Yaşadığımız Şu Korkunç Otuz Yıl

-
Aa
+
a
a
a

 

 

Ömer Madra: Açık Gazete'de Halil Berktay konuğumuz. Yaşadığımız Şu Korkunç 30 Yıl adlı kitabı Kitap Yayınevi tarafından yayımlandı. Kitabın alt başlığı da 1978-2008 Türkiye'si Üzerine Notlar. Aslında Taraf gazetesinde 8 gün boyunca yayınlanmış bir yazı dizisinin, bir derlemenin kitaplaştırılmış hali, oldukça iyi bir referans kitabı. Hoşgeldin Halil.

 

Halil Berktay: Hoşbulduk.

 

ÖM: Dinleyiciler açısından gerekli mi bilmiyorum, ama Halil Berktay'la çok eskilere dayanan bir dostluğumuz var.

 

HB: Lise yıllarından sınıf arkadaşıyız.

 

ÖM: Evet sonra Mülkiye...

 

HB: Mülkiye, Aydınlık, Proleter Devrimci Aydınlık, hapishane, Mamak, filan.

 

Avi Haligua: Sizin 40 yıl da pek iyi geçmemiş anlaşılan?

 

ÖM: Şöyle başlamak istiyorum; küresel iklim değişikliği ile ilgili konuşmak için sürekli olarak okullara gidiyorum, ilköğretim okulları da dahil, liseler de var. Bir tanesinde bir müdür bana son derece tuhaf gelen bir açıklama yaptı; Amerikan üniversiteleriyle filan da işbirliği yapan bir Anadolu lisesiydi. "Veliler artık çocuklarının İngilizce öğrenmesini istemiyor. Çünkü Türkiye'yi bu hale getiren Amerikan emperyalizmi" dedi. Ben şaka ediyor zannettim, ama son derece ciddi, ve aklı başında görünen müdür bey böyle söyledi. Ne zaman başladı bu eğilim, AB ile mi? Bizim zamanımızda, daha da eskilerde yoktu böyle bir anlayış, dili öğrenmeyi de reddetmeye kadar varan bir zenofobi. Nasıl başladı sence bu?

 

HB: İlk önce şunu söyleyeyim, bunun genel geçer bir gözlem olduğu konusunda tereddütlerim var.

 

ÖM: Tabii benim de var.

 

HB: Çok mevzi, çok lokal bir olay da söz konusu olabilir, bu da Türkiye'nin paradokslarından biri. Bir yandan benim, faşizan neonasyonalizm dediğim ulusalcılık dalgası, bütün zenofobileriyle vs. yükselirken, aynı zamanda Türkiye'de giderek artan, sayıları muazzam derecede çoğalan insanlar, eskisinden çok daha iyi İngilizce konuşuyor, eskisinden çok daha iyi İngilizce okuyor vs. Bizim zamanımızla mukayese kabul edemeyecek derecede, çok sayıda genç kız ve delikanlı Türkiye'den Amerikan üniversitelerine gidiyor. Benim tahminime göre 10-15-20-50 katı daha fazla insan Amerikan üniversitelerine gidiyor. Bu da madalyonun diğer yüzü, onu söyleyeyim.

 

