ABD’li siyaset profesöründen otosansür tehdidi adına uyarı

-
Aa
+
a
a
a

Dünya ve ABD’deki liberal sol ve muhafazakâr sağ iktidarlar ile seçmen kitlelerinin davranış ve tercih profillerini araştıran New York Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. John T. Jost, İstanbul’da verdiği konferansın kapanışını Nâzım Hikmet dizeleriyle yaptı. ‘Siyaset Psikolojisi’ uzmanı Jost, Türkiye’nin son yüzyılda geçirdiği fırtınalı yılları hatırlatarak, aydınlar ve akademisyenlerin ifade özgürlüğünü savundu. Jost’a göre, “Otosansür, demokrasi adına büyük bir tehdit”

""

Bilimsel liyakat, özgürlük ve dürüstlük ilkelerini, bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak tanıtmak, örneklemek ve gözetmek adına 25 Kasım 2011’de İstanbul’da kurulan Bilim Akademisi, 2024’ün son günlerine alanında uluslararası bir ismin verdiği ‘sürpriz konferans’ ile imza attı. 

Kurucuları arasında Prof.Dr. Ayşe Erzan, Prof. Dr. Naci Görür, Prof. Dr. Şevket Pamuk, Prof. Dr. İlhan Tekeli ile Prof. Dr. M.Ali Alpar gibi pek çok aydının da yer aldığı Bilim Akademisi’nin konuğu, New York Üniversitesi’nden Kanada asıllı Öğretim Üyesi Prof. Dr. John T. Jost oldu. 

Son dönemde, Oxford Üniversitesi Yayınevi etiketiyle 2021’de çıkardığı ve henüz Türkçesi yayımlanmamış bulunan “Sol ve Sağ” : Siyasal Farkın Psikolojik Önemi kitabıyla gündem belirlemiş Jost, Psikoloji ve Siyaset, Sosyoloji ve Veri Bilimi Profesörü ve New York Üniversitesi Sosyal ve Siyasi Davranış Merkezi Eş Direktörü ve Sosyal Adalet Laboratuvarı Direktörü sıfatlarını da taşıyor. 
Alanında pek çok ödül kazanan Jost, araştırmalarında klişeleştirme, önyargı, gruplar arası ilişkiler, siyasi ideoloji, sosyal adalet, sosyal medya kullanımı ve sistem gerekçelendirme teorisini ele almasıyla biliniyor. Arjantin ve Macaristan’dan Fahri Doktora ünvanları da bulunan Jost, İstanbul Levent’teki İş Kuleleri’nde yer alan İş Sanat Etkinlik ve Konferans Salonu’nu 20 Aralık Cuma akşamı dolduran, her nesilden meraklıyı buluşturan konferansta, “Demokrasinin geleceği liberal solculara mı bağlı?” başlığı altında, bir buçuk saat süren ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal ve tarihsel içerikli bir sunumda bulundu. Jost oturumda ‘Liberal Sol’ zihniyet ve tercihlerinin röntgenini çekerken, muhafazakâr sağ eğilimin basın ve iletişim alışkanlıklarının kökenini de akademik analizlerle tartışmaya açtı.


YÜKSELEN NEFRET SUÇLARI, GERİLEYEN DEMOKRASİLER

Gecede, meraklı katılımcıların sorularını da keyifle yanıtlayan John T. Jost, etkinliğe ‘hükümetlerin politikalarından bağımsız olarak bilimsel liyakat, dürüstlük ve özgürlük ilkelerini gözeten bir kurum’ şeklinde bilinen Bilim Akademisi’nin “ülkemizde ve küresel düzeyde yaşanan politik çalkantılar, özellikle Batı dünyasında yükselen ırkçılık ve ayrımcılık, nefret suçlarının yükselişi ve demokrasilerin gerilemesini dikkate alarak” yaptığı davet üzerine katıldı. 

Jost, sunumunda özetle, şu meselelere değindi: “Dünyanın her yerinde demokratik normlar, değerler, sosyal sistemler saldırı altında. Çoğu durumda bu saldırı, ‘eskiden muhafazakâr’ liderler, partiler ve aşırı sağı benimseyen takipçilerden geliyor. “Yukarıdan aşağıya” kurumsal ve sosyal-yapısal analizlerin yanı sıra, sosyal psikoloji, bu gelişmeleri ‘aşağıdan yukarıya’ bireysel farklılıklar, grup normları ve belirli ideolojiler ile altta yatan ihtiyaçlar, güdüler ve davranışsal tezahürler arasındaki ‘seçmeli yakınlıklar’ açısından açıklamaya yardımcı olabilir. 

