Açık Gazete'de DTP'nin kapatılması üzerine bir değerlendirme:
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3, 30 Mb.
Avi Haligua: Korktuğumuz başımıza geldi, Cuma günü itibariyle DTP kapatıldı. Bu konuda konuşalım diye kararlaştırmıştık.
Ahmet İnsel: Evet. Cuma akşamı kapatılma kararı geldikten sonra, kapatılma kararını karşılayan Ahmet Türk’ün bir cümlesi ve DTP’nin o andaki kararı, bir kapının açık kalacağı umudunu doğurmuştu. O da “parlamentodan çekiliyoruz” lafıydı. Tabii bu galiba daha çok bir iyimser yorum olarak kaldı.
Diğer taraftan da DTP’nin içinde iki eğilim olduğunu son 3 günde çok açık biçimde gördük. Bu iki eğilimden bir tanesi “yeni bir partiyle, meşru siyasal zeminde, demokratik siyasal zeminde, parlamento çatısı altında mücadeleye devam edelim” eğilimiyle “artık bu hiçbir anlama gelmiyor, biz Diyarbakır’a çekilelim ve Diyarbakır’ı artık “siyasetimizin merkezi haline getirelim” diyen ve daha çok yeni kurulan, bir partiden ziyade, Demokratik Toplum Kongresi adı altındaki oluşumu artık siyasal aktör olarak ön plana çıkartmayı amaçlayan ikinci tavır. Bu ikinci tavrın şimdilik üstün geldiğini söyleyebiliriz.
Ahmet Türk’ün dün akşamki konuşmasında dile getirdiği bir iddia var ki insan ister istemez kabul ediyor, kendisinin de çok usta biçimde dün akşamki konuşmasını hazırladığını veya yaptığını söyeleyebiliriz. Kâğıttan okuduğunu sanmıyorum, galiba doğaçlama olarak yapmıştı. Söylediği iki şey dikkatimi çekti; “Bize ‘başka parti, yeni bir parti ile mecliste kalmaya devam edin’ diyorlar, ama bu siyasi parti yasaklarıyla, anayasal yasaklarla bu yapıda yeniden meclise girmek, yeni oluşacak parti hakkında yeniden kapatılma davası açılması, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması girişimlerinin olması gibi yeni gerginliklere neden olacaktır. Biz artık yeni gerginlik istemiyoruz,” diyerek, aslında “biz sizi de koruyoruz” tavrı geliştirdi ki çok güçlü bir argümandı. İkincisi de “biz parlamentoya karşı değiliz, parlamentoda bulunmayı, siyasetin parlamentoda devam etmesini her zaman arzuluyoruz’” dedi. Burada parantez arasında şunu da okuyabiliyorduk; “parlamentodaki koşullar, çalışma koşulları değişirse, siyasi partiler yasası, bugün bu rahatlıkla parti yasaklayan önlemler, yasalar, uygulamalar değişirse, o zaman parlamentoda yer alabiliriz.” Ahmet Türk, kendisinin artık parlamentoda yer alamayacağını ima etti. Yalnız şunu unutmamakta yarar var; Siyasi Partiler Yasası değişirse, Anayasa Mahkemesi’nin ona binaen verilmiş ceza kararı da değişmek zorunda kalır. Çünkü zanlı veya ‘suçlu’ lehine yasalar geriye doğru yürürler.
AH: Aslında bu konuda Mehmet Ali Şahin de bir açıklama yaptı, dedi ki; “Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu’nda yapılması gereken değişiklikler var. Şu ana kadar maalesef yapamadık, parlamento yapmalıydı bunları” dedi. Biraz geç bir öz eleştiri olmakla birlikte, bir yandan da duruma dair meşruiyetle ilgili bir tartışmanın parçası sanırım.
