Mithat Sancar’la bu haftasonu Diyarbakır’da yapılan Demokratik Toplum Kongresi Çalıştay’ını ve bu çalıştayın sonunda ortaya çıkan “Demokratik Özerklik Taslağı” metnini değerlendirdik.
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3, 24 Mb.
Konuyla ilgili haberi ve metnin tamamını okumak için tıklayın.
22 Aralık 2010 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.
Açık Gazete’nin ve Açık Gazete içinde yayınlanan Meo Voto köşesinin podcast servisine abone olmak için tıklayın.
Ömer Madra: Demokratik Toplum Kongresi (DTK)’nın hazırladığı Demokratik Özerklik Taslağı’nı konuşacağız. Herhalde bundan başka da daha önemli bir konu bulamayız. Türkiye’nin çok ötelerden beri gelen en önemli sorununa bir öneriler dizisi. Ne diyoruz? Taslakla ilgili bir inceleme de başlatılmış bu arada.
Mithat Sancar: Sürpriz değil, o işin çok önemli, ama sonunda konuşacağımız bir kısmı. Meseleyi iki ayrı başlıkta konuşmakta fayda var; öncelikle içerikten bağımsız, sadece usûl üzerinde durmamızın bir anlamı olur. Olan nedir? Yani ne olmaktadır ve niye böyle bir tartışma çıktı? Bir defa bir açılım var, Kürt sorununun çözüm sürecine girdiği yönünde, uzun süredir bir tespit, hatta umutlar var. Fakat fazla bir adım yok, yani “Kürt sorunu nasıl çözülür, en önemli noktaları nelerdir?” dediğimizde konuyla ilgili pek çok insanın, nesnel düşünen, biraz daha akademik, bilimsel bakan insanın, görmezden gelemeyeceği çok önemli iki nokta var. Bunlardan biri anadil meselesi, diğeri de özyönetim veya siyasi temsil meselesidir. Yani idari sistemin yeniden yapılandırılması meseledir. Bu konularla ilgili TRT Şeş dışında, cezaevlerinde hükümlü ve tutukluların Kürtçe konuşmasını serbest bırakma dışında ciddi bir adım atılmadı, ama Kürt sorununun çözülmesinde dil meselesi bundan ibaret değildir. Dil meselesinin de kilidi dilin kamusal hayatta da kullanılabilmesidir, kamusal işlerde ve hayatta kullanılabilmesidir; bunun bir parçası da anadilde eğitimdir. Bu yönde nedense bir ilerleme niyeti ne hükümette var ne de Türkiye siyasi kadrolarının yönetici elitlerinin bu yönde bir fikri var, ama Kürtler bu talebi zaten uzun süredir çeşitli şekillerde dile getiriyorlar. Şimdi bu talep biraz daha net ve açık bir şekilde, “çift dilli hayat” adı altında dile getirildi, gündeme getirildi. İkincisi de, DTK’nın yine çok uzun süredir telaffuz ettiği, “Demokratik Özerklik” projesinin içini doldurmaya yönelik bir taslağı var. Bu taslak demokratik özerkliği tanımlamaya çalışıyor, nasıl tanımlıyor onu da konuşuruz, burada sorunlar nelerdir onu da konuşuruz, ama bir öneri geliyor, bu öneri “taslak” adı altında sunuluyor zaten, “Demokratik Özerklik Projesi Taslağı”, yani bir tartışma metni olarak görürüm ben. Bunu ortaya koyanların niyeti farklı da olsa, olabilir, olmayabilir de, ama adı “taslak” ve taslağın sunulması demek bunun tartışılmasının istenmesi demektir.