Alanında düzinelerce çalışma, Avrupa ve Amerika'daki liberal-solcuların muhafazakar-sağcılara kıyasla hümanist-eşitlikçi değerlere, müzakereye dayalı akıl yürütmeye, sivil özgürlüklere ve demokratik normlara bağlılığa daha fazla bağlı olduğunu gösteriyor. Otoriter saldırganlık, grup temelli tahakküm, nefret suçları ve siyasi şiddet eylemleri, soldan ziyade, ezici bir çoğunlukla siyasi sağdan kaynaklanıyor.” 

Jost ayrıca, alanında uzman ekonomist Prof. Dr. Şevket Pamuk’un da izlediği kapsamlı sunumunu Almanya’da yaklaşık 10 yıl sonra yaşanan terör saldırısının tartışıldığı bir sırada yaptı. Suriye’nin, diktatör Beşer Esad rejiminden onyıllar sonra kurtulduğu, mağdur Filistin ve katil İsrail başlıklarının, tüm insanlık dışı vahşetiyle sokaklarda ve sosyal medyada başlıklardan inmediği şu günlerde, Jost özel bir röportaj verdi. 


Sunumunuzda,  – ABD özelinde –  ‘internet icadıyla’ aynı anda hem aşırı, hem de aşırı yetersiz, güvenilmez bir ‘veri yığını’ ile başbaşa olduğumuzu bizlere tekrar gösterdiniz. Hem ‘sol’, hem ‘sağ’ görüşlü bireylerin kanaatlerinin sosyal medya hareketleri ile güvencesiz bir şekilde tayin olduğunu, gayet kuşkucu bir analizle vurguladınız. Bunu akademik emeğinizin de referansıyla, bizler adına biraz daha açar mısınız?

Evet, kariyerime, insanlarla yüz yüze tecrübeler ve davranışlarına dayalı bir deneysel sosyal psikolog olarak yaklaşık 10 yıl önce başladım. İki siyasal bilimci ve bir bilişimci ile yola çıktık. Bu uğurda ABD’nin Ulusal Bilim Vakfı’nca iki ayrı bursa değer bulunduk ve ‘Sosyal Medya Davranışı’ üzerine çalıştık. Twitter, Facebook ve benzerlerine yoğunlaştık. 

Bir açıdan daha ziyade yeni nesillerin sosyal davranışları ilgi odağınız oldu. Onların siyasal duruşları veya durumlarını öne çıkardınız. Öyle mi?

Aslında yetişkinlerle çalışmış olsak da haklısınız. Zira sosyal medya ile hemhal olanlar, yetişkinlere kıyasla gençlerden oluşmakta. Bu anlamda aldığımız bursun kapsamı da zaten tüm siyasal katılım biçimlerine dairdi. İnsanların haberleri hangi davranış ve metotlarla edindikleri, sosyal medyanın bireylerin siyasallaşmasındaki etkisi gibi unsurlara odaklandık.

Sunumunuzda, aralarında ABD, Kanada, Avustralya ve dahi Belçika, Romanya, İsrail ve Türkiye gibi ülkelerin demokrasi seviyelerinde gerileme olduğu beyanında bulundunuz. Arka planında ne vardı?

Bu istatistik, The Economist’in yıllık indeksine dayanıyor. Mevcut hükümet(-ler), kaliteleri, yapılan seçimlerin özgür ve adil olma seviyeleri, ülkede kaç bireyin ‘sesinin’ protokol nezdinde duyulabildiği gibi unsurlar, her ülke bazında sıfırdan 10’a değin notlanıyor. Bu anlamda evet, The Economist uzmanlarının tayini üzerine, geçen 10 yılda ‘Demokrasi kalitesi’nde düşüş yaşayan, saydığınız ülkeleri de içeren bir listeyi ben de örnek gösterdim.  

Demokrasi eğer bir nevî yabani canlı dersek, neslinin tükenmemesi adına vazifelerimiz neler olmalı?

