20. Yıldönümünde Sabra ve Şatila Katliamı

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: 16 Eylül 2002, korkunç bir olayın 20. yıldönümü: Ortadoğu’da İsrail ile Filistin arasındaki bitmez tükenmez kanlı olaylar dizisinin belki de en kanlı olanı: Sabra ve Şatila mülteci kamplarının kılıçtan geçirilmesinin ve oradaki masum sivil insanların bugüne kadar hâlâ sayıları tam bilinemeyen ve toplu mezarları dahi bulunamamış olağanüstü bir felâketin yıldönümündeyiz.

 

16 Eylül 1982 Perşembe günü, sabahtan bazı belirtiler olmuş ancak asıl büyük olaylar 17:30 civarında başlamış. Falanj denilen sağcı Hıristiyan milislerin ve tamamen İsrail ordusu kontrolü altında bulunan, Saad Haddad komutasındaki çapulcu ve haydutların kamplara girdiği biliniyor. Bunların İsrail hatlarından geçerek İsrail’in daha önceden tespit etmiş, çok önceden planlamış ve haritalarını bile çizmiş olduğu yollardan girdiklerini ortaya koyan gerçekler var. Falanjistler özellikle Damuri diye adlandırılan bir tugaydan geliyorlar ve zaten 1982 haziran ayından beri İsrail hatlarının arkasında hareket halindeler bu birlikler. Hıristiyan milislerin en aşırı kanatlarından derlenmişler. Katliam, hakkında son derece ayrıntılı olarak bütün dünya basınından, resmi raporlardan derlenmiş bilgiler ve raporlar var elimizde.

Sabra ve Şatila'da katledilen Filistinlilerin sayısı hâlâ bilinmiyor.

20. yüzyılda Ortadoğu meselesi ile ilgili yazılmış, tartışmasız en ayrıntılı, en derinlikli inceleme olan ‘The Fateful Triangle’ adlı kitaptan izlemeye çalışıyoruz kısmen. Noam Chomsky’nin bu kitabının ilgili bölümleri, İbranice ve İngilizce, bütün İsrail basının taranması, bütün ulusal ve uluslararası raporların ve belgelerin incelenmesi, NY Times başta olmak üzere bütün Ortadoğu gazetelerinin de, ABD gazetelerinin de taranması ile çıkarılmış çok ayrıntılı bilgiler içeriyor.

 

Burada, mülteci kamplarında yaşayan Filistinli sivillere karşı özellikle büyük bir katliam gerçekleştiği ortaya çıkıyor ve Haddad milislerinin de o zamanlar tamamen İsrail ordusuyla entegre olduğu ve tümüyle onun komutası altında hareket ettiği biliniyor. Dolayısı ile, İsrail’in tam anlamı ile planladığı ve yardım ettiği bir olay olduğu ortaya çıkıyor. Mesela Thomas Friedman’ın New York Times’ın o zamanlar Ortadoğu muhabiri iken kaleme aldığı çok ayrıntılı yazılar var...

Bu sırada hatırlanacağı üzere şöyle gelişmeler de oluyor, daha önce Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Lübnan’dan tamamen çıkarılması kararına varılıyor ve buna uzun görüşmelerden sonra, özellikle Amerikan temsilcisi Philip Habib’le yapılan uzun görüşmelerin ardından FKO’ya geride kalan sivillerin can ve malvarlığı hakkında uluslararası garantiler veriliyor...

 

Filistin Kurtuluş Ordusu yaklaşık 11 bin militanı ile orayı terk ettiği zaman ülke ve özellikle başkent Beyrut büyük bir yıkım halinde. İç savaştan sonra oraya yerleşmiş olan FKÖ, - ülkede bir taraftan Suriye işgali var, bir taraftan İsrail işgali var – tam kabul etmese de bir yenilgi halinde çekilmek zorunda kalıyor. O bölgede önce The Times, ardından The Independent adına 26 yıl muhabirlik yapan ve Lübnan Savaşı hakkında  720 sayfalık muazzam bir kitabı olan Robert Fisk’in ‘Pity The Nation: Lebanon at War’ adlı bu kitabında anlattığı gibi böyle bir durum var. Arafat’a ve FKÖ’ye her türlü ABD garantisi veriliyor. Onlar da çıkıyorlar. Onların boşluğunu doldurmak üzere oraya gelen Amerikan deniz piyadeleri, Fransızlar ve İtalyan birlikleri var barışı korumak için fakat Amerikan deniz piyadeleri öngörülenden çok önce 17 gün erken terk ediyorlar nedense. Ve onların terk etmesi üzerine Fransız ve İtalyan birlikleri de terk ediyorlar ve ondan sonra da gerçek bir katliama tanık oluyor bütün dünya. Miktar olarak öldürülen sayısı açısından değil belki, ama gerek hazırlanışı, gerek yapılışı itibarı ile tarihte görülmüş en önemli katliamdan biri bu, ve günümüze kadar kanayan bir yara olarak geliyor.

