Ömer Madra: İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof.Dr. Gençay Gürsoy burada konuğumuz ama konumuz tıp değil, geçen haftanın en önemli, hatta belki de yılın en önemli olaylarından bir tanesi olan bir grup yazar, çizer, bilim adamı ve gazetecinin Başbakan Erdoğan’a gidip Kürt sorunu konusunda çatışmasız bir ortama gidilmesi için görüşmesi. Ama bundan önce 151 kişinin imzaladığı bir dilekçe vardı*, ondan öncesi de var ve gelişmeler devam ediyor. Kürt sorununun varlığını Başbakan’ın kabul ettiği ortaya çıktı.
Hoş geldin.
Gençay Gürsoy: Hoş bulduk.
ÖM: İstersen öncesinden başlayalım? Bu birdenbire ortaya çıkmış değil, 151 kişinin imzaladığı dilekçeden, metinden öncesi, bir kaç yıl öncesi var, istersen oradan başlayarak gidelim?
GG: İlk olarak, zannediyorum Barış Girişimi çerçevesinde bu konuda ne yapılabilir sorusunu tartışmaya başladık. Barış Girişimi, malum, çeşitli kesimlerden gelen, tamamen tesadüfi grupların oluşturduğu bir ortam.
ÖM: Hiçbir örgütle bağlantısı yok.
GG: Yok. Eski Barış Derneği ile filan da bir ilgisi yok. Orada bu konuyu bilenlerden öğrenmeye çalışalım diye yola çıkıldı ve zannediyorum toplam 20-30 uzman, belli bir alanda görgü sahibi, bilgi sahibi insanlar çağırılarak 15-20 kişilik tartışma toplantıları yapıldı. Aşağı yukarı 1,5 yıl önce de bana ve başka bazı arkadaşlara bilgiler gelmeye başladı. “PKK’nın yeniden başlattığı silahlı eylemler konusunda Türkiye’de örgüt yöneticileri, demokrasiden, barıştan yana, bu konuda tedirgin olan insanların bir adım atması mümkün mü? Yoksa işler kötüye gidiyor” gibi bir takım bilgiler gelmeye başladı. Tabii bu uzun zaman sonuç vermedi, yani nasıl başlamalı, nereden başlamalı, kime hitap etmeli sorularına net yanıtlar bulamadık. Bir de o dönemde hükümeti kısmen temsil eden bir siyasetçi ile yaptığımız konuşmada bize şöyle bir profil verildi: Hükümetin tutumu bakımından “bu iş AB ile entegrasyon sürecine bağlanmıştır, Kürt meselesini onun dışında ele almamız mümkün değil, çok fazla adım atılacak durum da yok, dolayısıyla beklemedeyiz” diye bir görüş geldi. Böyle olunca da biz biraz bekledik, yapılacak bir şey yok bu aşamada diye. Daha sonra hem gelen bilgilerle, hem de yaşadığımız bu tırmanışın adımları hızlanmaya başlayınca, özellikle karşı tepki eylemlerinin yer yer linç girişimlerine dönüşmeye başlaması ile birlikte, neredeyse can havliyle, “bir şeyler yapmak lazım” diye ortaya atıldık bir grup insan. Herkesin kabul edebileceği, net, berrak bir metin ortaya çıkarmak istedik. Tartışma ortamının oluşabilmesi için önce silahların susması lazım, silahların sahibi ise görünür tabloya göre PKK’yı işaret ediyor.
ÖM: PKK’nın silahlı saldırıları, eylemleri.
GG: PKK’nın eylemlerinin durması lazım mesajı birinci planda yer aldı. İkinci planda da bu sağlandığı takdirde operasyonlar doğal olarak duracağı için bir tartışma ortamı, bir soğutma dönemi diyelim, yaşanır ve makul bir süre içinde de demokratik açılım gelir. Çözüm yolları tartışılır. Bu ifadelerin daha sonra çeşitli biçimlerde sağa sola çekiştirildiğini, biliyoruz. Biz de metni yazarken çok tereddütler geçirdik.
ÖM: Dünyanın en kolay işi değildi herhalde bu metni yazmak! Bunun karşılığında, karşı denge unsuru olarak hükümetin de gerekli hukuki ve siyasi açılımları sağlaması.
GG: Geriye dönüp soruluyor; bizden, özellikle demokratikleşme talepleri karşısında biraz tedirgin olan çevreler, yani “demokratikleşeceğiz de ne olacak?” “demokratik açılım deyince neyi kastediyorsunuz? APO’ya affı mı kastediyorsunuz?” diye kestirme sorular soruluyor, sıkıştırma soruları. Tabii bizim metne imza atan insanlar değişik çevrelerden geliyor. Kürt sorunu konusunda da değişik görüşleri var ama af birinci planda değildi. Af için tasarlanmış bir eylem falan değildi bu. Önce meseleyi ortaya koymak, çatışmayı durdurmak, ondan sonra da şöyle bir düşünmek...