Tam olarak ortadan kalkacağı fikrinde olmasam bile, kesinlikle çürüme haline girdiği söylenebilir. Ve ona iyi bakmazsak, uzun vadede de sorunlar çıkacaktır. Nasıl iyi bakmamız gerektiği, gerçekten de zor bir soru. Elbette ona silahlar değil, kanunlarla iyi bakmakla yükümlüyüz. Meselenin bir parçası da, mevcut güçlere dair varlıkların muhafızlık rollerini demokrasi lehine yeterince üstlenmemesi ve sorunun çeperini aşabilelecek yolları bulamayışlarından ileri geliyor. İnsanların, seçtikleri hükümetlere sahip çıkmaları gerektiğine inanıyorum. Sorumluluk onlara düşüyor. Bu gerçekten karmaşık bir soru ve demokrasiye tam olarak nasıl iyi bakacağımızı bilemiyorum…

Seçimler de her zaman bir çözüm olarak gündeme gelemeyebiliyor; değil mi? Donald J. Trump gibi figürler, seçmenlerin oylarıyla art arda iktidara da gelebiliyor, ne dersiniz?

Evet, kimi seçimlerin bizatihi kendi de demokraside gerilemenin sebebi olabiliyor! Çünkü seçilen liderler demokrasiye itibar etmeksizin, sırf kendi güçlerini genişletebilmek uğruna yurttaşlarına tümüyle farklı davranabiliyor. 

Kimi devlet yapıları kuruluş tanımlarıyla ‘bulanık’ görüntüler ortaya koyabiliyor. Kendi çerçeveleri ve niyetleri gereği sözgelimi birer ‘İslâm Cumhuriyeti’ veya ‘Hıristiyan Hükümeti’ olabiliyor. Bu öncül tabirler de yine demokrasi lehine mi peki?

Evet, örneğin ABD’de Kilise ile Devlet ayrımı demokrasi adına merkez bir konumda tutuluyor. Böylece, hükümetin salt bir topluluğa hizmet etmesinin de önü alınmış oluyor. Ancak bu çizgilerde de erozyon yaşandığı görülebiliyor. ABD’de pek çok muhafazakâr politikacı, bu fikri benimsemeyebiliyor ve bu da ABD’deki demokrasinin gerilemesinde başat rol oynuyor. 

İkinci Dünya Savaşı arefesi ile günümüz koşullarını, yapmış olduğunuz sunum özelinde kıyaslamak ister misiniz?

Henüz değil ve umuyorum ki buna gerek de kalmaz. Yine de birkaç benzerlikten söz etmemiz gerekecek. Biri, insanların göçmenlere ve azınlıklara yönelik başlattıkları ‘şeytanîleştirme’ eğilimi. Dinsel, cinsel azınlıkları da kapsayan bu tutum beni ürkütüyor çünkü, bu tavır 1930’larda da tırmanıştaydı. 

Bu meyanda Theodore W. Adorno’nun tezlerine de gönderme yapmış oluyorsunuz değil mi?

Evet. Adorno’nun analizleri, beyaz ırkın ürettiği faşizmin günümüzde de mevcut olduğunu bize gösteriyor. Kendisinin pek çok değerli içerik ürettiğinde ve bugün de geçerli olduklarında hemfikirim. Neredeyse 100 yıl önce yaşananlardan ders çıkarmak durumundayız. 

Dünyadan örnek verebileceğiniz hiç mi ‘ideal demokrasi’ yok?

Demokrasi seviyesi üst noktalarda yer alan ülkeler genellikle Kuzey Avrupa’da bulunuyorlar. (Finlandiya, Danimarka, İsveç buna örnek verilebilir, evet.)

Kanada peki?

Tarihsel manâda iyi bir örnek olarak verebilsek dahi, bence Kanada da geçen zaman zarfında demokratik seviyesinde daralma içinde. Şu ara ABD’de gördüğümüz türden, sol ve sağ arasındaki keskin kutuplaşma meselesinden, Kanada da muzdarip görünüyor. Mevcut lider Justin Trudeau’nun bu konuda büyük eleştiri aldığı ortada. Orada da göçmenlik hakkında büyük bir öfke ve kaygının ortaya çıktığını görüyoruz. 

Avrupa Birliği denen ‘demokrasi şemsiyesi’nin geleceğine dair gözleminiz ne?