Aİ: Tabii tabii, bütünüyle o tartışmanın parçası. Burada, AKP’nin hareketsizliğinin ve kendine demokratlığının çok ciddi bir örneğini görüyoruz. Kendi partisiyle ilgili kapatma kararı varken, yasa değişikliğini yapmak belki zordu, “kendileri için yapıyorlar” derlerdi, ama kendi partileriyle ilgili yasaklama kararı çıkmayınca, sonradan böyle bir yasa değişikliğine gidebilirlerdi. Kaldı ki DTP’nin kapatılması için Yargıtay Başsavcısı’nın müracaatı 2 sene öncesinden, dolayısıyla AKP “hazırlıksız yakalandık, beklemiyorduk” diyecek durumda değil. Burada AKP’nin bu konudaki ya fırsatçılığı ya basiretsizliği ya da AKP’nin bir kesiminin -iddia edildiği gibi- devletin başka güçleriyle yaptığı pazarlığa tabi olması, belki de üçü birden etkili oldu gibi geliyor bana. Bu parti kapatılmasıyla ilgili, bu yasaklar silsilesiyle ilgili çok fazla rivayet var; aslında Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararını hakikaten merakla bekliyorum. Örneğin Leyla Zana’nın yasaklanmasını nasıl gerekçelendirecekler? Diğer taraftan Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’la ilgili Başsavcı’nın verdiği iddianamedeki unsurlar, daha çok PKK dikkate alınmadan Türkiye’de Kürt sorununun bitirilemeyeceği veya Abdullah Öcalan’ın Kürt sorununda varlığının öneminin inkâr edilemeyeceği gibi iddialar. Bunlar gerçeğin ta kendisi, “PKK’yla gidin görüşün” demek bile suç teşkil edemez, “ben PKK’yı temsil etmiyorum, silahlı mücadeleyi çözmek istiyorsanız PKK ile görüşün” demek bile suç teşkil etmez. Çünkü sonuç olarak silahlı mücadeleyi ben yapmıyorum o yapıyor “kardeşim beni ilgilendirmiyor sen onunla görüş” demek anlamına gelir.
Fakat Ahmet Türk’e daha çok bu suçlamalar yöneltildi ve iddiaların hemen hemen hepsi söz seviyesinde iddialar. Eylem seviyesinde hemen hemen hiçbir şey yok hatırladığım kadarıyla. Bunu da özellikle altını çizerek söylüyorum; bu durum, partiler üzerindeki Anayasa Mahkemesi denetimini ideolojik denetim haline getiriyor, hukuki denetim haline getirmiyor. Hep İspanya’daki Batasuna kararından bahsediliyor; Batasuna sözler nedeniyle kapatılmadı benim bildiğim kadarıyla. Batasuna’nın kapatılmasınaki en önemli iki neden, ETA’nın Avrupa Birliği ve uluslararası kuruluşlar tarafından terör örgütü olarak tescillenmiş olması, ikincisi de Batasuna partisinin bu terör örgütüyle organik bağ içinde bulunduğunun ispat edilmesi. Organik bağ için de oluşuna dair kanıtlar da, esas olarak ETA yöneticileriyle Batasuna yöneticilerinin yaptıkları toplantılar.
AH: Bizde böyle bir durum yok galiba DTP davasıyla ilgili.
Aİ: Hiç yok böyle bir durum! Hep sözler üzerine kurulmuş idddianame ve bunların çoğu da “Sayın Öcalan’ demek veya “Kürt halk önderi Öcalan” demek veya “Kürt sorununun çözümü PKK’dan geçer” demek. Ben de diyorum, “Kürt sorununun çözümü PKK’den geçer” diye, silahları bırakmaya karar verse PKK, Kürt sorununun çözümü hemen yol değiştirir, doğrudur üstelik bu.
AH: Zaten sorunun tanımını hemen hemen herkes tam da buradan yapıyor, yani kendi meşrebine göre.
Aİ: Batasuna kararında, Bask bölgesinde koşullar farklı, özerklik tanınmıştı, bayrağı var Baskların, özerk meclisleri var, kendi polisleri var, kendi dillerinde eğitim yapıyorlar, Baskça resmi dil vs. Batasuna’nın kapatılmasında ETA ile çok kesin, organik bağı olduğunu ispatı, yani eyleme geçmiş hali söz konusuydu.