ÖM: Sorulması ve spekülasyon yapılması, belki de normal, anlaşılabilir bir şey, bu yönde çok da fazla spekülasyona yol açmayacak netlikte bir metin gibi geldi bana. Biz burada radyodan okuduğumuz zaman da aynı hissiyata kapılmıştık. Bugün de yanılmıyorsam gruba katılanlardan Osman Kavala da affı tartışmak için PKK’nın silah bırakması gerektiğini öncelikle bir kere daha net olarak söylüyor. Yani öncelikle PKK’nın bu eylemlere son vermesi, afla ilgili olasılıkların da tartışılacağı bir ortamın yaratılması, yani çok net olarak ortaya koymuş durumda Osman Kavala da bunu. Herhalde bu heyet de zaten o şekilde bir anlayışta. Peki hükümetten nasıl, ne zaman bir çağrı geldi?
GG: Biz İlk basın açıklamasını 15 Haziran’da yapmıştık, onu izleyen 10 gün sonra galiba bir randevu talebinde bulunduk. O zamana kadar bir PKK’yı temsil ettiği varsayılan yayın organlarında bizim girişimimizle ilgili bazı iyimser mesajlar çıktı, doğrusu PKK çevrelerinden net bir cevap gelmemiş olsa bile; “bu açılım önemlidir, bu girişimi cevapsız bırakmayacağız” vs. hafif umutlu ifadeler kullanıldı ama berrak bir yanıt gelmedi.
ÖM: Zaten beklenemezdi.
GG: Tabii. Randevu biraz uzadı, ama zaten Başbakan’ın o sıralarda yurtdışı gezileri vardı, Amerika’ya gidişi, vs. vardı. Sonra bir haberler ulaştı, biraz da biz yeniden değişik kanallardan ne düşünüyor hükümet, bu meseleyi görmezlikten mi geliyor, vs. diye bir sondaj yaptıktan sonra, hızla bir kaç gün içinde bir randevu verildi ve bu ziyaret gerçekleşti.
ÖM: Biraz da ziyaretin kendisi üzerinde, bunun iki yönü üzerinde de durmak istiyoruz. Biz de zaten naçizane bu şekilde kapsamaya çalışmıştık, yani bizatihi bu görüşmenin yapılış, biçimi, özellikle de Başbakan’ın yakın çevresi, danışmanları ve önem verdiği bakanların da görüşmede bulunması, Başabakan Yardımcısı Gül’ün de bulunduğu, önemli bakan ve danışmanların da bulunduğu, beklenenden uzun, 3 saatin üzerinde, serbest, rahat, özgür bir konuşma ortamı da bulundu. Sonra da çıkan mesajlar da ayrıca önemli idi.
GG: Biz de içeriye girinceye kadar nasıl bir format olacak çok net bilmiyorduk. Bazı bakanların katılacağını, Meclis’ten İnsan Hakları Komisyonu temsilcisi Elkatmış ve Sedatoğlu’nun da katılacağını duymuştuk; ama hakikaten çok geniş, gerek AKP’nin beyin takımı diyebileceğimiz kesim, gerek hükümetin önemli danışmanları ve önde gelen bakanları, bürokratları masanın bir kenarında, biz de karşı yanında yer aldık. Başbakan açış konuşmasında, ki bunun bir bölümü basına da açıktı, doğrusu beklediğimizden daha pozitif mesajlar vermeye başladı. En azından bundan haberdar değildik, orada gerilimli bir ortam da yaşanabilir hazırlığı içindeydik. Birbirimizi çok iyi anlayamayabiliriz kuşkuları, endişeleri de vardı. Ama Başbakan, daha ilk iki cümlede, demokrasiden ödün verilmeden bu sorunun çözülmesi gereği üzerinde durdu, demokrasi şemsiyesinin daha da genişletilmesinden bahsetti ve tabii ortam birdenbire rahatladı, anladık ki en azından rezonans tutturulabilecek...
ÖM: Ortak payda belirlenmiş oldu, demokrasinin genişletilmesi. “Şemsiye” de ilginç aslında.
GG: Tabii bunun öncesinde, kamuoyunu son derece geren, yani iki tarafın da kamuoyundan bahsediyorum, Genelkurmay’ın yetkilerinin sınırlı olması konusundaki talepleri, terörle mücadele yasasının yeniden tartışma ortamına getirilmesi, OHAL durumunun yeniden telaffuz edilmeye başlaması, bütün bunların arkasından Başbakan’ın böyle net bir ifade kullanması hakikaten çok rahatlatıcıydı.
ÖM: Nitekim bugün de OHAL konusunda “20 yıldır olağanüstü hal vardı da ne oldu, yeniden OHAL” diyenlere karşı bir Adalet Bakanı ve hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in “OHAL olmadan sınırlar korunmuyor mu?” şeklinde bir bayanı oldu. Yani terörle mücadele için yeniden olağanüstü hal uygulamasına geçilmesi önerilerini yanıtlamış oluyor. Bunun da ipuçlarını Başbakan’ın, toplantınızdaki ilk cümlelerinde görmek mümkündü ve rahatlattı.