Avrupa Birliği gibi, bünyesinde birbirinden çok farklı ülkeleri barındıran bir koalisyonun sürdürülmesinin ne denli zor olduğu aşikâr. İçlerinde kimi ülkeler ve politikacıların, ticari menfaatleri olsa bile artık birliğe karşı nasıl hasmane tavır aldıklarını görebiliyoruz. Bu konuda kimi kötü niyetli tartışmaların da yaşandığını biliyoruz. İyi politika dediğimiz unsurun düz mantık dahilinde nasıl bir kışkırtma içinde olduğunu gözlemliyoruz. Politik liderlerin bu türden uluslararası koalisyonları nasıl eleştirir hale geldiklerine tanık oluyoruz. Yine de bu birlikten nasıl bir menfaat içinde oldukları da malûm. Bana sorarsanız yine de Avrupa Birliği pek çok konuda ilkesel bağlamda daha kuvvetli bir pozisyon alıyor. Buna örnek olarak İnternet üzerindeki mahremiyet tartışmaları ve bu konuda çıkarılan yasaları verebiliriz. Yine, küresel iklim değişikliği hususunda ABD’den daha iyi bir konumdalar. Bu yüzden birliğin varlığını sürdüreceğine ilişkin umudum tükenmiş değil. İyilik adına gelecekte de bir kudret olabilir. 

Dünyada otoriter, totaliter kimi devletlerin, kendi sözde vizyonları uğruna demokrasiyi bir rehine gibi kullandıkları fikrine katılır mısınız?

Bu tavrı dünyada pek çok liderin gösterdiğini düşünüyorum. Hatta demokrasiye yönelik tehditler başlığı altında ne kadar çok kitap yazıldığı da malûmumuz. Kesinlikle bu konuda bir artış var ve kimi insanlar bu tür gözlemleri ‘popülizm’ olarak niteliyor olsa bile, otoriter liderlerin bu güçlerini gittikçe nasıl arttırdıklarına, ‘Kudretli Adam’ zihniyetine nasıl teşne olduklarına, bunun da bir tür etno-milliyetçiliği nasıl beraberinde getirdiğine, bunun da azınlık mensuplarına, ülkelerindeki yabancılara veya göçmenlere yönelik nasıl düşmanca tavır doğurduğuna alenen şahit oluyoruz. 

Size göre, ABD’deki ‘kıdemli’ medya figürleri, ellerindeki gücü ‘elit’ ve ‘popüler’ kesime aynı anda sunmak ve kendi algılarından menkul bir demokrasi zihniyeti yaratmak uğruna ne gibi metotlar kullanıyor olabilir? Orada siyasetin medyayla ilişkisi ne biçimde işliyor? Bu konuda bize verebileceğiniz ‘iyi’ ve ‘kötü’ örnekler, neler?

Bana göre, ABD’de halihazırda sol ve sağ arasında yaşandığı görülen bu keskin kutuplaşmanın kaynağı, en nihayetinde Cumhuriyetçi Başkan Ronald J.Reagan’ın 1987’de tekrar el attığı - ABD Federal İletişim Komisyonu’nca tayin edilmiş - ‘Adillik Doktrini’ne (1949) dayanıyor. O safhaya kadar, kimi önemli meseleler üzerine gerçekleşen TV yayınları izleyiciye hani bir nebze de olsa tarafsızca ulaştırılabiliyordu. Bunun sonucu olarak, ülkede görece daha objektif analiz ve haberler yayına geçilebiliyordu. 

Ancak Reagan dönemiyle, 1987 ile birlikte karşımıza daha farklı bir ‘haber programcılığı’ biçimi çıkarıldı. Öyle ki, bu çaba tarafsız sunulması öngörülen haberlerin daha ziyade editoryal bir süzgeçten geçirilmesi ve yorumlamanın daha ağır bastığı bir sunumun ortaya çıkmasına yol açtı. Bu durum üzerine, doğasında ‘savunucu’ bir gazeteciliğin hakim olduğu ‘Kablolu TV Haberciliği’nde bir artış meydana geldi. Yine de geçen zaman zarfında bu gazetecilik biçiminin de özellikle sağa kaydığı ve aşırı uçlu hale geldiği görüldü. Buna örnek olarak sağ cenahta Fox News karşımıza çıkarken, onun da karşısında, sanırım solda MSNBC gibi oluşumlar meydana geldi. 

Ardından İnternet icat olunca aşırı seslerin dikkat çekebilmek adına duyulabilmesi mümkün oldu. Cumhuriyetçi Parti şu ara Fox News gibi kurumlardan menfaat sağladığı kadar, aşırı uçlu kesimlere ulaşmak adına internetten alenen faydalanıyor. Bu da kendi mesajlarını yaymalarının ve özellikle sözde haberler ve propagandanın takipçilerin de katkısıyla ortaya saçılmasının önünü açıyor.