Şerif Erol: 1982 yılının 6 Haziranı’nda başlıyor zaten FKÖ’nün İsrail hükümeti tarafından nötralize edilmesi. Bir harekât başlatılıyor ve haziranın ortasına gelindiğinde İsrail, Beyrut’u kuşatmaya başlıyor. Temmuz ayında ABD Başkanı Ronald Reagan Philip Habib’i gönderiyor 'arabulucu' olarak ve yardımcısı Morris Draper’ı. Durumu biraz daha kontrole alabilmek için beraber gidiyorlar; çünkü hem Ortadoğu’da çok büyük bir yangını tetikleyecek hem de tabii Amerikan çıkarlarına da tehdit olacak bu. Bir süre sonra ortaya çıkıyor ki, bu krizi çözmenin yolu Filistinli savaşçıları ve Yaser Arafat’ı oradan çıkarmak. Arafat da ikna ediliyor ve deniyor ki "başka bir çözüm de yoktur".

Bu tartışmalar biraz karmaşık bir şekilde cereyan ediyor çünkü İsrailliler ve Amerikalılar Filistinlilerle doğrudan görüşme yapmak istemiyorlar. Lübnan’ın Hıristiyan başkanı Elias Sarkis var ve Sünni bir başbakanı: Şefik Vezzan, onlar da arabulucu olarak görev yapıyorlar. İsrailliler tarafından ciddi ve zalimane bir baskı var; diğer taraftan, Arafat’ı oradan çıkarmak istiyorlar ama onurunu da korumuş bir şekilde değil, ezerek, süklüm püklüm oradan çıkmasını sağlamak için de ciddi bir faaliyet içerisindeler. Arafat daha da büyük tavizler veriyor ve Lübnan’da kalan Filistinli ailelerin emniyetini garanti altına almaya çalışıyor. Çünkü hem İsrailli askerlerden hem de Falanjist müttefiklerinden, yardımcılarından, ortaklarından gelebilecek ciddi bir şiddet korkusu içerisindeler. Arafat’a kalırsa hem Amerikalılardan hem de uluslararası toplumdan bir garanti gelmesi gerektiğini söylüyor. Sonunda Habib bir garanti sağlıyor İsrail başbakanından: “Askerler Batı Beyrut’a girmeyecekler, kamplardaki Filistinlilere saldırıda bulunmayacaklar”. Bir garanti de Lübnan’ın müstakbel başbakanı Beşir Cemayel’den geliyor: “Falanjlar adım atmayacaklar, kıpırdamayacaklar yerlerinden,” şeklinde. Pentagon’dan da bir garanti geliyor, sizin de özetlediğiniz gibi, “deniz piyadeleri bu taahhütlerin nihai garantörleri olacaklar” deniyor. Yani hiçbir şey olmayacak. Tabii bu vaatlerin gücüne inanarak Habib, sivillerin emniyetini garanti altına alan bir tutanak, yazılı bir belge de veriyor.

ÖM: "Hiçbir şeye, bir tanesinin bile kılına dokunulmayacaktır" garantisini veriyor yazılı olarak.

