Akçakoca, felsefe ve "öteki"ler

-
Aa
+
a
a
a

Coğrafyamızın gerilen yüzeyi, belli yerlerden yırtılmaya başlıyor. Sosyal, ekonomik ve politik nedenlerden ötürü birbirinden ayrılmış olan katmanlar, bazı durumlarda ‘öteki’ karşısında benzer bir tavır sergilemekten kendilerini alamıyorlar.

Kamusal alanın alt kümeleri kendi toplumsal pratiklerini kendi gruplarında belirlerken, olası bir ayrıksı melez çıkış sonrasın da ezberi bir anda bozabiliyorlar. Ötekinin kamusal alana duhul etmesiyle, kiminin inanışında kulluk hakkı kiminin bilincinde evrensel insan hakkı türünden ilahi-bilimsel kabul edişler paralize olabiliyor. Ve meselenin doğallığında da ortaya vicdan ve bilinç sızlatacak sahneler çıkıyor.Her kolektif kimlik kendi yaşam pratiklerine bağlı olarak acı, nefret, özlem ve çaresizlik gibi hissiyatlarını test ettiği kamusal alan gösterileri alabildiğine yoğun bir “öteki” sürecine hizmet etmekten başka bir şeye hizmet etmemeye başlıyor.

Elitlerin sit alanlarına melezlerin gecekondu yapma girişimleri sadece imari anlamda değil sosyal alanda da kendini gösteriyor. Ve elitler, buna tahammül edemiyor. Geçen haftanın iki pratiği vesilesiyle bu inşaat sürecinin ilerisi için vicdanlarımızda açacağı yarığın izlerini şimdiden okuyabilmek mümkün.

 

Bolu’nun Akçakoca ilçesi bu toprakların en bahtsız ve acıklı topluluklarından birine yaptığı evsahipliği ile gazetelerde boy gösterdi geçenlerde. Aslında, alınan bir karar sonucunda, yaşanan vicdan dışı uygulamanın evsahipliği ile pek bir ilişkisi de olduğu söylenemez.

Yaşanan gelişme, hep bilinçlerin bir köşesinde gizli kalmış, ama yine bu topraklarda hâlâ devam etmekte olan (her şeye rağmen) insanî damardan sebep kolay kolay pratiğe dökülemeyen bir insafsızlık örneğiydi. Karadeniz’in bu güzel ilçesi, memleketin en bariz “öteki” yaftalı vatandaşına şehir merkezini ve plajını çok görerek, “kara” kelimesini  sadece deniz vesilesiyle değil “baht” vesilesiyle de sıfatlaştırmış oldu.

Öte taraftan memleketin diğer bir köşesinde de, bu sefer kapalı bir salonda düşüncenin en açıkdenizi Felsefe Kongresinde, cezaevlerindeki duruma dikkat çekmek için pankart açan iki yaşlıcana vatandaşa tahammüller ve vicdanlar kapanıyordu.

Kimlikleri vesilesiyle, kendilerini ifade etme şekli, bizim canımızın istediği zaman denize girme ile, düşünsel pratiklerimizi tebliğler ve paneller yoluyla aktarma şeklinden oldukça ciddi bir farklılık gösteriyordu. Kabul edilir veya edilmez, ama kolektif kimliklerinin statükoyla

 "Öteki"lere denize uzaktan bakmak düşer. (Fotoğraf: akcakoca.org)

restleşmesi vesilesiyle son derece acıklı ve acılı bir tarihe sahip ve bu coğrafyada hepimiz kadar söz hakkı olan “öteki”lere, inatla bir şeylere “uy(a)mayan”lara artık en basit-demokratik insanî hakları bile fazla görülüyordu. Ve asıl ilginç olanı, bu iki tavrın birbirinden son derece farklı ve uzak düşünce dünyalarında üretilebilmesiydi.

 

“Hangi vakitte denize girecekler ki?”

Vatan gazetesinin18 Ağustos tarihli nüshasında Mutlu Tönbekici’nin yaptığı haberde Akçakoca, Karasu ve Kocaeli Kaymakamlıkları koalisyonun 29 Temmuz komisyon kararının 10. ve 11. Maddelerinde belirttiği üzere “İlçe Jandarma Bölük Komutanlığı, ilçe girişlerinde işçi girişleriyle ilgili olarak güvenlik ve asayişle bağlantılı gerekli tedbirleri alacak, iş akdi olanlar işçi simsarları tarafından organize biçimde bölgeye sevk edilecektir.” Görünüşte tamamen idari düzenleme gibi gözüken bu karar, bölgesel uygulayıcılar vesilesiyle tuttukları yerden kopartılıyordu. Ve seyahat özgürlüklerinin  dışında, T.C vatandaşlığı durumu itibariyle sahip oldukları bir çok anayasal hak görmezden gelinerek, resmi olmasa da uygulama vesilesiyle birileri yine memleketin “öteki”lerine bir yerleri yasaklıyordu.