GG: Evet, o konuşma genel çerçevede, yani yarım saati geçmeyen bir konuşmaydı. Arkasından ben sözcü olarak bir genel sunuş yaptım, Başbakan’ın kullandığı cümlelerle başlayarak, imzaladığımız metnin ana mesajını ön plana çıkararak, ona sadık kalarak, -çünkü bizim çektiğimiz güçlüklerin önemli bir bölümü de, herhangi bir organik temsiliyetin söz konusu olmadığı bir durumda bulunmamızdı- konuştum. Sonuçta 151 imza, bizi temsilci olarak oturup seçmedi, bu yüzden söyleyeceğimiz her farklı söz, farklı yaklaşım yeni sorunlar doğurabilirdi.
ÖM: Zaten oraya giden insanların da her birinin, yazar, gazeteci, senin gibi akademik kimliğe sahip insanların da pek çok konuda farklı görüşleri temsil ettikleri şüphesiz.
GG: Ayrıca, görüşmeci kompozisyonu da bütünüyle bizim irademizle oluşmuş değil, bundan çok şikâyetçi de olmadık, ama kısmen Başbakanlığın ya da Başbakan’a daha yakın duran bazı gazetecilerin telkinleriyle eklenen bir iki isim daha vardı. Bu yüzden ben konuşurken de çok rahat değildim, hükümetin, kamuoyunun, bütün dünyanın gözü önünde böyle bir kritik meselede sorumlu mevkide konuşurken benim de gırtlağım dokuz yerden düğümlüydü.
ÖM: Zorluklar, gerilimi arttıran unsurlar derken, Genelkurmay’ın yetki darlığından şikâyetinin yanı sıra bir de CHP’nin bir hayli olumsuz bir tavrı vardı, ama CHP’nin bu konudaki genel bir değerlendirmesini birazdan yaparız.
GG: CHP ile ilgili bir şey hemen söyleyeyim; unuturum diye korkuyorum, biz baştan aslında CHP ile de temas etmek istedik, hatta hükümetle görüşmeden önce CHP ile bir temas aradık. Bu girişimimiz ortaya çıktı, iyi kötü imzalandı, basın toplantısı yapıldı, normalde CHP’den bize bir talep gelmeliydi: “gelin bakalım nedir düşündüğünüz?” diye, ama CHP’den böyle bir tepki gelmedi ama biz üsteledik. Başkan yardımcılarından biriyle ben görüşemedim, bulunamadım ama bazı arkadaşlar görüştüler, böyle bir çıkış düşünüyoruz, ne dersiniz, vs.
ÖM: Ne cevap geldi?
GG: Onu tartışma zamanına bırakalım, CHP’ye ayrı bir parantez açacağız. Çok net bir şey söylenmedi ama “gelin görüşelim” gibi bir yeşil ışık da çok yakılmadı doğrusu.
ÖM: “Bizim görüşümüz de şudur, size anlatalım” denmedi yani?
GG: Evet, genel çerçevede daha sonra ifade edilen o ‘hassasiyetler’in ipuçları verildi ve anladık ki burası biraz dikenli bir yola benziyor, adım atarken dikkat etmek lazım.
ÖM: Mayınlı da diyebiliriz! Senin tamamen metin çerçevesinde kalan, Başbakan’ın da sözlerini de içeren açılış konuşmanı müteakip herkesin konuşma fırsatı doğdu.
GG: Evet. Zaten bu talebimiz daha önce de yansıtılmıştı, anlaşıldı ki bu rahatlık sağlanabilecek. Ben metnin çerçevesini aşan bir iki şeyin üzerinde de durdum, yani “bölgeye, bir kucaklaşma, bir sıcak mesaj mutlaka verilmesi gerekir” anlamında. İkincisi de, Başbakan’ın Diyarbakır ziyareti uzun zamandır erteleniyor, bir kaç defa ertelendi, hatta yapılacak mı yapılmayacak mı diye tereddütler doğmuştu. Orada yerel yönetimlerle bir biçimde temas sağlanması konusundaki temennilerimizi de ben dile getirdim. Hatta bir adım ileri giderek Diyarbakır Belediye Başkanı’nı ziyaretin iyi olacağını düşündüğümüzü de söyledim sunuş sırasında. Daha sonra herkes aşağı yukarı düşündüklerini, bir farklı yaklaşım varsa onu ortaya koyma fırsatı buldu. Toplam 3,5 saati geçen bir süre... Başbakan daha sonra yanıt niteliğinde toparlayıcı, bizim ileri sürdüklerimize tek tek hiçbir eksik bırakmadan, bir istisna eksik olmak üzere, (onu unutmayalım) yanıt verdi. En sonunda da ben hem bir kısa özet hem de teşekkür niteliğinde bir konuşma yaptım.
