7 Ağustos 2005Abdurrahman Saygılı
Danıştay 10. Dairesi, Yusufeli ilçe merkezi ve köylerinin sular altında kalmasına neden olacak "Yusufeli Barajı ve Hidroelektrik Santrali" projesine ilişkin Bakanlar Kurulu kararını iptal etti. Basından öğrendiğimiz kadarıyla, iptal kararının nedeni Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporunun hazırlanmamış olması. Danıştay 10. Dairesi'nin bu kararı, çevre hukukunun en temel ilkesi olan "önleme ilkesi" -ki bu ilke ÇED'de mündemiçtir- açısından değerlendirildiğinde, çevre lehine verilmiş iyi kararlardan biri olduğu söylenebilir. Çünkü çevre hukuku, geleneksel hukukun zarar ortaya çıktıktan sonra, zararı tazmin etmekle sınırlı kalan mekanizmasından ayrı olarak, zarar henüz ortaya çıkmadan önce müdahale ederek, çevreye yönelik tehdit gerçekleşmeden, bunu engelleyecek mekanizmalar getirdi. İşte bu önleyici mekanizmaları hayata geçiren en önemli araç da ÇED'dir.
Bir araç olarak ÇED
1987 yılında yayınlanan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu'nun raporunda (Brundtland Raporu ya da Ortak Geleceğimiz şeklinde de adlandırılır) sürdürülebilir kalkınma (SK), "bugünkü kuşakların ihtiyaçlarını karşılamak için gelecek kuşakların ihtiyaçlarını karşılama olanağını tehlikeye atmayan kalkınma" anlayışı şeklinde tanımlanıyor. Gerçekte SK'nın gündeme gelmesi, yüzyıllardır çevreyi tahrip eden ekonomik kalkınma anlayışının, artık çevreyi tahrip ederek yoluna devam edemeyeceğinin farkına varılması neticesinde oldu. Bir başka ifadeyle, kapitalizm SK politikaları ile köşeye sıkıştığı bir noktada kendisine bir nefes borusu açmaya çalıştı. Yani kapitalizim, ekonomi ile çevrenin, pek de gönüllü olmaksızın, nikahını kıymış oldu. Bu anlayış akademik çevrelerde bir "uzlaşma" noktası şeklinde ifade edildi. Şunu unutmamak gerekir ki, bazı kavramlar bir ideolojinin ürünü olarak ortaya çıksalar bile, süreç içerisinde, bu anlamlarından bağımsızlaşır ve farklılaşır. Bu sebeple SK, kapitalist ideolojinin köşeye sıkıştığı bir noktada nefes borusu işlevi görse de, çevreci hareketin yoğun muhalefeti sayesinde çevreyi, kendi ideolojisinden bağımsız olarak hesaba katmak zorunda kaldı. Tüm bu söylemlerin dışında, bu politikaları uygulamaya koyacak hukuki bir araca ihtiyaç duyuldu; bu araç da ÇED idi. ÇED sürdürülebilir kalkınmanın bir aracı olarak işlev görmek üzere oluşturuldu. Hukuki, teknik ve idari bir araç olarak ÇED, "gerçekleşmesi planlanan bir faaliyetin çevre üzerinde olması muhtemel önemli etkilerinin, faaliyet için henüz izin verilmeden önce değerlendirildiği bir süreçtir."
Çevre Kanunu'nun 10. maddesinde çerçeve bir şekilde düzenlenen ÇED'in esasları ve kapsamı, 1993 ile 2004 yılları arasında birçok kez değişikliğe uğramış ÇED yönetmeliği ile belirlendi. 16 Aralık 2003 tarihli son ÇED yönetmeliğiyle hangi projeler hakkında ÇED raporunun gerekli olduğuna, listeleme yöntemi ile işaret edildi. Listeleme yöntemi, ÇED'e tabi olacak faaliyetlerin, ek başlığını taşıyan bir listede açıkça yazılmaları sonucu ÇED sürecine hukuken dahil olmaları demektir. Eğer bir faaliyet bu listede yer alıyorsa, hidroelektrik santrali yapımı gibi, artık bu faaliyet için ÇED raporu hazırlanması, sürecin işlemesi zorunludur. Aksi takdirde, ÇED raporu hazırlanmadan uygulamaya koyulan bir faaliyet hukuka aykırı hale gelir ve Danıştay 10. Dairesi'nin söz konusu kararı gibi, idare mahkemeleri ya da Danıştay tarafından iptal edilir. Yusufeli Barajı ve Hidroelektrik Santrali de, ÇED yönetmeliğine göre bu sürece tabidir. Burada önemli bir nokta da, ÇED'in sadece rapordan ibaret olan bir hukuki araç olmadığı, faaliyetin planlanmasından başlamasına kadar ve hatta işlemeye devam etmesine kadar uzanan bir süreç olduğudur. ÇED sürecini diğer bütün idare hukuku araçlarından farklı kılan ve onun yumuşak karnını oluşturan, esasını teşkil eden nokta, bu sürece "halkın/kamunun" katılabilmesidir. Halkın/kamunun katılımı, bu sürecin en gerekli safhası ve olmazsa olmazıdır. Çünkü böylece, daha önce haklarında herhangi bir idari işlem yapılırken görüşlerine başvurulmayan yurttaşlar, söz konusu sürece görüşlerini ifade etmeleri için dahil ediliyor. Dolayısıyla demokrasi teorisi ve hukuk devleti ilkeleri açısından değerlendirildiğinde, yurttaşlar idarenin alacağı bir karara etki edebilme imkanı ile donatılmış oluyor. İşte Yusufeli barajı ve Hidroelektrik Santrali projesinin, zorunlu olmasına rağmen bu sürecin gözardı edilerek uygulamaya konmaya çalışılması, yöre halkının, kendisini yakından ilgilendiren bir faaliyet hakkında görüşlerini bildirme hakkını tanıyan hukuki olanaktan mahrum edilmiş olduğunu gösterir. Aslında bu, kendisini hukukla bağlı kılmak istemeyen TC idaresinin, çok tipik bir pratiğidir. Anayasa'nın 56. maddesinin ikinci fıkrasında "çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirliliğini önlemek" ödeviyle yükümlü kılınmış idarenin, bunun aksine davranışlar sergilemesinin, herhalde, hiçbir mazereti olamaz. AB'ye giriş arifesindeki Türkiye'de, mevzuat her ne kadar yeterli olursa olsun, sorunun asıl merkezini idari pratikler oluşturuyor. Hukuka uygun davranmayı kendisini engelleyen bloklar şeklinde gören bir idari anlayış, bu zihniyetini değiştirmedikçe ne arzuladığı "Birliğin" çatısı altına girmeyi düşünmeli ne de söylemsel pratiklerinde iddia ettiği gibi "Batı"dan aslında farklı olmadığı nakaratını tekrarlamalı.