Şimdi bunun üzerine kopan fırtınayı tabii hem anlamak mümkün, hem de hakikaten biraz üzüntüyle karşılamak gerekiyor. Bu sürecin, bu yeni hamlenin biraz daha damarlarına girmeye çalışırsak; ben 3 adımlı bir hamleden söz ettim bugün yazımda: Meclis’te Kürtçe konuşmak; çift dilli hayat ya da iki dilli hayat talebi ve demokratik özerklik projesinin taslağının sunulması. Bir yandan Öcalan’la devlet adına görüşmeler yapılıyor ve bu görüşmelerin esas hedefinin silah bırakmayı sağlamak olduğu söylense de söylenmese de biliniyor, yani bu açıkça belirtilmese de bu görüşmelerin asıl hedefi PKK’yı silahsızlandırmaktır. Ancak PKK’yı sanki sadece silahlı bir örgüt ve belli pazarlıklarla bu silahları bırakabilecek bir dar yapı gibi görürsek, o zaman meselenin neden bugün bu boyutlarda yeniden gündeme geldiğini de anlayamayız. PKK bir siyasi örgüt aynı zamanda, silahlı güçleri olan, silahlı yöntemi kullanan bir siyasi örgüt ve siyasi talepleri, siyasi programları var, hedefleri var. “Silah bırakma hangi şartla olur?” diye sorarsanız, bütün dünyada gördüğümüz süreçlerde diyalektik silah bırakmanın ancak siyasallaşma karşılığı olduğunu gösteriyor. Zaten işin doğasından da anlayabiliriz, yani dünyanın başka bir yerine bakmaya da gerek yok, bir siyasi hedefle, siyasi programla ortaya çıkmış bir örgüt, bir de silahlı mücadeleyi yöntem olarak seçmiş bir örgüt silah bırakacak olursa, niye bıraksın? Ya yenilmiştir, mecbur kalmıştır bırakmıştır ya artık silah bırakmasa toptan imha olacaktır, ki bu iki durum da yok ortada herkes bunu biliyor. PKK özellikle referandum öncesi son birkaç ayda yaptığı eylemlerle hiç de öyle silahlı gücünde zayıflama yaşadığını gösteren bir örgüt değil, yani o sonucu çıkarmak mümkün değil. Geriye bir tek neden kalıyor, o da belli siyasi hedeflere ulaşması için silah bırakabilir. Bu siyasi hedeflere ulaşmanın ilk adımı da siyaset yapma imkanının sağlanmasıdır. Siyaset yapma imkanının sağlanması demek silahla dile getirdiği fikirleri silahsız dile getirmesini sağlamaktır. Şimdi ben bunun bir şekilde bu siyasi boyutun, yani müzakerelerin, Öcalan’la görüşmelerin, ateşkes sürecine girilmesinin ve bunun nedeninin burada yattığını düşünüyorum. Yani PKK bu süreçte bir yandan da siyasallaşmayı hedefliyor, bunu da aslında herkes aşağı yukarı tahmin ediyor. Ancak “Uzun süredir siyasi boyut uyutuldu” diye yazdım bugün, hakikaten yeniden unutturuldu, sanki işin içinde siyasi bir boyut yokmuş gibi, silah bırakmak tek başına başka herhangi bir boyutu olmayan bir meseleymiş gibi sunuluyor. Hükümetin de işine geliyor zaten bu, yani hükümet bu meseleye çok fazla girmeden ve silahların yeniden konuşmasını da engelleyerek seçime kadar gitmek istiyor. Şimdi böyle gidebilmesi için de BDP’nin akıllı uslu davranması gerekiyor.
ÖM: Ama öyle de olmuyor galiba?