ÖM: Neydi o istisna?
GG: O da şu, ben konuşmamda atılabilecek somut adımlar konusunda örnekler verirken, lafa temsil adaletiyle başlamıştım, “Parlamento’ya şu kadar milyon insanın bir biçimde ulaşması lazım, temsil edilmesi lazım, %10 barajı orada durdukça bu mümkün değil” dedim. “Dolayısıyla barajı düşürmeniz gerekir” diye aşağı yukarı net, belki de o görüşmenin diplomatik nezaket kurallarını biraz zorlayan biçimde, baraj meselesini gündeme getirdim. Çünkü sadece hükümet olarak değil, iktidar partisi olarak da bu konuda çok esnek bir tavırda olmadıkları biliniyordu.
ÖM: Türkiye’nin en çok tartışılan ve en önemli sorunlarından, parlamenter demokrasinin en önemli sorunlarından biri olarak, AKP’nin kendisinin de zaman zaman muhalefetteyken sözünü ettiği bir mesele. O istisna.
GG: Ne yazık ki Başbakan, o konuda müspet ya da menfi herhangi bir görüş orada beyan etmedi. Biz de üzerine gitmedik tabii.
Avi Haligua: AKP’nin bu konuda bir yasa tasarısı vardı geçen hafta gündeme gelmiş olan, henüz tasarı halinde, ama Türkiye milletvekilliği gibi yeni bir kavramdan bahsediyordu, 100 milletvekilinin genel kabulle seçilmesi ve böylece meclise yansıtılması. Bu biraz daha çözüm yolunda adım attırabilir mi?
GG: Bunu da telaffuz etmedi, ayrıca ona benim itirazım var. O 100 milletvekilliği rakama döktüğünüz zaman çok sembolik, eşantiyon bir temsiliyeti ifade ediyor.
ÖM: O biraz kozmetik oluyor!
GG: O çözmez.
ÖM: Gerek yapılış tarzı olarak, gerekse de içeriğinde, hem Başbakan’ın yaklaşımında, hem de sizlerin grup olarak sunduğunuz önerilerde bir yenilik, değişiklik ve demokrasinin önünü açma ve çatışmasız bir ortama doğru gitme yönünde de önemli noktalar olduğu anlaşılıyor. Bu toplantı yapılmadan önceki ortama göre, bu toplantıdan sonrasının farklı olduğunu söyleyebiliriz herhalde?
GG: Kesinlikle, toplantı bitti ve bizi dışarıda bekleyen, bugüne kadar görmediğim kalabalıkta bir basın ordusuna bir mesaj vermek gerekiyordu, toplantının özeti, bir kaç dakika içinde bu pozitif havayı, çok da büyük beklentiler doğurmadan yansıtmaya çalıştım. Orada da bir kez daha, o metinde dile getirdiğimiz, evet, çok somut bir adım atılmış değil şu anda ama bir takım adımların atılacağının ciddi ipuçları ortaya çıkmıştır düşüncesiyle, PKK’ya bir kez daha seslendim basın toplantısı sırasında “eylemlere koşulsuz son vermeniz lazım” diye.
ÖM: Bu konuşmalardan sonra Başbakan’ın Kürt realitesini tanıdığını ifade eden, daha önce de Demirel ve Erdal İnönü’nün, sonra Mesut Yılmaz’ın başbakan iken “Diyarbakır’dan geçer demokrasinin yolu” şeklinde ifadelerine benzer, ama onları da galiba aşmakta olduğu düşünülen açılım oldu. Geçmişte yapılan hataların kabul edilmesine yönelik bir açıklama ve bunların üzerine gidilip sorunun oradaki realiteyi tanımak ve sorunun da sadece demokrasi temeli üzerinde genişletileceği şeklinde, önemli bulduğumuz açıklaması oldu.
GG: Gerçekten en önemli unsurlarından biri oydu, bir kere geriye doğru bir hata realitesini Başbakan kabul etmiş oldu. Tabii bunu sadece Kürt meselesi ile sınırlı olarak da söylemedi işin ilginç tarafı, “büyük devletler geçmişte yaptığı hataları örtmeye kalkmazlar” anlamına gelen bir ifade.
ÖM: “Geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere yakışmaz, büyük devlet hatalarını, sevaplarını masaya yatırma özgüvenine sahip devlettir” diyor.
GG: Bu çizilen çerçeve hakikaten anlamlı.
ÖM: Bu açıdan da bu realiteyi tanımanın bir adım ötesine gittiğine söylemek mümkün, çünkü hatadan ilk defa bahsediliyor bilebildiğimiz kadarıyla.