Öte yandan şöyle düşünün; ben hem bu kitapta hem çeşitli yazılarımda sürekli irdelemeye çalıştım, Türk milliyetçiliğinin doğuşunda aslında çok ciddi bir Batı düşmanlığı var bir noktada, fakat bastırılıyor uzun süre ve sathın altına itiliyor. Bunu çeşitli aşamalar içinde tahlil etmek lazım. Öncelikle Batı düşmanlığının nasıl doğduğunu tahlil etmek lazım. 19. yüzyıl sonu, "yeni emperyalizm çağı" dediğimiz döneme kadar gidiyor. En azından 3. Selim 2. Mahmut döneminden itibaren, geç dönem Osmanlı elitlerinin Batı ile karmaşık bir aşk-nefret ilişkisi var. Hem Batı uygarlığına hayranlar, o zamanlar "Batı uygarlığı" ya da "Garp medeniyeti" bile demiyorlar, kestirmeden "medeniyet" diyorlar çünkü o günün dünyası ve ideolojik çerçeveleri içinde tek bir medeniyet var o da doğrudan Garp. Zaten Mehmet Akif,  "medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" derken doğrudan Batı'yı kastediyor başka bir şeyi kastetmiyor. Bir yandan o Garp medeniyetine son derece hayranlar, büyüleniyorlar, öyle olmak istiyorlar, ezilmemek, altta kalmamak, yutulmamak, parçalanmamak filan için, Batı'yla mücadelede Batı gibi olmak, Batı'nın başarılarını almak, taklit etmek, gerçekleştirmek gerektiği kanısındalar. Beri yandan içlerinden sürekli homurdanıyorlar Batı'ya karşı. Niyazi Berkes bir kitap yazmıştı, İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz? diye, bizim neslimizin önemli kitaplarındandır, Yön Yayınları'ndan çıkmış küçük bir kitaptı. Ben bu 200 yılın tarihini yeniden yazacak olsam, adını "İki Yüz Yıllık İkiyüzlülük" koyacağım. Avrupa da ikiyüzlü Türkiye de ikiyüzlü. Böyle hem ağlarım hem giderim misali, içten içe homurdanarak, büyük devletlerin müdahalelerinden bir yandan şikâyet ederek ya da çok şikâyet ediyormuş gibi yaparak, ama içten içe reform fırsatı verdiği için memnun da olarak, ama o reformları da yarım yamalak yapıp ondan sonra %100 yapmış gibi göstermeye çalışarak geçen yıllar. Bugün dahi devam ediyor. İşkence pekâlâ devam ediyor, polisin hunharca adam öldürmeleri devam ediyor vs. Bir yandan da "bu meseleyi tamamen hallettik" deniyor. Sonuçta aynı ikiyüzlülükler. Bu aşk ve nefret ilişkisi bütün 19. yüzyıl boyunca, uzun Tanzimat Dönemi boyunca süregeliyor. Jön Türkler ve İttihatçılılarla beraber işin aşk tarafı giderek yokoluyor, tamamen nefret kalıyor. Tabii yine medeni olmaya, modernleşmeye çalışıyorlar modernist insanlar, fakat aynı zamanda Batı onların gözünde gitgide -Mehmet Akif'te olduğu gibi, Çanakkale Şehitleri'ndeki "medeniyet denilen kahpe yüzsüz afet" ya İstiklal Marşı'ndaki "medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" ifadelerine dönüşiyor. Derken bunun üzerine Cumhuriyet ve Kemalist reformlar geliyor. Burada çok enteresan bir olay var, burada amacım Atatürkçülük yapmak değil, ama hakikaten Mustafa Kemal'in Türkiye tarihinde çok benzersiz bir yeri ve kişiliği olduğu kanısındayım. "Din ve vatan ve millet elden gidiyor" diyerek, "gavura karşı dini ve milleti korumak" diye ifade edilebilecek genel seferberlik sloganları etrafında bir büyük koalisyona önderlik etmiş Milli Mücadele'de. Milli Mücadele bitiyor, kazanmış olduğu prestije, karizmaya vs. de güvenerek Türkiye'yi bir topyekun modernleşme ve Batılılaşma mecrasına sokuyor. Adeta İstiklal Harbi'nin bitimiyle birlikte 90 derecelik bir viraj alıyor. Bundan daha açık ifadesi olabilir mi? Bugün dahi söylemeye devam ettiğimiz İstiklal Marşı'nın söz yazarı Mehmet Akif, kendisini yarı mecburi, yarı gönüllü, sürgünde buluyor. O sürgündeyken millet onun İstiklal Marşı'nı söylemeye devam ediyor üstelik. Geçmişe dönüp tekrar düşündüğümde, Türkiye toplumunun ve kültürünün şizoid karakterini bundan daha iyi anlatacak olay az bulunur diyorum.