AH: Bu arada bir de Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararla ilgili, dün Haşim Kılıç, “vicdanının rahat olduğunu, siyasi yasak getirmekle ilgili olabildiğince dar bir kapsam tutulduğunu” vs. söyledi. Bugün ise Radikal’de bir haber var; siyasi yasaklı olarak ismi sayolan Abdullah İsnaç,Batman belediyesinde taşeron işçi. 600 TL ücretle çalışıyor. “DTP’ye sadece üyeyim, bunun dışında hiçbir görevim yoktur, anlamadım, ben de televizyondan öğrendim” diyor. Örgüt propagandası yaptığı iddia ediliyor.
Aİ: İş trajediden vodvile dönmeye başladı zaten. Leyla Zana da üye değil, Cezayir’de. Sadece bu iki örnek bile, “titizlikle alındı” denilen kararın meşruiyetini büyük ölçüde zedeliyor. Yani bu kararın, imanlı anti Kürt milliyetçiler dışında, Türkiye toplumunun vicdanında kabul bulması, tasvip edilmesi mümkün değildir, mümkün olmayacaktır.
AH: Bu da çok ciddi bir sıkıntı. Diğer yandan da hükümet çözüme taraf olarak PKK’yı kabul etmeyeceğini zaten söyledi. Diğer yandan oy bazında Kürtleri temsil edebilme ihtimali olan, Kürtleri temsiliyet yeteneğine sahip DTP vardı, o da ortadan kaldırıldı. Şimdi muhatap kim olacak, nasıl olacak bu işler bilmiyoruz, ama bir yandan da “açılıma devam” falan diyor Başbakan Erdoğan.
Aİ: Bilmiyoruz şimde açılımın ne olacağını, ama açılım artık Siyasi Partiler Yasası’nın değişmesi, anayasadaki bu yasakları destekleyen maddenin değişmesi, seçim barajının kaldırılması veya anlamlı biçimde azaltılmasını da kapsıyor artık. Hatta ilk maddesi onu kapsıyor, bunun artık farkına varmaları lazım. Bunlar olmadıkça, Türkiye’deki Kürt yurttaşların bir kısmını, Kürt kimliği üzerinden temsil eden siyasi hareketler, isteseler de meclise girmezler. Bu böyle bir noktaya getirildi. Bu noktada benim çok tasvip ettiğim bir karar değil bu meclisi terk etme kararı, fakat anlayabiliyorum da aynı zamanda. Yani tasvip etmiyorum, siyasal olarak belki o tepkiyi kendi içimde o kadar güçlü duymadığım için, ama o tepkiyi kendi içinde, kendilerine yapılmış bir hakaret olarak algılayanların bu kararını da gayet iyi anlıyorum doğrusunu söylemek gerekirse. Bazı şeyleri onaylamazsınız kendi konumunuzdan, ama başkasının da niçin yaptığını anlarsınız.
Bu işin bir tarafı, tabii diğer taraftan da Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK), çünkü DTP dışındaki oluşumlar da DTK’nde yer alıyorlar, aldığı karar da düşündürücü bir karar. DTK bu çerçevede artık kendisinin Diyarbakır merkezli bir Kürt özgürlük mücadelesi sürdürecek güç olduğunu ilan etti. PKK’nin kuruluşunda, kurulma aşamasında, yani 1970’lerin ikinci yarısında, Türkiye sol hareketi PKK’yı ‘Beş Parçacılar’ olarak tanımlardı. Yani bu 5 ülkeye yayılmış Kürtlerin birleşerek özgürlüğünü savunan hareket. Şimdi bu 5 parçacılık 4 parçacılık olarak, DTK’da Hatip Dicle’nin okuduğu karar bildirisinde vçok açık biçimde ortaya çıkıyor. Bu örgütün, bu 4 parçanın kongresini yapmak üzere bir ulusal kongre düzenlemesi gerektiğini söyleyen, özgürlük hareketi olarak tarif ettikleri PKK’nın tasfiye edilmesiyle doğacak boşluğun işbirlikçi çevreler tarafından doldurulmak istendiği, -“işbirlikçi Kürt” tabiri de çok güçlü biçimde var- ve Öcalan’ın söyleyip nasıl olacağını tarif edemediği bu meşhur “demokratik konfederalizm” fikrinin hayata geçirilmesi amacını taşıyan bir girişim. Bu, Türkiye’de toplumunda veya Kuzey Irak’ta, Kürdistan bölge yönetimindeki insanlarda bir yankı uyandırır mı bilmiyorum, biraz zor gibi gözüküyor. Şu andaki siyasi toplumsal gerçekliğe pek tekabül etmiyor. Fakat PKK’nın, “şu anda toplumsal gerçekliğe tekabül etmiyor” dediğimiz bu anlayışı, yavaş yavaş inatla, ısrarla tamamen kendi benmerkezci tavrını dayatarak toplumsal gerçekliğe enjekte ettiği vakaları hatırlıyoruz. Dolayısıyla bunu şimdi elimizin bir tarafıyla itmek, bu stratejiyi yok addetmek bana doğru gelmiyor.