Sanırım bu tür bir eleştiri, son Başkanlık seçiminde takındığı editoryal tavır sebebiyle, demokrat seçmenlerin de görece saygın bir kaynak olarak basında referans aldıkları Washington Post’a (WP) karşı yapıldı; bu vakayı siz uzman gözüyle nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, son seçimlerde herhangi bir Başkan adayından - bir anlamda esasında Demokrat Kamala Harris’ten -  yana duruş belirlemediler ve bu pek çok kesim tarafından eleştiri gördü. WP ile birlikte, LA Times da, Demokrat okurları tarafından ‘malûmu ilân etmediğinden’ ötürü eleştirildi. Söz konusu aday Demokrat Harris idi ve onlara kalırsa, gazetecilerin bunu Demorkasi uğruna yapmaları bekleniyordu. Bana sorarsanız - bu gazetelerin - yaptıkları yanlış, hatta korkakça bir hareketti. Belki de Trump’un kazanacağından çekindiler ; ki neticede de böyle oldu. Sanırım gazetelerine yönelik bir misillemeden kaygı duydular. Zaten de mesele bu değil miydi? Kişileri temsil etmekle yükümlü otoriter figürler onları korkutur ve bu da, oto-sansürün önünü açar. Hissedilen durum da aynen böyle oldu. LA Times ile WP oto-sansür yoluna gitti. Zira geçmişlerine bakıldığında Başkan adaylarına dair pek çok tavsiyeyi ziyadesiyle kayıt altına almışlardı. Eh, tecrübe edilen de korkakça bir gölgeleme hareketi oldu.

Peki bağımsız medya adına ABD’de hiç bir ‘üçüncü yol’ yok mu? Sosyal medya üzerinden izlediğimiz ‘Democracy Now’ ve ‘Common Dreams’ gibi pek çok yapılanma da yine son çeyrek yüzyıla adını yazdırdı. Gözleminiz nedir?

Sanırım siz bu konuda benden daha fazla bilgi sahibisiniz ancak istatistiklere bakıp, ABD’de bu türlü oluşumları kaç kişinin takip ettiği konusunda bir bilgiye yazık ki sahip değilim. Beraberinde, bu tür yayınları yüksek tahsilli ve sayıca az bir topluluğun takip ettiği yönünde ayrıca kuşkuluyum. 

Zaten asıl mesele biraz da bu değil mi? Görece seçkin azınlığın deneyimlediği bu demokratik idealleri veya enformasyonu, tam da popüler kültürü kullanmak suretiyle, kitlelerle nasıl buluşturabiliriz?

Bu çok zor bir problem. Bu yönde çaba gösteren, toplumdaki mevcut seviyeyi siyaseten artırma gayesi içindeki insanların, hep kaybetmeye meyilli oldukları da görülüyor. Yani, şimdi bunu günümüzde bir çok insanın ilgisini çeken, canlı, hareketli, ancak izleyendeki dikkat eşiği son derece düşük mecra TikTok ile de beceremeyeceğimiz de aşikâr ! 

İnsanları siyaseten derin şekilde düşünmeye nasıl sevk edebileceğimiz meselesi, tam da yurttaşların bu ilgili mesuliyeti üzerlerine almaları gereken noktaya, demokrasinin bu ateşli tarafına karşılık geliyor. Böyle olsun; ki yurttaşlar da kendilerini doğru bilgilendirip, doğru kararlar alabilsinler. İşte sosyal bilimlerde de, tam da bu konuyla ilgilenen önemli bir konu başlığı bulunuyor. Bu başlık ‘Demokrasinin Özgürlüğü’ olarak kayıtlara geçiyor. 

Çoğunluğu siyaset bilimcilerden oluşan, elbet diğer disiplinlerden de bilim insanlarının yer aldığı bir kesim, insanlara salt belli konularda ne düşündüklerini sormaktan ziyade, onları eğitsel ve akılcı söylem uğruna bilgilendirmek adına bir araya geliyor; böylece önemli meseleler hakkında bir tür ‘ortak akıl’ belirleniyor. Yaşanan fikir birliği uyarınca, tartışılan o konu başlığı hakkında geniş ölçekli bir bilgi kaynağına varılmış oluyor. Bunu gayet pozitif bir hareket olarak yorumluyor, demokrasi çabası uğruna genişletilmesinin bir tanığı olmayı ayrıca hep arzu ediyorum. Böylesinin, dış dünya adına daha umutvar olacağı kanaatindeyim. 