Sonuç olarak Mustafa Kemal olanca karizmatik kişiliğiyle Türkiye'yi bütünsel bir Batılılaşma mecrasına soktuğunda o aşk ve nefret ilişkisi adeta geri geliyor ve bu sefer nefret tarafı aşağıya itiliyor, aşk tarafı öne çıkıyor. Tabii o günün dünya konjonktüründe 1920'lerin ve 30'ların Türkiye'si, dünyanın bütün önde gelen devletlerinin Ortadoğu'da bir laik cumhuriyet kalesi olarak, flört etmeye çalıştığı bir ülke haline geliyor. Arkasından 1950'den itibaren, Soğuk Savaş, İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi, Amerika'da McCarthy, Eisenhover dönemi ile birlikte Kore Savaşı, Türkiye'nin Amerikan nüfuz alanının, NATO'nun ve Batı ittifaklarının manzumesi içine çekilmesi dönemi geldi; Soğuk Savaş diyelim kısaca. Bu da Batı düşmanlığına olanak vermiyordu, Mustafa Kemal'in büyük Batılılaşma atılımı, üzerine ikincisi Soğuk Savaş koşulları, Türk milliyetçiliğinin gözünde Batı'dan çok daha büyük heyula olan Sovyetler Birliği ve komünizm tehdidi ortada dururken, -onların kafasınca- Türkiye-ABD-Batı ittifakları bütünü içinde yer almak zorunluydu ve öyle de oldu. Bu Batı düşmanlığının ikinci plana itilmesi sonucunu verdi, derinde bir dip akıntısı olarak kaldı. O dönemin ideolojik kutuplaşma ve polemiklerini tartışma tarzlarını hatırlayalım. Sağ ile sol arasında, "gerçek milliyetçi kimdir?" tartışması vardı. Buna kimi zaman, "gerçek yurtsever, gerçek vatansever kimdir?" filan da deniyordu, ama asıl, "kim sahte milliyetçidir kim gerçek milliyetçidir?" tartışması vardı. Merkez sağ ve aşırı sağ bütün komünizmle mücadele dernekleri, Aydınlar Ocağı'yla, şusuyla  busuyla, Necip Fazıl Kısakürek'leri vs. dahil, daha sonra Türk-İslam sentezi adıyla ortaya çıkacak veya o zaman da çıkmış olan bütün sağ, Amerika ve NATO taraftarıydı, komünizme karşı olmak uğruna veya nedeniyle. Buna karşılık sol, derece derece, sağı "siz Amerika'ya satılmışsınız, Batı'ya satılmışsınız, emperyalizme satılmışsınız gerçek milliyetçilikle ne ilginiz var?" diye köşeye sıkıştırmaya ve adeta kendisinin gerçek yurtsever, gerçek vatansever, gerçek milliyetçi olduğunu savunurdu, bunların arasındaki ayrımlar da çok belirli değildi, hâlâ da belli mi ondan da şüpheliyim.

 

ÖM: Şimdi onu söyleyecektim.

 

HB: Hiç olmazsa, sol zaman zaman milliyetçilikle yurtseverlik arasında bir ayırım yapmaya çalışıyordu yine de. Bu ayırımlar var mı yok mu, reel mi değil mi bir yana bırakalım, fakat deyim yerindeyse, sol, sağı gerçek milliyetçi olmadığı için topa tutmaktaydı ve sağ da bundan hayli rahatsızdı. Derken Sovyetler Birliği çöktü, derken ister komünizm diyelim, ister devlet sosyalizmi, ister reel sosyalizm diyelim, ben kestirmeden komünizm diyorum, Sovyetler Birliği'nde ve Doğu Avrupa'da çöktü. Aslında dünyanın başka yerlerinde de çöktü, Çin'de de çöktü, çünkü Çin, tek parti diktatörlüğü adı altında kapitalizm uyguluyordu tamamen.

 

ÖM: Adı komunizm.

 