Bir de, “Kürt halkının yaşadığı tüm Ortadoğu coğrafyasında -bu işte 4 parça veya 5 parça coğrafyasıdır- DTK ile gerçekleştirilen birliğin bir ulusal konferansta tamamlanması kararındadır” diyerek bunun artık bütün o coğrafyaya yönelik bir oluşum olduğunu ve Diyarbakır merkezli bir oluşum olduğunu da dolaylı biçimde vurguluyor.
İkincisi, Abdullah Öcalan’la ilgili olarak da, onun özgürlük talebini gündemde tutarak şimdi daha somut bir taleple geliyor. Ev gözetimine geçirilmesi, İmralı sistemine son verilmesi çağrısında bulunuyor. Şu anda Abdullah Öcalan F tipi cezaevi koşullarında kalmaya başladı. Bu önümüzdeki dönemde çok gündeme gelecek anlamına gelebilir.
Diğer taraftan “askeri ve siyasi operasyonlara son verilmesi için her türlü demokratik mücadele yol ve yöntemi uygulama kararlılığındadır” diyor DTK. Bunu pek anlayamadım, yani “askeri ve siyasi operasyonlara son verilmesi için her türlü demokratik mücadele yol ve yöntemini uygulama kararlılığında” olan bir kuruluş parlamentoya girme kapısını niçin kapatır? En azından o yol ve yöntem her türlü yöntemin içinde olan bir yol ve yöntemdir.
AH: En azından bir yol ve yöntem dışlanmış durumda.
Aİ: “Bazı yol ve yöntemleri” demesi gerekirdi. Bunların ne olduğunu bilmiyoruz tabii, “her türlü demokratik mücadele yol ve yöntemi”nin ne olduğunu, bunun dışındaki “her türlü”yü bilmiyoruz. Ve “siyasi tutsakların hepsinin serbest bırakılması, cezaevleri boşalıncaya kadar mücadele kararlılığı”nı ilan ediyor. Nihayetinde de özerk Kürdistan’ı içeren bir anayasa hazırlanması çağrısında bulunuyor. Bunları yan yana getirdiğimizde, PKK’nın yakın tarihteki konuşmalarından, kararlarından, en azından basına yansıyan yüzünden, Karayılan’ın beyanatlarından, Öcalan’ın söylediklerinden çok daha radikal bir talep tablosuyla karşı karşıyayız.
AH: Tamamiyle artık sürecin aslında nereye doğru akacağına dair yeniden tanımlamalar yapmak ve baştan okumaya başlamak gerekecek.