 

Yurtlarını, topraklarını bizlerin aklının ve bilincinin kabul etmekte zorluk çekeceği nedenlerden dolayı terk etmek zorunda kalıp, günlüğü 9 milyon için ‘pancar- fındık- pamuk’ toplama turuna çıkmış bu insan topluluğuna (evet, insan, kabul etsek de etmesek de) en ufak sosyal ritüel çok görülüyordu. Yarım saatlik yemek ve 15 dakikalık birkaç sigara arası dışında günde 12 saat çalışan, son derece kötü koşullara sahip çadırlarda, tuvaletsiz ve banyosuz yaşayan bu insan evlatlarına, insan olduklarını hatırlatacak günün diğer saatleri de kapatılıyordu. “Peki bu insanlar, her gün nerede yıkanıp, temizleniyorlar?” gibi oldukça “biz”e ait soru sormaktansa, herhalde bunu yapamadıkları zaman ortaya çıkan o pis kokunun onların bedenlerinden mi yoksa bizlerin vicdanlarından mı yükseldiğini sormak gerekir herhalde.

 

Öte yandan, yine aynı röportajda Akçakoca Belediye Başkanı hiçbir vicdanın kaldıramayacağı bu uygulamayı “Böyle bir şey kesinlikle yok!” diye yanıtlayarak başlayan ama en sonunda da “Zaten onlar buraya çalışmaya geliyor. Hangi vakitte denize girecekler ki?” diye bitirerek, konunun vahametini çaktırmadan belli ediyordu. Allahtan ki vakitleri yok. Bir de eğer, daha insanî koşullarda ve saatlerde çalışsalardı, Allah korusun kalan vakitlerde ya şehre çay içmeye, sahile serinlemeye falan inmeye kalksalardı...

 

Bu arada, işçilerden bir genç durumu soran gazeteciye “Denizden bize ne. Bizim derdimiz aç kalmamak. Denizi soracağına neden buradayız, onu sor?” diyerek verdiği cevap, yine anlamakta güçlük çekeceğimiz bazı sıkıntı ve ezaların insanı karnını doyurmak için en başta hangi insanî ihtiyaçlarını feda etmesi gerektiği yollu alacakaranlık kuşağı düşüncelere gark ediyordu.

 

Bu arada aynı hafta, memleketin diğer bir köşesinde; “biz”e uzak, “onlar”a yakın hikâyelerin en acıklıların uzun metrajlıların çevrildiği ve  İstanbul’da bir kongre vesilesiyle, çok daha farklı nedenlerden çok benzer duvara çarpan başka bir olaya rastlıyorduk.

 

Tarih boyunca ehlileştirilmesi, hizaya sokulması en zor olan “bilim”in kongresinde dünyanın sorunlarına yine o bilim ışığında cevaplar bulunmaya çalışılıyordu. Ve uluslararası camia, gezegenin bu yüzyıl vesilesiyle yağdığı binbir türlü musibete onlarca tebliğ, tartışma ve panelle karşı duruyordu.

Bizim mahallenin tahammülsüzlüğü acıtıyor

 

“Dünya problemlerine karşı, Felsefe” başlığında, 21’incisi düzenlenen, Dünya Felsefe Kongresi birbirinden ilginç ve heyecan verici sunum ve tartışmalarla, düşünce tarihinin bu önemli biliminin tarih sahnesinde alması gereken dönüştürücü rolü hakkında ciddi ipuçları veriyordu.

Lakin kongrenin son günlerinde yaklaşıldığı sırada, bir oturum sırasında olanlar yine “biz”lerin son derece hassas ve kırılmaya müsait entelektüel duruşumuzla, “öteki”nin karşılaması sonucu, ortaya seyir zevki hoş olmayan bir müsabaka çıkmasına neden oldu.

 

Açılan bir pankart ve bağırmaya çalışan birkaç ses, zabıta marifetiyle, oturumu izleyenlerin ve yönetenlerin sessizliğinde, vicdanları gıcık edecek bir şekilde yine hak ettikleri (!) bir biçimde görüş alanından çıkartılıyordu. Ve her zamanki kapının dışına atılıyorlardı. Ne bir itiraz, ne bir engelleme! (Haksızlık etmemek lazım, belki birileri teşebbüs etmiştir, ama en azından, gönül isterdi ki oturum başkanlığı bir müdahalede bulunsun, sonuçta orası başbakanın konuşma yaptığı “Yoksulluk Kongresi” değil).