ŞE: Zaten Amerika’nın da bu işin altına girdiği, FKÖ’nün oradan çıkması ile ilgili anlaşmanın 4. maddesinde yazıyor ki, bu ABD tarafından yayınlanmış, ilk Filistinli savaşçılar oradan çıkmadan evvel ABD de zaten bunu da görülebilir kılmış, bu anlaşmada da verilmiş zaten. Bunları Le Monde Diplomatique’te özel muhabiri Pierre Péan’ın yazdığı bir yazıdan aktarıyoruz: “Geçmiş daima bugündür, Sabra ve Şatila katliamlarından 20 yıl sonra” başlıklı... Sonra Arafat giderek daha endişeli hale gelmiş Filistinli sivillerin kaderi konusunda, Habib Cemayel’e yaklaşmış ve vaadini yenilemiş. Tabii orada 800 Fransız, 500 İtalyan ve 800 Amerikalı’dan oluşan uluslararası gücün de rolünün son derece önemli olduğunu söylemiş ve ilk Fransız askerleri de hem tahliyeyi hem de silah toplanmasını süpervize etmek için oraya varmışlar. Güç, orada 30 gün kadar kalacakmış, herhangi bir eylemi engelleyecek ve Filistinli aileleri koruyacakmış. Sonunda da Arafat bu gücün geldiğini gördükten sonra Beyrut’tan çıkmaya razı oluyor. Fakat Pierre Péan diyor ki: “Hiç kimse sözünü tutmadı. Amerikan Savunma Bakanı Casper Weinberger ‘den başlayarak. Çünkü o deniz piyadelerinin hemen Lübnan’dan çıkmasını istedi, Hıristiyan milisler Sabra ve Şatila etrafındaki Bir Hassan bölgesinde konuşlanıyorlardı, siper alıyorlardı, bunlar olurken Casper Weinberger Amerikan deniz piyadelerine ‘oradan çıkın’ dedi. Amerika’nın oradan çıkması, hemen arkasından Fransızların ve İtalyanların da çıkmasını tetikledi; ‘Amerika çıkınca biz niye duruyoruz?’oldu. Onlar çıktılar ve 10 Eylül’de son asker de Beyrut’tan çıktı. Fakat Habib’in planı tahliyenin 21-26 Eylül arasında olacağına dayanıyor. Bu insanlar Beyrut’tan çıkacaklar, onlara dikkatle bakmak gerekiyor, refakat etmek gerekiyor sivil ölüm olmasın diye. 21 Eylül’ü beklemeden 10 Eylül’de deniz piyadeleri oradan ayrılıyorlar, son deniz piyadesi 10 Eylül’de ayrılıyor, tahliye takviminden 11 gün önce.”

 

ÖM: ... Ki daha sonra da, ay sonuna kadar da kalmaları öngörülüyor, bütün uluslararası güçlerin FKÖ askerlerinin kesin ayrılmaları bittikten sonra genel asayişi ve huzuru temin amacı ile orada duracakları öngörüldüğü halde, tamamen beklenmedik bir kararla deniz piyadeleri oradan ayrılıyor, Amerikalı barış gücü çekiliyor, arkasından da Fransız ve İtalyanlar çekiliyor. Özellikle de İtalyanlar tam anlamı ile adlarına uygun bir şekilde, beyazlar giymişler, o tüylü şapkaları ile barışı sağlamak üzere, hatta "biz  makarnalarımızı da getirdik kendimizi ayakta tutmak için" diyorlar.

 

ŞE: Bunlar söyleniyor fakat önceden gidiliyor...

 

ÖM: Amerikalılar gidince onlar da "biz niye kalalım?" diye gidiyorlar. Böylece tamamen savunmasız kalan bu kamplara karşı 16 Eylül Perşembe günü kamyonlara bindirilmiş Falanjistler ve Haddad’ın askerleri --diyelim ama, asker mi değil mi bilmiyoruz-- giriyorlar ve katliamı başlatıyorlar.

 

ŞE: Beşir Cemayel de artık Lübnan başkanı olmuş İsrail’in desteği ile. Katliamdan hemen önce o bir suikaste kurban gidiyor, İsrail’in de bunu zaten bir kuvvetli gerekçe olarak kabul ettiği söyleniyor. Yani Lübnanlı milislerle beraber, bu 'temizleme' faaliyeti için onları teşvik ediyor İsrail ve onlar da giriyorlar.