MS: Niye olsun? Ayrıca şunu sormak lazım siyaset dediğimiz şey çeşitli hesaplara dayanıyor, efendim “BDP ya da DTK kötü niyetli”ymiş. Hayır efendim, niyetli, kötü veya iyi, ama niyetli, yani bir niyet gözetiyor, siyasi niyet gözetiyor. Siyasi varlığını güçlendirmek için, yani siyasi varlığını korumak ya da güçlendirmek için, seçimlere daha güçlü gitmek için hamle yapıyor. Karşısında siyasi rakipler var, bunlardan en büyüğü de AKP’dir, çünkü bölgede tek rekabet eden güç AKP. Şimdi AKP’nin hesabı meseleyi uyutarak seçimlere kadar gitmek, seçimlerden sonra da Allah kerim ise, neden BDP bunu kabullensin? Ya da BDP bunu bozmak için bir hamle yaptığında, CHP’nin AKP’ye karşı yaptığı hamlelerden niye bir farkı olsun bu hamlelerin? Farkı şuradan geliyor, Kürt meselesi bütün Türkiye’yi ikiye bölüyor, AKP, CHP, vs. hepsi “biz” oluyor diğer taraf da “onlar” oluyor ve BDP bir çıkış yaptığında bir siyasi hareket, bir siyasi oluşum gibi değil, bir “öteki” gibi, bir tehlikeli mihrak gibi algılanıyor. Böyle olunca da tartışma daha başlamadan boğulmak isteniyor, siyasi süreç işlemeliyken yargı ve asker devreye giriyor yeniden. Böylece birden bire yine siyasetin dışına taşınmış oluyoruz. İşin tabii ki başka boyutları da var, yani sadece yargı tehdidi, sadece asker tehdidi değil, başka tehditler de devreye giriyor MHP’nin dile getirdiği örtülü tehditler gibi.
ÖM: Yazında bugün görüldüğü gibi, şimdiye kadar Meclis’te Kürtçe konuşma konusunda nispeten yumuşak bir tepkiyle karşılandı, ama çift dilli hayat açıklamasının Genelkurmay muhtırası yemesi gibi bir karşılığı oldu. Böylece de ordunun tekrar siyasete müdahale ettiği anlamı var ama, bunun arkasında Genelkurmay’ın bu açıklamayla esas olarak AKP’yi zor durumda bırakmayı hedeflemiş göründüğünü ve böylece bir aktör olarak duruma müdahale etmekte olduğunu yazıyorsun. Biraz da bu Genelkurmay muhtırası üzerinde de azıcı durabiliriz.
MS: Şöyle düşünüyorum; aslında Genelkurmay epeyce zayıfladı bunu biliyoruz, o Ortaçağ şövalyelerinin, feodalitenin tam çıkış zamanındaki haline benziyor hali. Aslında elinde kılıç var, ama artık karşısında o kadar genişlemiş bir demokratik alan var ki, her şeye rağmen o kılıcı sallarken Cervantes’in romanındaki Don Kişot’a benziyor. Tabii Don Kişot çok değerli bir figürdür, böyle bir karşılaştırma yapıp Don Kişot’a haksızlık yapmak istemem, ama biraz o şövalyelerin haline benziyor; gücü pek kalmamış, ama hiç de öyle sıfırlanmış değil. Sonuçta Türkiye’de askerin siyasette bir iktidar gücü olarak varolmasının şartları bütünüyle kalkmış değil. Bence burada ince bir yarık tespit etti Genelkurmay, o da AKP’nin ikircikli, ürkek veya oportünist tavrı Kürt sorununda. Şimdi öyle bir çıkış yaptı ki, AKP Genelkurmay’a sert çıksa BDP’ye arka çıkmış olacak ya da DTK’ya ve böylece AKP’yi biraz daha bölücü planlarla içiçe bir parti gibi göstermek mümkün olacak. Ses çıkarmasa, “Nerede hani sizin anti vesayetçi tutumunuz, hani orduyu siyasete karıştırmayacaktınız?” eleştirilerine maruz kalacak. Böyle bir ikilem içine sürüklemek istedi bence Genelkurmay AKP’yi.
ÖM: Bayağı bir siyasi parti gibi hareket etti.
MS: Bana göre çok ince bir siyasi hamle bu gerçekten, yani rastgele bir şey değil bu. Eskiden biraz rastgele, ne gelirse karşısına bir açıklama yapardı ya Genelkurmay, öyle değil bu, bana öyle gelmiyor bu, biraz daha ince hesaplanmış bir siyasi manevra. Dediğin gibi bir siyasi parti tavrı görüyorum burada. Zaten var o eğilimi de Genelkurmay’ın.