GG: İçeride de bu anlama gelen ifadeler kullanmıştı. Başbakan, bizim toplantımızda da vardı. Mesela ben 80’li yıllarda Diyarbakır Cezaevi’nde olup bitene bir gönderme yaparak, “o tarihlerde Diyarbakır’da üniversitede bir Kürdoloji Enstitüsü açılsaydı belki de bütün bunlar çok farklı bir biçimde yaşanırdı, çok şeyler değişebilirdi” diye bir ifade kullanmıştım, oradan kalkarak bir geçmiş eleştirisi konuşuldu içeride de. Ama Diyarbakır konuşmasında bu çok net ve açık bir cümleyle ifade edildi.
ÖM: Şimdi istersen Diyarbakır’da yapılan toplantıya gidelim; Diyarbakır toplantısının daha büyük bir mitingle de sonlandırılması düşünülebilirdi, ya da bu sürecin devam ettirilmesi. Ama çeşitli basın yayın organlarına bakıldığında, bir kere düşük profilli bir tarz seçilmiş olduğu görülüyor. Bir toplu konut yapımı töreninde yapılan konuşma, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in ziyaret edilmemesi ve 500-600 kişinin önünde, sizinle yaptığı konuşmaya göre, milli birlik ve bütünlüğü daha fazla vurgulayan bir konuşma olduğu anlaşılıyor.
GG: Evet, “tek millet tek bayrak” ön plana geçti. Toplantının kalabalıklığı konusunda yorum yapmak zor. Bence Başbakan daha radikal bir karar alıp, belediye ile, yerel yönetimlerle biraz daha yakın bir temas kursaydı, muhtemelen daha büyük bir kalabalık oluşurdu orada. Anlaşılıyor ki bir takım çekinceler var, seçilen bölge aslında çok da kalabalıkları toplayabilecek bir bölge de değil. Belediye ve yerel inisiyatifler de, “bu adımı biz memnuniyetle karşılıyoruz ama her şeyi çözmüyor” diye maddi gösterinin boyutlarıyla da bir mesaj vermiş oldular.
ÖM: Heyetinizde yer alanlardan Yeni Şafak yazarı Ali Bayramaoğlu’nun da yazdığına göre, Osman Baydemir’e, “bu biraz da sizin suçunuz, eğer böyle bir irade gösterilmiş olsaydı, çok daha güçlü ve coşkulu bir kalabalıkolsaydı, o zaman Başbakan da kendini daha serbest ve bu demokratik açılımı daha sonuna kadar götürebilecek bir konuşma yapabilirdi” demiş.
GG: “İsteseydik 1 milyon insanı toplardık” diye Baydemir bir ifade kullanmış. 1 milyon toplar mıydı bilmiyorum, ama herhalde daha kalabalık olurdu, o heyecanı çoğaltarak yansıtsa bölgeye yerel yönetimler, çok daha kalabalıklar toplanırdı.
ÖM: Baydemir’in başka gazeteye söylediği bir ifade de var, “PKK’ya silah bırak demenin de bazı zorlukları olduğunu göz önünde tutmak gerekir” şeklinde.
GG: İşin bir de o boyutu var, buradaki arkadaşların genel olarak Kürt asıllı arkadaşların bu meselede bir şey söylerken, -PKK’ya “eylemleri önkoşulsuz durdur” diye 264 Kürt asıllı arkadaş imza attı bizim metne-, bunların içinde yerel yönetimlere mensup insanlar da vardı. Bütün bunların dışında bizim girişimimizin yetersizliğini ileri süren bir imza kampanyası da başladı, bunu biliyoruz. “Asıl sorun devlettir, devlet operasyonları önkoşulsuz durdurmalıdır” demeye getiren bir çıkış da oldu. Bu bakımdan özellikle Kürt arkadaşların işi zordu tabii, Belediye Başkanı’nın iyice zor. PKK’ya önkoşulsuz silah bırak derken bir belediye başkanı, olacaklardan, kamuoyunun gerilimlerinden, vs. nasıl kendini koruyabilir çok tartışılacak bir konu.
ÖM: Tabii orada çok dikkatle düşünülmesi gereken, olağanüstü güvenlik tedbirlerini de gördük, Başbakan’ın etrafı etten bir orduyla sarılıydı tabii, eğer çok daha büyük bir toplantı olsa herhangi bir provokatif davranışa karşı daha büyük bir çaresizlik ortaya çıkabilirdi. Belki bunu da düşünmek gerekiyor. Bu noktada bugün Amerika’nın Sesi radyosunda Osman Baydemir’in söylediklerine bir kulak verelim, oradan devam ederiz, aynı zamanda belki CHP’nin tavrına da değinme fırsatı bulabiliriz.