 

ÖM: Bugüne kadar da katillerin kim olduğu da tam açığa çıkabilmiş değil. Peki bu kuvvetler niçin giriyorlar? Temizleme operasyonu ve terörist yuvalarını kurutmak için. ‘Yuva’ kelimesi de çok özenle seçilmiş, burada seçilen dil konusunda Robert Fisk’in olağanüstü bir analizi var. Mesela ‘böcek yuvası’ ile eş tutuluyor, sürekli olarak ‘böcek’ göndermesi yapılıyor. Tıpkı bir zamanlar Yahudilere Nazi Almanyası’nda Nazi liderlerinin yaptığı benzetmeyi aynen İsrail basınında, İsrail yetkililerinin ağzından görüyoruz- yuvaları temizlemek için (Şaron’un lafı). Bu konuda en az bilgi sahibi olanların da kabul ettiği gibi milislerin kamplara girmesiyle neler olabileceğini kestirmek son derece kolaydı, bunu herkes bilebiliyordu. İşte Perşembe akşamı bu beklentilerin gerçekleştiği anlaşılıyor ve tam bir katliam kelimesi ile tanımlanacak bir harekâtın yürürlüğe konduğu biliniyor bugün.

 

Operasyon bütün Perşembe akşamı devam ediyor ve burada çok ilginç bir şey var: Bütün Beyrut semaları ışıl ışıl. Neden? Bu operasyon gece oluyor ve ortalık tamamen aydınlık, çünkü İsrail uçakları işaret fişekleri atıyorlar ve ortalığı gündüze çeviriyorlar resmen. Buna ‘dawn at midnight’ (geceyarısı şafağı) adını veriyor Robert Fisk. Şöyle anlatıyor kitabında: “Öyle bir hava vardı ki, o olağanüstü altın sarısı rengi ile bir tane fişek çaktı, sonra hepsi birbirini takip etti, ve bütün bu opak gece tamamen saydamlaştı. Altın bir ışığın tomurcuklandığı yerde, kampların üzerini aydınlattı. Ortalık sarımtırak bir gümüş renk aldı, öyle ki, balkonumda kitap okuyabilirdim o ışığın altında. Saçıldı etrafa bu ışıklar ve hemen hepsi Sabra-Şatila bölgesi üzerinde döküldü havai fişek gösterisi gibi... Sönmüş bir tanesi de benim sokağıma düştü hâlâ o küçük paraşütüne bağlı olarak. Bahçenin tel parmaklığına çarparak yola yuvarlandı. İsrailli tankçı askerler vardı, niye olduğunu anlamadılar ama onları görüyordum ışığın altında, çocuklar gibi idiler. Sanki geceyarısı güneşini keşfetmiş gibi. Bütün gece devam etti aydınlatma, ve fişekler o altın ışıklarını yavaşça bütün Beyrut’a yaydılar, ondan sonra bütün şehir aydınlandı. Sanki fiziğin temel bir kuralı, hem zamanı hem de ışığı kontrol eden temel bir fizik kanunu kırılmış gibi bir şey oldu, yani dünya değişti...” diyor.

 

Bu ışıklar altında devam ediyor katliam Perşembe akşamı, milisler işlerini görüyorlar, metodik olarak sistemli bir şekilde bütün kamp sâkinlerini öldürüyorlar. Falanjistlerin iddiasına ve ayrıca İsrail Ha’aretz ve Alman Der Spiegel yayın organlarının belirttiğine göre Falanjistlerle konuşulmuş, İsrail topçusu ayrıca Perşembe akşamı onları desteklemiş, onlar ‘kamptaki problemli bir bölgeyi yumuşatmışlar’.

 

Orada çok az sayıda da olsa direnenler var. Ayrıca gene bu yayın organları Falanjistlerle yapılan konuşmalarda, Falanjist üniforması giymiş İsraillilerin de orada olduğunu söylüyorlar. Bu iddia bugüne kadar doğrulanmış değil ama...

 

Devam ediyor bu metodik, sistematik katliam Cumartesi öğlene kadar ve İsrail askerlerinin konuşlanması da bu cinayet mahallinden 100-200 metre uzaklıkta, gözlerinin önünde oluyor ve özellikle de keskin nişancılara karşı teleskop gibi dürbünleri olduğu biliniyor. Yani çıplak gözle de görülebileceği gibi haykırışları, çığlıkları da duyabilecek durumda oldukları, sonradan sayısız tanık ifadesinden belli oluyor. Zaten Fisk ve üç gazeteci arkadaşı, sonradan kampa girdiklerinde İsrail askerleri onları da sürekli gözlüyor...