ÖM: Peki ne olacak şimdi?
MS: Üslubun bir kısmı DTK’nin veya BDP’nin gerilim politikası izlediği şeklindedir, yani bir kısım yorumlar böyle, “Efendim ne güzel konuşuyorduk meseleyi...” Oysa konuşmuyorduk gerçekten. Yani şunu anlatmak neden bu kadar zor, özellikle belli kesimlere neden bu kadar zor onu sorgulamamız gerekiyor. Talepleri dile getirmek, bir kesimin siyasi talepleri dile getirmesi, “eğer bu çoğunluğu rahatsız ediyorsa bir gerilim nedenidir,” şeklinde yorum yapmak aslında çoğunluk dışındaki kesimlerin siyasi taleplerini dile getirmelerini dolaylı olarak engellemek demektir, yani yasaklamak veya manevi baskıyla geriye itmek demektir. Şimdi Kürt sorununa, -tekrar söylüyorum-, idari yapılanma, bu ister demokratik özerklik olsun şimdi tartışıldığı gibi, ister başka birşey olsun, yerel yönetim reformu olsun gerekiyor. Gerekecek ve bu yapılacak büyük ihtimalle, bugün olmazsa yarın. Çünkü Kürt sorunu dediğimiz şey bugüne kadar şiddetin gölgesinde, ayrıntıları fazlaca merak edilmeyen, konuşulmayan birşeydi. Kürt sorununda çözüm dediğimiz alana geldiğimiz anda iki şey -tekrar söylüyorum-, anadil ve idari yeniden yapılanma çok hayati önem taşıyor, bunlardan kaçamazsınız zaten. Bir model bulmak zorundasınız, bu model DTK’nın önerdiği demokratik özerklik olmayabilir veya önerdiği şekildeki bir özerklik olmayabilir, başka birşey söyleyebilirsiniz, yerel yönetim reformuyla ilgili bir başka program hazırlayabilirsiniz, veya Kürtlerin bir kısmı DTK’nın önerisini yetersiz bulabilir, federasyon isteyebilir, istiyor nitekim bir kısım Kürt partileri ya da hareketleri.
Yani öyle ya da böyle DTK bu konuyu tartışmak için gündeme getirdi, kaçmayı imkânsızlaştırıyor, artık önümüzde duruyor bu mesele. Bunu kriminalize etmek veya bastırmak yerine, oturup “Nasıl bir model yaratılabilir Türkiye’de idari yeniden yapılanma konusunda?”, bunu tartışmak gerekiyor. Eğer tepkiler bu kadar sert olmasaydı, hükümet Meclis Başkanı, çift dillilik konusunda -Genelkurmay’ı geçelim- diğer partiler bu kadar sert davranmasaydı neden gerilim çıksın? Onu anlamakta zorlanıyorum. Sadece bir tek neden üzerinde biraz daha makul durulabilir, yani bir tek nedenle DTK’ya biraz sorumluluk yüklenebilir, o da dil konusunudur, üslup konusudur. Böyle bir adlandırmanın, yani oradaki “Kürdistan” adlandırması, bayrak meselesi, bunların sembolik olarak çabuk tepki yaratmaya elverişli konular olduğunu herkes biliyor. Ancak o zaman da ne yapılmış oluyor? DTK’ya ve BDP’ye takiye yapması söylenmiş oluyor. Zaten uzun süredir takiye yapıyorlar, mecbur ediliyorlar, yani niyetlerini açıkça dile getirmiyorlar. Ben o büyük infialin yine şişirilmiş bir balon olduğu kanısındayım. Yani kamuoyunda medyanın bir kısmının yansıttığı gibi bir infial olduğunu düşünmüyorum, aynen Habur sonrası olduğu gibi, bunu da bu programda