Atlastaki Türkiye bir asırdır demokrasi adası gibi bir izlenim de veriyor. Ama pusulanın her tarafından, savaşlar ve krizler de eksik olmuyor. Ülkeyi bu haritada olumlu ve olumsuz yanları ile siz nasıl gözlemliyorsunuz?

Yani Türkiye’yi eleştirmek bana düşmez ama, ikinci kez ziyaret ettiğim ülkenizin büyüleyici bir yer olduğunu olduğunu baştan söylemek isterim. Ülkenin daha çok yerini görmek arzusundayım, Avrupa ve Asya kültürünü kesiştiren kültürü, kastettiğim bu büyüleyiciliğin bir parçası. Türkiye, genel manâda çok vaatkâr bir yapı arzediyor. Alenen ve pek çok yönden, fırtınalı bir yüzyıl geçirdiğiniz ortada. Ancak Türkiye’de mevcut hükümet altında zayıflatılan demokrasiye ilişkin endişelerin de farkındayım. 

Kişisel bağlamda, meslektaşlarım, akademisyen dostlarım, sözgelimi Kürt sorununa dair düzenledikleri imza kampanyalarından ötürü ağır eleştiriler alıyor ve büyük baskı yaşayabiliyor. Oysa ki, liberal demokrasiye inanan kimselerden biri olarak, kişilerin, entelektüeller veya akademisyenlerin, onları bu yola sevk eden koşullar altında otosansüre hiç başvurmaksızın, kendilerini özgürce ifade etmelerine imkân tanınması gerektiği inancındayım. Zira otosansür, demokrasi adına gerçekten büyük bir tehdit.

Dünya siyaset tarihinde, Berlin duvarının önü, Meksika duvarının önü ve arkası, Bosna’nın kırılgan hafızası ya da Güney – Kuzey Kore sınırı ve Kudüs ile Kıbrıs ve hatta ABD – Kanada arası gibi nice netameli sınır bölgesi mevcut. Çalışmalarınızda, duvarın önü ve arkasındaki koşullar adına adeta ‘Demokrasinin gümrük kapıları’ denebilecek bu türlü sismik coğrafyaları da gözlemliyor musunuz?

İlginç bir soru daha. Berlin’i ziyaret etsem de duvar yıkılmadan önceki halini görme imkânım olmadı. Bence, bizi ileriye götürecek yol da orada değil ve ileriye bakmamız, tarihi ardımızda bırakmamız gerekli. Otoriter bir devletle aramıza bariz bir sınır çekmek durumundayız tamam ; bence bu da bir çözüme denk gelmiyor. Ne Meksika ne başka bir yerde duvarlar inşa etmekten yana değilim. Bunun için burada değilim. Aslında, işin şu ironik yönü de var: Cumhuriyetçi Ronald Reagan Berlin’i ziyaret edip ‘bu duvarları yıkalım’ demişti. Ama şimdi (yine) Cumhuriyetçi bir Başkan geliyor, bize duvarlar inşa edelim diyor. Keza – geçmişte Kudüs’te barış için  – Jimmy Carter gibi örnekler de gördük. Bunlar, daha iyimser günlerdi. 

Günümüz dünya siyasetinde adını duyuran Putin, Trump ve Erdoğan gibi liderler arasında belli bir yakınlık görüyor musunuz?

Evet. Hepsi de ‘güçlü adam’ olmak arzusunda ve daha ziyade otoriter bir retoriğe yaslanıyor. Hatta, bu listeye (Macar lider) Victor Urban’ı da katabiliriz. Bunun belli bir kısmının – ABD’deki gibi – planlı, stratejik olduğunu düşünüyorum. Ve hatta, uluslararası sağ görüşlü bir siyasi danışmanlık grubunun bu uğurda sanki bir ağ gibi birbirlerinden fikir aldıkları kanaatindeyim. Liderlerin, birbirleri ve basını gözlemleyerek sonraki hareketlerini art arda tayin ettiklerini düşünüyorum. Ayrıca, beni bu ziyaretimde konuştuğum insanlar üzerinden şaşırtan şeylerden biri de, Erdoğan’ın ilk dönemde, örneğin ilk altı senede gösterdiği Başkanlık sürecinin Türkiye adına gayet iyi geçmesiydi. Ancak kendisinin bu sözlerinden daha otoriter bir dönüş adına vazgeçmesi bana son derece üzücü görünüyor.