***
Osman Baydemir: Başbakan, sorunun çözümü konusunda bugüne kadar belirlenen politikanın ötesinde diyebileceğim, ileri bir adım diyebileceğim açıklamalarda bulundu. Bunların birincisi, sorunun adı konuldu, Kürt sorunu tanımı ortaya konuldu. İkincisi, geçmişten günümüze değin, gerek politika olarak, gerekse idare olarak bir takım hataların yapıldığını ifade etti. Yine bununla birlikte Kürt sorununun demokrasi kuramı, kavramı içerisinde çözülmesi konusunda düşüncelerini ifade etti. Bununla birlikte diyaloga da açık olduğunu ortaya koydu. Bu açıklama, gelecek açısından şüphesiz ki emniyet vericidir, heyecan vericidir. Ancak bunun somut yaşama geçirilmesi konusunda Sayın Başbakan’ın bir programının olması gerekiyor ve özellikle de çatışmasızlık haline tekrar dönebilmemiz için somut bir iradenin ortaya konması gerekiyor. Ben bütün bunların kolay olmadığının farkındayım, ama bu konuda eğer hükümet ve Sayın Başbakan güçlü bir iradeye sahipse, ben inanıyorum bütün bölge halkı, Kürt ve Türk yurttaşlarımız buna büyük bir cesaretle destek sunacaklardır. Bizim artık 21. yüzyılda çok dilli, çok kültürlü bir Türkiye yurttaşlığı kavramı etrafında buluşabiliyor olmamız lazım ve sorunlarımızı cesaretle çözme iradesini ortaya koyabiliyor olmamız lazım. 80 yıllık Cumhuriyet tarihi itibariyle, Türkiye’nin doğu yakası, yani Kürt yurttaşlarımızın yoğunlukta yaşamış olduğu coğrafyamız ekonomik olarak geri kaldı, geri bırakıldı. Şüphesiz ki çok ciddi ekonomik kalkınma sorunu ile karşı karşıyayız. Ancak temel sorunumuz ekonomik değildir, Kürt sorunun bünyesinde sosyal, siyasal, ekonomik, hukuki ve kültürel nüveler bulunmaktadır. Dolayısıyla bütün olarak ele almak gerekiyor, o 15 yıllık çatışma ortamının yaratmış olduğu en büyük yıkımlardan bir tanesi yaşamın neredeyse felce uğramış olmasıdır. Bugün Türkiye’nin Doğu yakası ile Batı yakası arasında bariz bir şekilde görülen kalkınma farkının en önemli nedenlerinden bir tanesi çatışmaların kendisidir, savaşın kendisidir. Yani Kürt sorununun yalnızca güvenlik perspektifi ile ele alınmasından kaynaklıdır. Dolayısıyla biz bu perspektiften vazgeçersek, yani çatışma statüsünden vazgeçersek kendi doğası içerisinde zaten ekonomik kalkınmanın da, ekonomik gelişimin de yolunu, kapılarını aralamış olacağız.
***
ÖM: Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in Amerika’nın Sesi radyosuna verdiği demeçti. Çok dilli, çok kültürlü bir ortama geçilmesi için somut bir irade ama çok olumlu bir açılım olarak gördüğünü, ama temel sorunun da çatışmaların ekonomiyi mahvettiğini söyleyen enteresan bir açıklamasıydı.
GG: Hakikaten doğru, Başbakan orada, çözüm, sadece ekonomik önlemler çerçevesindedir” demedi ama ekonomik boyutunu biraz daha iyi ortaya koysaydı, yani neler yapılabileceği konusunda daha umut verici şeyler söyleseydi daha yararlı olurdu. Daha sonra çok tartışma konusu yapılan, biraz ironiyle karşılanan, fasulye fiyatları, vs. ile ekonomiyi özetlemek biraz düş kırıklığı yarattı denebilir.
ÖM: Ama genel olarak olumlu karşılandığını biraz önceki konuşmadan da net olarak duyuyoruz. Osman Kavala, Ali Bayramoğlu ve diğer katılanların yazdıklarından böyle bir ton seziyoruz.
GG: Ayrıca bizim oradaki demokratik örgütler, odalar, barolar vs. temsilcilerinden bize ulaşan haberler, yorumlar da son derece olumlu. Başbakan’ın Diyarbakır konuşmasının sonuç olarak iyi karşılandığı anlaşılıyor, her şeyi halletmese bile bir ılıman iklimin doğmasına en azından yardımcı oldu diyebiliriz.
ÖM: Bu “demokrasi şemsiyesi” meselesi...
GG: Ve geçmişteki hataları kabulü.
ÖM: Evet, buradaki en ‘olumsuz tavır’ olarak nitelendirebileceğimiz yaklaşım ise CHP’den geliyor anlayabildiğim kadarıyla. Yani bu terör meselesini karıştırıyor, hatta CHP genel başkanı Deniz Baykal biraz ironik ifadeler kullanarak bir siyasi flört kelimesini de kullanarak “bir takım oyunlar çevriliyor, herkesin dışında bir takım aydınlarla görüşerek bu işi bir çeşit iç politika malzemesi yapmak istiyor” gibi yorumlayabileceğimiz açıklamaları vardı.