konuşmuştuk, hani “Habur’dan sonra büyük bir infial var” denmişti, oysa o kadar büyük bir infial olmadığını referandum sonrası gördük. “Öcalan’la görüşme yapılıyor,” dendi yaprak kıpırdamadı, yani kimse sokaklara dökülmedi, en büyük tabulardan biri buydu oysa, yani Öcalan’la görüşmek en büyük tabuydu. Böyle gerilim havası yaratmak yerine, silahların susması için siyasetin güçlenmesi vesilesi saymak bu öneriyi, bu çıkışı çok daha makul, çok daha insani sonuçlarla yürüyecek bir adım olur. Şunu düşünelim, ne zaman Kürt sorununun önemli boyutlarını tartıştı bu ülke? Ne zaman Kürt sorunu gerçekten tartışıldı? Ne zaman canımız yandıysa o zaman. Canımız yanmadan, mesela bir ateşkes süreci varken, canımız yanmıyorken bu meseleyi tartışmayı bir türlü beceremiyoruz, önemli hassas noktalarını tartışmayı beceremiyoruz. Bugünkü yazıda örnek verdiğim 5 yıllık süreç var; 99-2004 yani, inanılmaz bir süreç ve PKK sadece ateşkes ilan etmedi, elemanlarını Kuzey Irak’a çekti ve çekerken de pek çok kayıp verdi. Buna rağmen o süre içinde, 5 yıl içinde Kürt sorunuyla ilgili herhangi bir hazırlık, çözüm için bir tartışma yürütülmedi. Ne zaman tekrar konuşulmaya başlandı? 2004’te PKK yeniden eylemlere başlayınca. Böyle olmamalı bu. Şu an bana göre, DTK’nın ve BDP’nin, bunlara Kürt siyasi hareketi diyelim hep birlikte, hepsini kapsayacak şekilde, hatta PKK’yı da dahil ederek, şu an yapmaya çalıştığı şey, siyasetin mantığına uygun -siz bunu onaylarsanız onaylamazsınız, hoşunuza gider veya gitmez ama- bir siyasi hamle yapmak. Silahsızlanma sürecinin nasıl akabileceğini test etmeye çalışıyor. Öcalan defalarca söyledi, ama bu kısmı nedense yine kulak arkası ediliyor, “Belli güvenceler olmadan silah bırakmak mümkün değildir,” dedi. Yani “Durup dururken hiçbir karşılık alınmadan bir güvence de olmadan silah bırakılmayacak” dedi. Silah bırakmak şu an Türkiye’nin gerçekten en önemli meselesi bence, silahların susması, ama silahların susmasının çok boyutlu bir sürecin bir parçası olduğunu görmemiz gerekiyor. Bu da siyasi boyutu da olan bir süreç. Ben şöyle okuyorum; -içeriğini tartışmaya zamanımız kalmadı Demokratik Özerklik Projesi’nin, başka zaman belki onu da yaparız-, DTK böyle bir çıkış yapmakla, silahsızlanma sürecini daha gerçekçi bir zemine oturtmuştur. Yani silahsızlanma süreci daha gerçekçi ilerleyecektir bundan sonra. Ortada siyasi bir boyut da var, bu açıkça gösterilmiştir, Türkiye’de siyaset ve sistem Kürt sorununda nereye kadar gidebilir? Ne kadar açılabilir? Onu test ediyor. Eğer bu projeyi, çift dilliliği, demokratik özerkliği savunduğu için BDP kapatılacaksa o zaman kabul edin ki silahları bırakmak için PKK’yı ikna etmek de mümkün değildir.
ÖM: Bugünkü Taraf’da yayımlanan yazının başlığında da belirttiğin gibi “Kürt sorunu uykuyu sevmiyor” yani uyutarak ve uyuyarak olacak gibi görünmüyor.