 

Bir de tabii çok iyi bildiğimiz bir araç var devrede: buldozerler geliyor. Buldozerler de tahmin edilebileceği gibi cesetleri toplayıp, toplu mezara taşımak için kullanılıyor, kepçelerinden kollar bacaklar sallanıyor ve cesetleri sonradan yıkıntıların altına gömmek için kullanılıyor. Özellikle buldozerlenmiş bir bölgede bir toplu mezarsa tam bir İsrail gözlem kulesinin altında. Yani burunlarının dibinde oluyor bu iş, neredeyse 10 metre mesafede. İsraillilerin bulunduğu yerde damdan doğrudan doğruya hem mezara hem de kampa bakılabiliyor. İsrail kontrol ‘kuleleri’ 100 metreden daha az bir mesafede bulunuyor kamplara. İDF (İsrail Defence Forces) gözcülerinin bulunduğu noktalara sürekli ateş sesleri geliyor ve onlar buldozerlerle kamyonlarla taşınan gümbürtüyü duyuyorlar, görüyorlar ve hiçbir şey yapmıyorlar.

 

Kamplardan taşınan cesetlerin bir kısmı hiçbir zaman bulunamadı. O tarihte İsrailli askerlerle konuşan Los Angeles Times’dan David Lamb, “ortada hiç acayip bir şey görmedik” cevabı alıyor. Bu arada IDF askerleri Falanjistlerle de hoşbeş ediyorlar, dergi okuyorlar, vs. Hiç fark etmemişler ne olup bittiğini!

 

Cuma öğleden sonra, yani aşağı yukarı kıyımın başlamasından 24 saat sonra İsrail Genelkurmay Başkanı Rafael Eitan ve generaller Drori ve Yaron, Falanjist komutanlarla buluşuyorlar ve Eitan onları “iyi bir iş başardınız çocuklar” diye tebrik ediyor. Bunların hepsi kayda geçmiş. “Ben size yardımcı olayım” diye bir de buldozer veriyor Eitan. IDF’nin amblemi silinmiş bir buldozer veriyor ve katillerin bir 12 saat daha orada kalıp işlerini tamamlamalarına izin veriyor. Nöbet değiştiriyorlar aslında Falanjistler, yeni bir takım geliyor ve katliam devam ediyor.

 

Cumartesi sabahı saat 5:00 sularında artık ayrılmaya başlıyorlar ve 36 saat sonra katliam sona eriyor. Cumartesi sabahı uluslararası gazeteciler girmeye başlıyorlar ilk kez. 4 gazeteci giriyor, bunlardan biri The Times’dan Fisk, biri Washington Post’tan Loren Jenkins, biri Norveçli radyo ve televizyon muhabiri Karsten Tveit, dördüncüsü de AP ve Time foto muhabiri William Foley. Onlar girdiklerinde İsrail askerleri hâlâ kamplara ayak basmamış durumda: Yani, özetle manzara şu: Dünya basını orada, Filistinli sivilleri Hıristiyan milislerin gazabından korumak üzere Lübnan’ı işgal etmiş İsrail ordusunun askerleri ise en fazla 100 metre ötelerindeki yere girmiyorlar.

 

Bütün dünyaya artık yaylım yayını başlıyor: Mesela NY Times’dan Friedman, Ha’aretz’den Gideon Alon dünyaya yazıyorlar ve o zamanki Savunma Bakanı Ariel Şaron’un İsrail parlamentosu Knesset’e verdiği rapora bakılacak olursa, İsrail askerleri Sabra’ya Pazar gününe kadar hiç girmiyorlar. Burada müthiş şeyler olduğu, bir katliam olduğu bütün dünyaya ulaştıktan sonra, Şatila’ya ise hiçbir zaman girmemişler İsrail askerleri, böyle bir katliamla ilgilenmemişler! Fakat uluslararası basından dünyaya ilk açıklamalar geldikten sonra İsrail hükûmetinin resmi bir açıklaması oluyor ve diyorlar ki: “Daha fazla cinayet olmasını biz önledik, biz durdurduk.” Fakat ondan sonra bu yalan açıklamayı hemen geri almak zorunda kalıyorlar, çünkü hiçbir şekilde girmemişler zaten, bütün komutları, her şeyi bilebildikleri ispat edilmesine rağmen.