Aİ: Bunun bir kısmı içinde doğru talepler de var, “Kürt Türk halkıyla birlikte eşit, özgür ve onurlu bir yaşamı garantileyen, bir özerk Kürdistan’ı içeren, demokratik Türkiye hedefleyen, cinsiyet eşitlikçi yeni bir anayasa hazırlanması” çağrısında bulunuyorlar, şimdi cımbızla bir şey alıp söylemek yanlış olur. Yani “Türk halkıyla birlikte eşit, özgür ve onurlu bir yaşamı garantileyen özerk Kürdistan’ı içeren”... Neden olmasın? İlla “özerk” lafı edildi, diye, “aman efendim bunlar ayrılıkçı oldular, Türkiye’yi bölecekler” telaşına kapılmaya gerek yok. Neden özerk olmasın? Bölgenin adı Kürdistan da olabilir, başka şey de olabilir, 2-3 tane de Kürdistan bölgesi olabilir. Bunların hepsi tartışılabilir şeylerdir her zaman. Bunu söylemek suç teşkil etmez, etmemelidir. Fakat bunun yanında en önemli olgu Pazar günkü söyleşisinde, dünkü Taraf gazetesinde Orhan Miroğlu’nun söylediği çok değerli sözdür: “Türkiye’de Kürtlerin silahlı mücadeleyle siyasi mücadelenin yan yana gitmesinin koşullarının olmadığını kabul etmeleri gerekir” diyor. Çok açık biçimde, “silahlı mücadele varken siyasi mücadele silahlı mücadelenin gölgesinde kalır, demokratik siyasal mücadele gerçekleştirilemez, bunu artık kabul edelim” demektir. Bence değerlendirilmesi gereken en önemli sözlerden bir tanesidir bu bir kaç gün içinde edilmiş. DTK’nın yaklaşımında silahlı mücadeleyi bir tür gereklilik ve hak olarak tanımlayan bir tavır var oysa.
AH: Devletin de bu tip siyaset türünü besliyor olduğunu varsaymak galiba çok haksızlık olmaz. Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin kararı, uzun süredir işleyen süreç, DTP’nin üzerindeki baskı vs. hepsini bir araya koyduğumuz zaman, yasal siyaset yollarının ve sivil siyaset yollarının da çok kolay açıldığını söylemek mümkün değil. Bütün süreç tam da aksi tarafa su taşıyormuş gibi.
Aİ: O tarafa doğru itebilir devlet tabii, yani şu anda alınan kararlar, Erdoğan’ın 2007 seçimlerinden beri DTP’yi muhattap almaması, bir kere görüşmek istememesi vs.
AH: Sonra da parti genel başkanı olarak görüşmüştü zaten, Başbakan olarak değil.
Aİ: Evet. CHP’nin DTP’yi dışlaması, bütün bunlar da tabii ki siyasal alanı daraltan ve orada bulunmayı zorlaştıran unsurlardır. Yalnız şunu unutmamak lazım; bunların arkasındaki, bu kabul edilmez tavırları besleyen tavır da silahlı mücadelenin devam ediyor olması. Yani bu silahlı mücadelenin devam etmesi, diğer olgularla eşit ağırlıklı olarak değerlendirilemez. Burada çok açık bir tercihte bulunmamız lazım, siyasal alandaysak, siyasal alandan dışlanabilirsiniz, siyasal alanın bir tür paryası haline gelebilirsiniz, ama siyasal alanda dışlanmayı, sivil siyaset yöntemiyle de devam ettirebilirsiniz. Silahlı mücadele buna karşı verilecek yegâne yanıt değildir. Burada bir başka tercihi, güç politikası tercihini yaptığınız anlamına gelir silahlı mücadeleye geçmek.
AH: Avrupa Birliği Komisyonu sözcüsünün dün yaptığı açıklama şöyleydi: “DTP’nin PKK ile arasına açıkça mesafe koymayı reddetmesini üzüntüyle karşılıyoruz” dedi kapatılma kararıyla ilgili. Ardından da “siyasi temsil, demokratik açılımın başarıya ulaşması için gerekli bir koşuldur, karar seçmenin bir bölümünü siyasi temsilden yoksun bırakıyor” dedi. Tam olarak ne demek istediğini anlamadım ben.
Aİ: Ben de anlamadım, sana soracaktım ama sen benden evvel davrandın.
AH: “Hem nala hem mıha” gibi geldi bana, ama tam da çıkaramadım mevzuyu.