Sadece bir tane İngiliz felsefecinin A4 kağıdına sıkışmış el yazısı protestosu, alıştığımız bir şekilde bizi başka dilde bize şikayet ediyordu.

 

“Yeri değildi!” türünden bir çıkışı, “Tam da, yeriydi!” türünden bir çığlıkla savuştururken, sormadan da edemiyordu insan; uzun siyasi yaşamını, felsefenin tozunu yutmak vesilesiyle başka türlü bir memleket isteyenlere bu topraklarda karanlık bir gelecek hediye etmekle meşgul olmuş politik şahsiyete tahammül gösterebilirken, o iki adamcağızı kürsüye davet edip birkaç kelam ettirmeye niye zerre tahammül gösterilemiyordu.

Evrensel insan hakları güdümlü olduğu iddia edilen meşhur “Uyum” yasaları pratiğiyle bile bağdaşlaştıramıyor insan olan biteni. Lakin, “uyum” yasaları uy(a)mayanlar üzerinden test edilmek durumundadır, çünkü en kaba anlamıyla en çok “onların” sayesinde çıkmıyor mu?

 

Her türlü düşünsel pratiğin en önemli tezahürlerinden biri olarak, düşünceyi ifade etme hakkı, sadece devletin bildik tasarrufu ile değil, vakıa özel alanımızda vukuu bulduğu için bilinçlerimizdeki statükoya vesilesiyle, eriyiveriyordu. Herhalde, tahammül edebildiğimiz en üst nokta bu düşünce ifade etme halinin televizyonun donuk ekranlarıyla, gazetelerin dilsiz sayfaları vasıtasıyla kamusal alana çıkmaları. Bu şekliyle, vicdanlarımız üzerindeki o tahammül edilemez baskıdan korunmuş oluyoruz.

“Onlar”ın ve “Öteki”lerin kamusal alana her duhul edişleri, mide düğümlenmelerinden, içeri tıkmalara kadar uzanan uzun lineer bir şebeke de binbir türlü şekilde püskürtülüyor.

Tahammülsüzlükten, düşman bellemeye kadar varan Xenophobia’nın (yabancı düşmanlığı) bu uzun çizgisi, statükonun yetimhanesini “öteki”lerle hıncahınç dolduruyor.

İnsanın da en çok içini,  “Uy(a)mamak”konusunda son derece zengin bir geçmişe sahip olan (bedeli son derece ağır olsa da) ve “öteki” konusunda daha toleranslı bir tavır almasını tahayyül ettiğimiz bizim mahallenin insanlarının tahammülsüzlüğü acıtıyor.

 

Ne kadar kaldırabiliyoruz varlıklarını, seslerini, kokularını

 

Sadece içine bağırmalarının reva görüldüğü o yüklü acıları taşıyan insanların haykırışlarının dışarıya taşan ufak bir dilimi bile ne kadar ürkütüyor, sessizleştirip, eylemsizleştiriyor bizi. Bu arada, insanların acılarıyla, çaresizlikleriyle bu denli yalnız bırakılmaları, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın ar ve vicdan faylarını gün ve gün daha yoğun bir şekilde çatlatıyor.

Sahi, hiç dikkatimizi çekti mi acaba, “ötekiler” özel alanlarımıza, veya toplumun geneliyle paylaştığımız kamusal alanlara girdiklerinde, ne kadar duyabiliyoruz vicdanımızla, bilincimizin bütünlüklü sesini?

 

Sokakta, tribünde, kampüslerde, otobüste, plajda, kongrede, konserde, birileri kalkıp bağırıyor, sesli sesli yaşam tercihlerinin, o tercihlerinin sonuçlarını paylaşmak ve bizleri olup bitenden haberdar etmek istiyor. İstesek de, istemesek de. Veya birileri, doğal olarak, öğrendikleri yegâne biçimde (bizler gibi), yürüyüş yapmak, denize girip, eğlenmek istiyor. Peki biz ne kadar tahammül gösterebiliyoruz, veya ne kadar kaldırabiliyoruz varlıklarını, seslerini, kokularını. Yoksa, sanki çok ihtiyacımız varmış gibi habire bir sürü “öteki”lik mi armağan ediyoruz birbirimize, farkında olarak veya olmadan.

Veya bu içselleştirebildiğimiz, “öteki”nin sadece düşüncesini ifade etmek hakkı mı? Etme biçimi bu hakkın neresine oturuyor?

Hakikaten, çanlar artık oldukça gürültülü çalıyor. Ve sanki artık, tahmin ettiğimizden fazla kişi için.

 

("Gelecek" dergisinin Eylül sayısında yayımlanacak/-dı.)