 

Aslında Robert Fisk büyük bir vicdan azabı içinde naklediyor kitabının bu bölümlerini, çünkü “bütün bu olağanüstü iç savaşı, İsrail işgallerini, Suriye işgallerini, bütün bu cinayetleri katliamları, akıl almaz bombalamaları gördüm daha önce ve binlerce kişinin ölümüne yol açıyordu bunlar da. Ama hadi onlar bir şekilde savaş kapsamı içine sokulabilirdi, fakat bu tam anlamı ile bir savaş suçu idi, Nazilerce Yahudilere yapılanlardan hiçbir farkı yoktu,” diyor. Asıl vicdan azabı çekmesinin sebebi ise şu: Çok yorgun ve artık FKÖ gidiyor, “tatile çıkayım” diyor savaş bitmiş diye. Olayların geleceğine ilişkin ipuçları vardı, ben bunları haber olarak yazdım bile, fakat kendi yazılarımdakini bile tam değerlendirememişim, diye hayıflanıyor. İrlanda’ya tatile gidiyor. Müthiş yağmurlu bir gün ve içinde hep bir huzursuzluk var. Her gittiği noktada, havaalanında neresini bulursa televizyona bakıyor ne oluyor diye ve “kendi yazımda atladığım ipuçları olduğunu dehşetle farkettim” diyor. “Mesela 22 Ağustos’da, FKÖ’nün Beyrut’u tahliye ettiği gün benim Londra’ya The Times’a gönderdiğim haber bülteninin dördüncü cümlesinde şöyle bir gözlem vardı: “Beyrut’un müslüman kesiminde onbinlerce Lübnanlı ve Filistinli sivil şimdi Lübnan hıristiyan falanjistlerinden korkuyorlar. 1975-76 iç savaşından eski düşmanları, acaba bu savunmasız insanların evlerine gelirler ve bütün başkenti birkaç hafta içinde ele geçirirler mi?” Niye yazmıştım bunu bilmiyorum. Dört hafta sonra bu kelimeler bile çok yetersiz gelip geçecek olan bu dehşet ve vahşet sahnelerinin önünde. Ama niye bu kadar inançlı bir şekilde yazdığımı da bir türlü bilemedim” diyor. O Filistinli kadınlar ve çocuklar, FKÖ militanı kocalarından, babalarından, oğullarından ve sevgililerinden limanda ayrılırken gördüğüm o manzara, o hüzün bana bunu yazdırmış olmalıydı. Ama tabii ki Amerikan garantisi tutulacak bir vaatti ve ben de İrlanda’ya artık tatile gidebilirdim. Ne var ki, yazdıklarımın önemini kendim kavrayamamışım.” diyor.

 

ŞE: Amerika’dan garanti gelince biraz iç rahatlığı ile "gidip biraz dinleneyim" diyor öyle mi?

 