GG: Doğrusu Baykal’dan önce, ilk CHP sözcüsü Koç’un basın açıklamasını, bu ifadeleri biz üzüntüyle karşıladık. Bizi böyle doğrudan doğruya suçlayan şeyler yoktu, ama onun eşiğinde dolaşan ifadeler vardı, neredeyse bu 151 kişiyi de, içlerinde CHP geçmişinde bulunan, CHP’ye yakın durmuş olan bir sürü insan olmasına rağmen, bir anda harcamadılarsa bile o noktaya kadar gelindi.
ÖM: Hatta belki, “silahlı bir grubu muhatap alıyor, taraf kabul ediyor” vs.
GG: Bu deyim, fetişizmi mi diyelim, “deyim hassasiyeti” mi diyelim, “deyim ambargoları” mı diyelim, Türkiye’de hakikaten dilimizi düğümleyen şeylerden biridir, Ermeni meselesini konuşmaya kalkıyorsun ‘sözde’ lafını demeden Ermeni konusu konuşamıyorsun neredeyse. Burada da bir mesela Başbakan’ın Diyarbakır’da kullandığı bir ifade; “demokratik cumhuriyet” ifadesi... “Vay efendim, ‘demokratik cumhuriyet’ ifadesi, PKK patentli bir ifade olduğu için bunu orada söylemek yanlış”mış vb. vb. ...
ÖM: “Demokratik cumhuriyet” neden PKK patentli oluyor?
GG: Öcalan’ın nutuklarından bir tanesinde altı çizilen bir deyim olduğu için. Bunun dışında da Kürt sorununun varlığının kabul edilmesi. İsterseniz etmeyin, 15 yıldır içinde yaşıyoruz, 30 bin insan kaybedilmiş, gelin bunu bir asayiş sorunu olarak tarif edin bakalım. Bu mümkün mü?
ÖM: Ya da militer çözümle, illa bastırarak, sadece bununla çözülemediğini Genelkurmay’ın kendi ifadelerinden de zaman içinde duyduk.
GG: Genelkurmay Başkanı’nın kendisi de, İkinci Başkanı da bunları söylediler “askeri çözüm yetmez” dediler. Hatta yeni bir tartışma açmak istemiyorum ama ‘af’ meselesine, ‘af’ adı altında olmasa bile dokunan ilk Genelkurmay Başkanlığı değil midir? Doğrudan doğruya silahlı eylemlere katılmayanlar için bir kazanım, “topluma kazandırma adımı atılabilir” ifadesini kullanan askerlerdir. Dolayısıyla ‘muhatap’ lafını kullanan da askerlerdir, ‘taraf’ lafını kullanan da askerlerdir.
ÖM: Zaten böyle bir çatışma varsa, onun tarafları olduğunu reddetmek nasıl mümkün olabalir?
GG: Mesela ‘eşitleme’ anlamında kimse kullanmıyor, bunu biz de kullanmıyoruz elbette, T.C. ile PKK’yı iki eşit güç olarak tarif etmek, taraf olarak göstermek kimsenin aklında geçen bir şey değil, ama böyle bir deyimler ambargosu içinde konuşmaya kalkarsanız kuş dili konuşmak lazım, kimse kimseye bir şey söyleyemez. Bizim, CHP ile, görüşelim, hatta Ankara’ya gittiğimizde onlarla da görüşelim diye bir eğilimimiz vardı, bir arkadaşımıza da görev vermiştik bu konuda. Ama CHP’den Koç’un çıkışı ile birlikte, “durun bakalım” dedik, önce bir şunları hazmedelim, bize ciddi şekilde hakaret değilse bile, o anlama gelebilecek rencide edici ifadeler kullanıldı, en azından nahiflikle suçlandık. Bu suç değil bana göre nahif olmak zaman zaman iyi bir şeydir.
ÖM: Ama oldukça seçilmiş ve talihsizce seçilmiş ifadeler de kullanıldığı, mesela bazı arkadaşlarımızın hop oturup hop kalktığını da duydum, Deniz Baykal’ın demeçlerini televizyondan izlediyseniz. Genelde kendini de bağlayıcı, tek taraflı bir kapalı devre durumu içinde olduğu gözüküyor.
GG: “Peki ne yapalım?” diye soruyor herkes.
AH: Aslında buna cevap vermişler kendileri de, CHP’nin kendisinin hazırladığı “Doğu ve Güneydoğu” diye bir raporu var kendi sitesinde, bu raporu problemin bir çözümü olarak sunuyorlar. Şöyle demişler “Kürt sorunu Türkiye’nin iç sorunudur, ülkemizde çoğulcu demokrasinin yetersizliğinden kaynaklanan bir ülke içi demokrasi sorunudur, bunun çözümü de demokratikleşme, çok kültürlülük ve çoğulcu demokrasidir”.