Aİ: Evet şu anda onların da karara ve olana pek hakim olmadıklarını gösteriyor daha çok böyle bir tavır. Değerlendirme boşluğu olduğunu görebiliyoruz onların da gözünde, yani “DTP’nin PKK ile arasına açık mesafe koyması” ne demek? Bu siyasi olarak talep ettiğimiz bir şey, yani DTP’nin emanetçi parti konumunda olmamasını tabii biz de talep ediyoruz Türkiye’de, demokratların çoğu talep ediyor. Peki, DTP’nin emanetçi parti konumundan kurtulabilmesinin koşullarını yarattı mı Türk siyasal sistemi? Ama AB’deki bakışın da bu incelikleri kavrayabilecek yakınlıkta olmadığını biliyoruz. Sonuç olarak, onların 70 tane sorunundan bir tanesi bu ve daha genel bilgilere yetinerek yapılan bir değerlendirme var tabii ister istemez. Katalonya’da bir referandum oldu, İspanya bölünmedi, iç savaşa da gitmedi, kimse eline silah da almadı, Katalonya partisine de anayasa mahkemesi tarafından kapatılmak tehdidiyle hakkında dava da açılmadı.
AH: Satırlı vatandaşlarla eylemciler de karşı karşıya gelmediler.
Aİ: Evet.
AH: Aslında gayet başka türlü işleyen bir süreç yaşanıyor Katalonya’da. Katalonya özerk bölgesinde aslında hiçbir yasal zemini olmayan bir referandum yapıldı. Bağımsızlık Koordinasyon Merkezi’ne gitti vatandaşlar, halk oylamasına katıldılar. %95 oranında ‘evet’ çıkmış durumda, bağımsız, AB’ye üye bir Katalan devletiyle ilgili. Aslında seçime de katılımın %30 civarında olduğu söyleniyor Koordinasyon Merkezi tarafından. Avrupa Parlamentosu seçimlerine de bu oranda İspanyol katılımı olmuştu, bu sebeple bunu meşru sayıyorlar. Çeşitli tartışmalar var; “sadece belli bölgelerde yapıldı, diğer bölgelerde yapılma gereği duyulmadı” diye ama gördüğüm kadarıyla sağ gazetelerde sadece “bu durum ne böyle, saçma!” gibi bir yorum var, yerel gazetelerde ise bir sevinç çığlığı.
Aİ: Yalnız şöyle bir kırıklık da var, kendilerinin söyledikleri, yani “%40-45 katılım olursa ancak anlamlı olur” dedikleri bir noktada %30 katılım olması aslında bir başarı işareti. Yalnız %30 katılımın %94’ü de “evet” dediğine göre, şu anda Katalonya’da yaşayanların ¼’ünü takriben oluşturan -ki bu az bir sayı değil- bir kesim “evet” diyor. Katalonya’nın AB’de bağımsız bir devlet olarak, -bağımsız da tam değil aslında- doğrudan bir üye olarak temsili talep ediliyor sonuçta. Bu Katalonya’daki durum Bask bölgesinden biraz farklı. Bask bölgesinde de benzer bir şey var, ama oradaki milliyetçilik daha farklıdır; Katalonya’da bir zengin ayrılıkçılığı söz konusu. Yani Katalonya’daki bu ayrılma arzusunun esasını “üreten biziz, vergileri biz veriyoruz, diğer bölgeler bizim vergilerimizi harcıyorlar” anlayışı oluşturuyor..
AH: Biraz Marmara bölgesi gibi sayılabilir herhalde.
Aİ: İtalya’daki Kuzey Ligası gibi. Böyle bir saikle hareket eden bir oylama bu, onu da belirtmekte yarar var. Ama Katalonya’daki nüfusun ¼’inin buna “evet” dediğini söyleyebiliriz. Gerçek anlamda bir referandum olsa, sonucun pek böyle çıkmayacağını biliyoruz.
AH: 2010 yılı için de büyük şehirlerde de buna benzer bağımsızlık referandumları yapılacağı da açıklanmış. Tartışmaya devam ediyor olacağız gibi görünüyor bu konuda.
Aİ: Evet, öyle olacak, yani böyle bir bağımsızlık talebinin giderek arttığını biliyoruz. Ama bu bağımsızlık talebinin giderek artmasında, İspanya’nın borcunun artması ve “bu borcu yine Katalonyalılar vergileriyle ödeyecekler” endişesi var. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum; bu bir zengin ayrılıkçılığı, zengin egoizminden kaynaklanan bir olgu bu.
15 Aralık 2009 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.
15 Aralık 2009 tarihinde Açık Radyo'da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.