ÖM: Sonra apar topar korkunç bir dönüşü var ve başka bir şey daha hatırlıyor sonradan: Zor şartlarda, bombalanmalar altında İsrail ordusundan bir albayla konuşurken ilginç bir şey söylemiş kendisine albay: "Asıl sorun ne biliyor musun?" demiş. "Bu Cemayel’in adamları, falanjistler kamplara gelirse diye korkuyorum" demiş. "Albay bunu bana niye söyledi, ben bunu yazmamıştım bile" diyor Fisk. Sonradan yazmış fakat bir editoryal hata sonucu yer kalmadığından o cümle de çıkmış yazısından. Tuhaf bir şey, bu hiçbir zaman da basında yer almadı, ama elimde var, gönderdiğim el yazılı metinde vardı" diyor. İşte İrlanda’da yavaş yavaş kavramaya başlıyor ve ondan sonra çılgın bir koşu koparıyor. Donegal’a giderken Belfast’a varınca Daily Telegraph alıyor, oradaki haberde, Şaron’un Beyrut’un güney varoşlarında ileri mevzilerde bulunan askerlerine bir ani ziyarette bulunduğunu öğreniyor. Orada "kamplarda iki bin terörist kaldı" demiş Şaron. Bu ‘ikibin terörist’ lafı çok önemli, çünkü bütün olay bunun üzerine dayandırılıyor. FKÖ’den kalan teröristlerden bahsediyor yani. Şaron ve İsrailli sivil asker bütün yetkililer bütün Filistinlilere ‘terörist’ diyorlar zaten. İşte Şaron da "FKÖ gittikten sonra iki bin terörist geride kaldı" demiş. Fisk "Sanki beni Lübnan kovalıyormuş gibiydi İrlanda’da bile, diyor. Nedir peki, kimdi bu gizemli teröristler Şaron’un birdenbire batı Beyrut’ta keşfettiği? Niye daha önce hiç sözü edilmemişti, birdenbire şimdi bundan bahsetti?" diyor. Ondan sonra da sürekli olarak ulaşmaya çalışıyor Beyrut’daki üssüne, gazetecilere, AP’den Foley var arkadaşı onunla konuşuyor. 14 Eylül akşamı BBC’de bir Falanjist merkezde, doğu Beyrut’ta bir patlama olduğunu öğreniyor ve The Times’ı arıyor, "Beşir Cemayel binada idi fakat kurtuldu diyorlar, çok kötü uyudum ve sabah erkenden, kahvaltıdan önce BBC’de dinledim: Beşir Cemayel öldürülmüştü, İsrailliler de batı Beyrut’a giriyorlardı" diyor. Hemen The Times’ı arıyor, çok saygı duyduğu editörü Charles Douglas-Home "Yahu boşver, sen tatiline devam et, tatilini kesmek için bir sebep yok" diyor. Fisk de "Yok, şimdi artık kuşkularım var Falanjistler girecek, İsrailliler getirecek bunları, korkuyorum" diyor. "Yok böyle bir şey olmaz" diyor editörü ama Fisk İsrailli albayla olan konuşmasını hatırlıyor: "Biliyor musun Filistinlilerden kurtulmak, onları defetmek en büyük problemimiz değil" demiş albay. "Asıl sorun Falanjlar batı Beyrut’a girer ve eski hesapları, defterleri karıştırırlarsa" diyor.

 

İşte o zaman delilere dönerek çılgınca araba sürerek İrlanda’da koşturuyor Fisk ama vizesi yok. Swissair yetkililerine de söylemiyor vizesiz gitmekte olduğunu, atlatıp onları gidiyor. Beyrut havaalanı kapalı, Şam havaalanına iniyor ve orada bir Dışişleri Bakanlığı yetkilisi “sabah sokarız seni içeri” diyor. Bir korku var içinde ve bir an önce yetişmek için kovalıyor. Suriyelilere “yahu Beşir Cemayel öldürülmüş, vs., çok önemli, batı basınının duymasını istemez misiniz?” diyor. “Uyandıramam Dışişleri Bakanlığından kimseyi” diyorlar ve sabaha kadar vakit geçirmek zorunda kalıyor. Oradan alıyor vizesini sabahın erken saatlerinde ve taksi şoförlerini değiştirerek gidiyor, bir kısmı kabul etmiyorlar gitmeyi, 500 dolar para verip altın zincirli bir genç Lübnanlı taksi şoförünü ikna ederek dalıp gidiyor. O sırada bir merkava tank görüyor, İsrail tankı, “onu takip et, fakat çok da yakından takip etme çünkü ona da ateş edenler olabilir” diyor. Taksi şoförü de tereddütte, sonunda Fisk ağzını bozuyor ve benden daha fazla korktu galiba diye devam ediyor. Çünkü orada bir İsrail devriyesine de rastlıyor ve el sallıyor, İsrailli gazeteciyim ayağına yatıyor. “İnanılmaz bir olay oldu, evimin önünden geçti tank ve ben evimde indim” diyor. Evine geliyor, “A, bay Fisk hoşgeldiniz, eviniz hazır” diyor ev sahibi, çok yakın dostlukları var. Ondan sonra akşam o ışıkların ve işaret fişeklerinin parladığını, ortaya çıktığını görüyor işte.

 

Kitabının ‘Teroristler’ başlıklı bölümüne de şöyle başlıyor: “Bize bütün hikâyeyi anlatan, sineklerdi! Milyonlarca sinek ve koku kadar o vızıltı da bize herşeyi haber veriyordu. Gri bir bulut halinde uğultuyla uçuşuyorlardı ve eğer hızlı hareket etmezsek ısırıyorlardı... ağzımızı açamıyorduk, çünkü ağzımızdan içeri doluşuyorlardı...”

