile birlikte aileler küçülüyor, bireyler daha da yalnızlaşıyor. Ödüllendirme ve olumlu davranışları öne çıkarıp örnek olmalarını sağlama süreçleri azalıyor. Özgüven sorunu yaşayan bireyler eksiklik ve başarısızlıklarının yüzlerine vurulması kaygısıyla sosyal ortamlardan uzaklaşıp internet ve medya aracılığı ile iletişim kurabilir hale geldikçe yalnızlık ve özgüven eksikliği daha da artıyor.
İçlerinde filizlenip yeşeren öfke ve kaygıların farkına varıp kontrolünü yitirmek istemeyen bireylerin birçoğu şişkin ego gösterileri ile ezikliklerini gizleme telaşına düşüyor, hangi kültürel düzeye gelirse gelsin yetersizlik duygusunu açığa çıkartan her türlü olaya öfke ve şiddetle tepki verebiliyor. Egosunu kabartıp özgüvenini olduğundan çok gösteremeyenler için ise alkol ve madde bağımlılığı dışında pek seçenek kalmıyor.
Nedensiz bir öfkenin üzerinde yükselen şiddet toplumunda yaşıyoruz. Şiddet ve onun kaynakları ile mücadele etmek istiyorsak içimizdeki öfkenin kaynağını görmeli ve bir slogan arıyorsak “sesini yükseltmeden” diyerek işe başlamalıyız.