GG: İşin ilginç tarafı Baykal’dan sonra Erkan Mumcu’nun, yine benzer biçimde Başbakan’ın Diyarbakır konuşmasına yönelttiği eleştirilerde de, “Kürt sorunu vardır demek ülkeyi bölmektir” anlamına gelen ifadeler kullandı. Geriye doğru bakıyorsunuz onların da, Mumcu’nun da, geçmişte, “Kürt sorunu vardır” diye kayda geçmiş olan beyanları var.
ÖM: Bu o zaman sığ, en hafif deyimi ile çok sığ, dar bir siyaset anlayışı, gündelik akışlara göre tavır almak demek. Çok kısa vadeli gibi görünüyor, ama çok da konunun uzmanı olmadığım için bir şey diyemeyeceğim, ama yine de mantık açısından çok tutarlı bulamıyorum. Böyle bir görüşme yapmanın nesi kötü?
GG: Hâlâ anlayabilmiş değiliz, ama hakikaten bütün bunlara rağmen biz CHP ile de, başka muhalefet partileri ile bu konuları tartışmak isteriz. En azından cevap hakkımızı kullanmak isteriz, kamuoyunun karşısında ya da yüz yüze de olabilir.
ÖM: Öyle bir hava estirilmeye çalışılıyor, ama genel kamuoyu nezdinde böyle düşünülmediği, bütün gazetelere, televizyon haberleri ve yorumlarına bakılırsa görülüyor. Dolayısıyla bir farklı noktaya doğru gidiş için bir adım var. Özellikle Irak’ta, Irak’ın federe devletlere ayrılması, bir federal devlet yapısına açılması, vs. gibi çok önemli uluslararası konjonktüre de bağlı olarak nasıl gelişmeler göreceğimizi kestiremiyoruz, ama Türkiye’de genel demokrasinin genişletilerek, Başbakan’ın bence başarılı, oldukça önemli deyimi ile, “demokrasi şemsiyesi” altında bunları çözmek için bir diyalog başlatıyor olması doğrusu insana ihtiyatlı bir iyimserlik vermiyor değil.
GG: Son olarak, bir vesile ile nerede sorulduğunu hatırlamıyorum, ama şunu söylemiştim; “kendi Kürtlerimizle barışmak zorundayız, aksi takdirde Kürt yurttaşların gözü Kuzey Irak’a çevrilecek, çözüm diye orası görülecek, bu daha mı iyi?”
ÖM: Anayasal vatandaşlık statüsü, yıllardan beri tartışılan, çeşitli dostlarımızın, Şahin Alpay gibi programcı düşünür arkadaşlarımızın, ısrarla vurguladığı bir anayasal vatandaşlık temeli, tabanı sağlanmazsa, o zaman meselenin boyutlarını kontrol etme imkânı zaten asla olmayacak.
Bizim için çok aydınlatıcı bir konuşma oldu, arada sorduğum şeyi bir kez daha sorarak bitirelim; Bu girişim iki yıl kadar geriye kadar geriye giden, aslında çok daha geriye giden bir girişim. Çatışmasız ortama giden , demokrasinin genişletilmesi yolundaki sivil girişimden sonra, Türkiye öncesine göre farklı bir açılım noktasına gelmiştir diyebilir miyiz?
GG: Deriz, şunu da deriz zannediyorum; Bir engel çıkmazsa çok önemli bir örgüt grubu, Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin temsilcileri aynı mesajı vermek üzere yakında Meclis Başkanı ile görüşmeye gidecekler.
ÖM: Bu önemli tabii, devamı gelebilir. Hem bunun hem de CHP nezdinde yapılacak girişimin de önemli olduğunu düşünüyorum şahsen.
GG: İkna edebileceğimizi düşünüyorum, CHP’yi bile.
ÖM: CHP de önemli tabii. En azından CHP’nin kendisinin internet sitesinde öngördüğü, öne sürdüğü temel çerçevenin, sözün, görüşlerin hatırlatılması anlamında...
GG: CHP ile görüşürsek, eski tespitlerini hatırlatarak, “biz size katılıyoruz” diyeceğim zaten.
(15 Ağustos 2005 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)
*151 imzalı dilekçe: Son günlerde yoğunlaşan çatışma ortamından derin kaygı duyuyoruz. Sadece geçen ay 50’ye yakın insanımızı yitirdik.15 yıl süren ve 30 bini aşkın insanımızın kaybına yol açan, taraflarca “düşük yoğunluklu çatışma” veya “kirli savaş” olarak adlandırılan dönemin acıları, milyonlarca insanımızı derinden yaraladı. Artık insanlarımız ölmesin, barış içinde ve adil bir yaşam sürelim.PKK’nın silahlı eylemlere derhal ve önkoşulsuz son vermesini istiyoruz.Hükümetin, kalıcı barışın sağlanması ve herkesin demokratik toplumsal hayata katılabilmesi için gerekli yasal düzenlemeleri gerçekleştirmesini talep ediyoruz.