 

18 Eylül 1982 Cumartesi sabahı Filistin Şatila kampına katliamın hemen ardından ilk giren 4 gazeteciden biri olan Fisk’in gözlemleri böyle. “Herhalde ortaçağdaki büyük kara ölüm, veba günleri de böyle bir şey olsa gerekti” diyor. “İnanılmaz sayıda ölü var etrafımızda, ama önceleri biz katliam kelimesini kullanmıyorduk, çok az kelime kullanıyorduk çünkü ağzımıza giriyordu sinekler ve bu sebeple mendil tutuyorduk ağzımıza ve burnumuza. Sidon’da gördüğüm cinayetlerin kokusu mide bulandırıcı idi ama Şatila’ya girdikten sonra içimiz dışımıza çıktı, herkes yerlerde yuvarlanıp kusuyordu. En kalın mendillerin arkasından da geliyordu o koku ve birkaç dakika sonra biz de artık öyle kokmaya başladık. Koku tamamen bizim üzerimize sindi ve her yerde, yollarda, arayollarda, arka bahçelerde, kırılmış dağıtılmış odalarda, çöp tenekelerinin üzerinde sadece ceset vardı girdiğimizde. Katiller, İsrail’in de teröristleri kovmak için getirdiği Hıristiyan milisler yeni gitmişlerdi. Bazı durumlarda yerde kan ıslaktı hâlâ biz girdiğimizde. Sayı 100’e kadar geldikten sonra saymayı bıraktık. Her ara yolda cesetler, kadınlar, delikanlılar, bebekler ve dedeler ya da nineler, öyle tembelce ve darmadağın bir şekilde öyle uzanmış sessiz sedasız yatıyorlardı. Ya bıçaklarla boğazları kesilerek ya da makineli tüfeklerle taranarak öldürülmüşlerdi. Her koridoru döndüğümüzde, yeni yıkıntıların arasından yeni cesetler ve her yerde çok acele açılmış kitle mezarlarının, toplu mezarların izine rastlıyorduk. Belki 1000 kişi kesilmişti, belki 1500, bilemiyoruz. Herkes, Washington Post’un gazetecisi Loren Jenkins durmadan küfrediyordu. O zaten bu korkunç koku arasında kusma duygusunu frenlemek için tek bulabildiği yol oydu herhalde. Hepimiz kusmak istiyorduk. Biz ölümü içimize soluyorduk. Şişmiş cesetler etrafımızdaydı” diyor Fisk. Jenkins hemen anlamış: “That fucker Sharon, Deir Yasin katliamının devamı gibi!” diye bağırmış.

 

ŞE: Deir Yasin, Kudüs’ten 10 km. mesafede bir köy, 1948 baharında 100’den fazla köylünün katledildiği bir yer. Sonra Kibya var, Deir Yasin var, Sabra ve Şatila var.

 

ÖM: Hepsinde de Şaron’un izi var. 1948’de Deir Yasin’de yaklaşık 100 ölü, 1953’de Kibya’da 69 ölü, 1982’de Sabra ve Şatila için ise 1750 civarında bir rakam veriliyor ama, 500-5000 kişi arasında da değiştiği söyleniyor.

 

ŞE: Kimliği belirlenenler de 1490 olarak verilmiş, Bayan Hout adlı bir Lübnanlı yirmi sene boyunca uğraşıyor. Bütün sorgu kağıtlarını incelemiş, tarihi dokümanları, Kızılhaç’ın kayıtlarını incelemiş, bütün mezarlıklara bakmış. Şimdi 12 ülkeden 906 ölü, yarısı Filistinli, 484 kayıp, 100’ü kaçırılmış, bu da 1490 kimliği belirlenmiş kurban diye geçiyor.

 

ÖM: Tabii İsrail’in Lübnan’ı işgalinde 12 binden fazla sivilin öldüğünü, 30 bin yaralı ve 200 bin de evsiz kaldığını da buna eklemek lazım.

 (16 Eylül 2002 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır)

(fotoğraflar için lütfen tıklayınız.)