Donald J. Trump’ın Elon Musk özelinde sempati duyduğu unsurlar neler olabilir?

Özellikle teknolojiye düşkün genç erkekler galiba. Kendisinin medyaya erişim gücü, hakimiyeti de bunda etkili. Seçimlerde öne sürdüğü maddi kudretini de katalım. Kampanyaya ilgiyi artırdı. Musk, yıllar evvel aslında çevre dostu kitlelerle yakın ilişki içine girmişti. Musk’ın ilerleyen zamanda yaptığı sağa ağır manevra altında yatan hakikat, hiç kuşkusuz Cumhuriyetçi Parti’nin iyiliği adına oldu. Ayrıca temsil ettiği bir çok şey var biliyorsunuz, finansal bağlamda ‘Tech Bros’ denilen oluşumun da bir parçası. Ne yazık ki, kendisi Trump’ı birinciliğe taşıyan unsurların başında. 

Öte yandan dünyaya baktığımızda pek çok kimsenin rahatsızlığını görüyoruz. İnsanlar, küresel kapitalizmden ve etrafa saçtığı baskıdan bunalmış vaziyette. Çok çalışıp, çok para kazanıp, bu parayı da başkası için kazanıyor olmak kimseye iyi gelmiyor. Ve insanlar bu durumdan kaynaklanan rahatsızlık ve öfkelerini göçmenlere, liberallere, solculara, dinsel, cinsel azınlıklara sevk ediyorlar. Bu da sağcı politikacıların kolayına gidiyor, işine geliyor. Ama bunun da sinik bir strateji olarak eleştirilmesi gerek.

Akademik çalışmalarınız ayrıca, ‘bipolar bozukluk’ rahatsızlığı çeken birini hatırlatan Çin’i de akıllara getiriyor. Çin aynı anda hem otoriter, hem sosyalist ama hem de dünyayı avucunda tutan başarısıyla kapitalist olmayı başarabiliyor. Çin’i siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şu anda kimsenin Çin’i demokratik sayabileceğini zannetmiyorum! Kapitalizm ve demokrasiyi denkleştirme gayem yok. İkisi farklı şeyler ve otoriter biçimlerin de kendi kapitalizm biçimleriyle var olabildikleri görülebiliyor. Çin de bunun için bir örnek. 

Yani kapitalizm, demokrasinin bile yüzüne iyi gitmeyen bozuk bir makyaj malzemesi, öyle mi?

Asıl soru da burada. Çünkü son 100 yıla baktığımızda gördük ki, ‘açık pazar’lar hep ‘demokratik’ olanın bir parçası olarak öngörüldü. Bana kalırsa bunun da sebebi ağırlıkla emekçilerin, yurttaşların haklarının korunabilmesinden ileri geliyordu. Böylece onlar, yaşamlarını, ücrete bağımlı olmaksızın özgürce sürdürebiliyorlardı. Burada şirketlerin giderek daha tehlikeli hali gelmesinin sebebi, artık siyasetçileri bile kontrol altında tutabiliyor olmaları. Bu yolla kanunları da çıkarlarına göre düzenleyebiliyorlar. Bu yüzden de sıradan insanların evlerini ellerinden alıp onları aç bırakmak şöyle dursun, özgürlük potansiyellerini de gün be gün eritiyorlar. Kapitalizm demokrasi ile tutarlı olacaksa, bu ancak sahadaki eylemlerle mümkün olabilir. Yeterince sindirilmemiş kapitalizm, gün gelir plütokrasi olarak karşınıza çıkıverir. Bu da yetmez, otoriterliğe dönüşür.

İstanbul sunumunuzun finalinde sosyalist, sürgün vatan şairi Nâzım Hikmet’in dizelerine başvurdunuz. Niçin?

Evet, kendisi bir sosyalisttti ve inançlarına sâdık, yaşadığı dönemde acılar çekmiş harika bir şairdi. Bana kalırsa şu ana kadar keşfedebildiğim en iyi şair kendisidir. Birkaç yıldır okuyorum. Şiirini seviyorum. Her konuda kendisiyle anlaşıyor olmasak bile, ondaki iyimserlik, daha özgür ve eşit dünyaya olan inanç beni cezbediyor. 

Bilgi: bilimakademisi.org