MS: Sevmiyor. Daha ironik başlıklar da kullanabililiriz, Kürt sorunun uykusu kaçmıştır, yani yoktur uykusu, o kadar uzun süre uyudu ki... Hani birkaç yüzyıl uyuyanlar vardı ya efsanede, şimdi bu kadar uyumuş bir sorun, bazen öyle bir gözü kaysa, biraz sersemlemiş gözükse de uyumuyor artık yani, çok canlı çünkü her taraf, çok kaynıyor.
?ÖM: O yüzden de mesela Meclis Başkanı’nın “Bedelini öderler,” şeklindeki cümlesinin hiçbir anlamı yok, çünkü zaten muazzam bir bedel ödemiş durumdalar.
MS: Doğru, bölgeyi görenler de bunu bilir. Tekrar şunu söylüyorum, eğer “Bedelini öderler” lafı yerine “Siyasal alanı genişletelim, bunları konuşalım,” denebilseydi, o zaman kamuoyunda bir gerilim havası olmazdı. Ben aslında CHP’nin de burada bir sınavla karşı karşıya kalacağını düşünüyorum; CHP bu tartışmaya gerilim noktasından yaklaşmazsa, “Evet bunları tartışalım, siyaset zemininde çözmeye çalışalım,” diye bir çıkış yaparsa Türkiye’de AKP asıl o zaman arada kalır ve demokrasi açısından, demokratikleşme açısından yeni bir çıta yakalamış oluruz.
Asıl CHP kurultayıyla ilgili tartışmalar falan hepsi bir yana, bence CHP’nin ilk önemli testi bu olacaktır. “Kürt sorununu kullandı, kullanmadı...” tartışmaları önemsizdir, demiyorum ama ondan çok çok daha önemlisi, şimdi bu iki dillilik konusunda, DTK’nin önerisi ile oluşan havada CHP nasıl bir tutum takınacaktır? Siyaseti teşvik eden ve savunan bir tutum mu takınacak yoksa gerilim havasına katılan bir ton mu seçecek, bir üslup mu seçecek? Ben birincisini seçeceği konusunda çok umutsuz değilim açıkça söyleyeyim CHP’nin.
ÖM: Yani gerilim noktasından yaklaşmayabilir.
MS: Yaklaşmama ihtimalini hiç düşük görmüyorum, çünkü Sezgin Tanrıkulu üzerinden yürütülen tartışmaların temelinde bu var. Kılıçdaroğlu ve ekibinin Kürt sorununda yeni bir üslup arayışıdır Sezgin Tanrıkulu, yani bir simgedir. Dolayısıyla CHP bence CHP risk altına girmiştir Sezgin Tanrıkulu’nu parti meclisine almakla, bu riskin gereklerini yavaş yavaş yerine getirmesi umudunu besliyorum, bunu bekliyorum. Ben Türkiye’de CHP’den büyük bir sol parti çıkarma çabalarını zaten anlamlı bulmuyorum, ama daha önce de Wallerstein üzerinden konuşmuştuk hatırlarsın, burada CHP’nin normalleşmeye katkısını çok önemsiyorum. Dolayısıyla siyasi tartışma, siyasi alanın sınırları ve Kürt sorununda iki boyutlu müzakere, yani silahsızlanma ve siyasal boyut, CHP’nin katkısıyla yeni bir biçim alabilir. Bu açıdan da muhtemelen hafta başını bekleyeceğiz, çünkü Cuma günü Kılıçdaroğlu yeni MYK’yı açıklayacağını söyledi, Cumartesi de parti meclisi ve MYK ilk toplantısını yapacak. Oradan ne mesajlar çıkacağını ben doğrusu biraz merakla bekliyorum.
?ÖM: Hepimiz gibi. Çok teşekkürler, gayet aydınlatıcı oldu.
MS: Biraz hızlı ve daha öncekilerden daha ağır bir program yaptık galiba, pek nefes almadık, pek araya neşeli konular da serpiştiremedik, çünkü meselenin kendisi çok ağır.
ÖM: Evet çok ağır.