HB: Evet, o devrimden gelen vazgeçilmez ideolojik meşruiyet unsuruyla, ne yapacaklarını bilemedikleri için devam ettirilen bir yaftadan ibaret, bir süs. Sonuç olarak Soğuk Savaş çöktü. Bu konuyu çok konuştuğumuzu hatırlıyorum. İlk ağızda, "artık Türkiye Batı'nın gözündeki değerini kaybedecek, NATO'nun güneydoğu kanadını koruyor diye komünizmle mücadele uğruna Türkiye'de ikide birde askeri diktatörlüklere destek vermekten vazgeçecek Batı" diye sevinmiştik. Bu da Türkiye'nin önünde daha geniş ve ferah, daha az müdahalesiz bir demokrasi mücadelesinin yolunu açacaktı. Şunu ilk ağızda göremedik, çünkü galiba 10 yıllar boyu bu Türk milliyetçiliği olayını yeterince anlamamışız, bunun derin köklerini, Türkiye'de ne kadar önemli olduğunu, herşeyi nasıl çekip çevirdiğini, yoğurdunu vs. tam anlamamışız. Şunu göremedik, Batı da Türk seçkinlerinin önemli bir kesimi için, Türk milliyetçiliği için, Türk milli devleti, Türk milliyetçi derin devleti için soğuk savaş değerini kaybetti. Yani artık, bizi Sovyetler Birliği'nden koruyacak diye kanadı altına girilmesi gereken ve genel çizgisinden dışarı çıkılmaması gereken bir Batı kalmadı. Bu dönüşüm 1980'lerin sonlarında ve 90'ların başında oldu. O andan itibaren Türk milliyetçiliğinin, ta 19. yüzyıl sonundan, 20. yüzyıl başlarından gelen, Batı, medeniyet nefreti, "düveli muazzama" nefreti canlandı, "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" veya "ne zaman kuvvetlenecek, güçlenecek olsak, bunu çekemeyen düşmanlar hemen başımıza çullanacaklar, bizi bölmek ve parçalamak için çeşitli, yeni komplolar tezgâhlamaya başlayacaklar" fantazmagoryası canlandı. Gazete koleksiyonlarını karıştırdığımızda, önemli dönüm noktalarına baktığımızda, köşe yazarlarının ne yazdığına, manşetlerin ne dediğine baktığımızda, 90'ların başından itibaren ve Özal döneminden başlayarak ciddi dönüşüm görüyoruz; Türk milliyetçisi yönetici seçkinler zümresi ya da milliyetçi devletçi ideoloji, Batı medeniyeti aracılığıyla tevarüs edilen veya edilmesine çalışılan evrensel değerlerle giderek palamarları çözmeye başladı. Bu özel olarak Amerika'nın, genel olarak Batı'nın yeniden ve çok kapsamlı bir şekilde şeytanlaştırılmasıyla, demonize edilmesiyle, ister Amerikan emperyalizmi, ister CIA, ister George Soros, ister Bush diyelim, genelleştirilmiş, tarihsizleştirilmiş, soyut ve mutlak bir antiemperyalizm, "dış olan herşey kötüdür" ideolojisi ortaya çıktı ve bunda eski sağ ile eski solun buluştuğunu görüyoruz. "Eski sol" derken, eski fraksiyon yapılarını devam ettirmeye kararlı olan tarihsel şefleri ve onların son derece katı, dar mahfilerini kastediyorum. Bu yeni dış dünya şeytanlaştırmasında, eski sağ ile eski sol birleşti. Öyle bir yeni ulusalcılık, öyle bir neonasyonalizm doğdu ki, duygularını eski sağdan alıyor. Mesela duygularını Tevfik Fikret'ten değil de Mehmet Akif'ten alıyor, duygularını Arif Nihat Asya'dan alıyor, Türkiye'nin gelmiş geçmiş bütün milliyetçi şairlerinden, edebiyatçılarından vs. alıyor. Teorisini, piçleştirilmiş bir Leninist emperyalizm teorisi biçiminde, ya da onun güdük ve piçleştirilmiş, zamanını şaşırmış, tarihsizleştirilmiş varyantı biçiminde soldan alıyor. Bu kızıl elma cephesinin, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in oğlu gençlik kolları başkanı Mehmet Perinçek'in Ülkü Ocakları'yla filan elele vermesinin çok ciddi bir duygusal ve düşünsel mayası var. Eski sağın çok geleneksel, "din", "millet", "gavur" vs. gibi terimler üzerinden örülmüş duygusal Batı düşmanlığıyla, solun yıllar yılı teorize ettiği, çığırından çıkartılmış bir Leninist emperyalizm teorisi aracılığıyla yaygınlaştırmaya çalıştığı, "yeryüzünde varolan güçlerin en kötüsü emperyalizmdir, bir ülke içinde varolan güçlerin de en gericileri daima emperyalizmin işbirlikçileridir, emperyalizme, yani dışarıya karşı olan herşey iyidir, dışarıya açılan herşey ise kötüdür" ideolojisinin birleşmesi.

 

ÖM: Tam da bunu sormak istiyordum. Çok somut bir tezahürünü Cumhuriyet mitinglerinde filan sık sık gördük, Atatürk'ün ve Lenin'in kalpaklı resimlerinin bir arada cereyan etmesi... Yalnız İşçi Partisi'nin değil, TKP'nin de mesela, Ergenekon davası çerçevesinde.

 

HB: Ona "Yeni TKP" demek lazım, çünkü o TKP kendini feshettikten sonra, "hayır illa feshetmeyeceğiz" diye kurulan, aslında eksi TKP geleneğinin hemen hiçbir şeyini temsil etmeyen bir şey.

 

ÖM: Evet, ama kendisine TKP adını veriyor. Böyle, sağın ve solun, senin de deyiminle duygusal bir anti emperyalist temelde buluşması gibi bir durum var. Kitabın sonunda, özellikle solun kendisini içeriden eleştirmesini daha ele almadığını belirtiyorsun.

 

HB: Evet ama başka yerlerde yapıyorum onu.

 

ÖM: Evet yapıyorsun. Bu kabus dağılıyor mu peki?

 

HB: Kabus dağılıyor, evet bence Türkiye'de bu kabusun en yoğun yaşandığı yıllar 2005-6-7 yıllarıydı, çünkü o zaman benim kanımca belirli bir zemberek kurulmuştu. YSon 2-3 yılda çok düşündüm, "ne oluyor?" diye. Önce Michigan sonra Harvard üniversitelerinden peşpeşe iki davet aldım ve son 2 yılımın 1,5 yılını Amerika'da geçirdim. Bir tesadüf, inanılmaz bir tesadüf, hayatımdaki en korkunç olaylardan biri şuydu herhalde, Michigan Üniversitesi'nde ders vermek için 19 Ocak 2007 günü Amerika'ya uçtum. Sabah erken İstanbul'dan kalktık, Amsterdam'a uğradık, Detroit'e indik ve ben Atlantik'i geçerken Hrant Dink'in öldürülmüş olduğunu, Detroit havaalanına indiğimde öğrendim. Sonraki aylarda, "ne oldu, ne oluyor, nedir bu mekanizma?" diye çok düşünmek ve analiz etmek ihtiyacını duydum, biraz da Türkiye'den uzak olmanın verdiği perspektifle. Bir zemberek oluşturulmuştu, şeytani bir mekanizma, makine oluşturulmuştu; bu lafı Buharin'den alıyorum. Buharin, 1920'lerin ikinci yarısında, Stalin terörü başlamış ve kendisinin parti içindeki konumu zayıflamış, önemsiz, bir derginin editörlüğü verilmiş kendisine, ama tuttuğu günlükte ve arkadaşlarına yazdığı mektuplarda, "bir cehennem makinesi" ("an infernal machine") diyor, "bir cehennem makinesi, şeytani bir makine üzerimize geliyor ve durdurmak mümkün değil". Bütün o terör ve işkence ve zorla yazdırılmış itiraflar mekanizmasını kastediyor.

 

Bunu yazdıktan çok kısa süre Buharin de tutuklanacak, işkence görecek, mahkemeye çıkarılacak ve idam edilecek parti içinde hiçbir ilgisi kalmadığı halde. Türkiye'de de bence bir cehennem makinesi kurgulanmıştı, şimdi görüyoruz ki gizli merkezi Ergenekon'muş. Bir takım iddialar, metinler, kampanya tekstleri, adeta imal edilip, basındaki taraftar köşe yazarlarına veriliyordu, internet aracılığıyla yayılıyordu, çeşitli aydınlar -Hrant ve başkaları gibi- hakkında ihbarlar oluyordu, bazı savcılar onlar hakkında derhal 301 davaları açıyorlardı. Bu 301 davalarının duruşmaları Kemal Kerinçsiz  ve onların seferber ettiği faşistlerin inanılmaz saldırganlık gösterilerine sahne oluyordu. Aslında çok küçük bir gruptu bu, ama televizyonlar bunları muazzam bir kalabalıkmış gibi tekrar tekrar ve büyüterek veriyordu. Bir yandan cumhuriyet mitingleri tezgâhlanıyordu, Hrant'ın öldürülmesinden sonra, Ogün Samast'a destek gösterileri, çeşitli futbol maçlarında beyaz bere giyme kampanyaları tezgahlandı filan. Geriye baktığımızda bunun ne olmuş olduğunu daha iyi görebiliyoruz; çeşitli insanlar bunu gayet veciz şekilde ifade ettiler. Bu şöyle bir darbe hazırlığıydı, Ergenekon davasını küçümsemek isteyen Cumhuriyet gazetesi "bir çifteyle mi darbe yapacaklarmış" diye başlık attı, ama mesele Ergenekoncuların kendilerinin gidip iktidara el koyması değildi, mesele şuydu, Türkiye'yi adım adım biraz daha kan gölüne dönüştürmek, bu mekanizmaları tırmandırarak, giderek daha fazla sayıda insanı, belki Hrant'ın öldürülmesi gibi, gitgide daha çok sayıda insanı öldürmek, bir kere daha "işte bir anarşi ortamı doğdu" görüntüsü yaratmaktı. Bu arada evleri filan basarak, öldürebilecekleri kadar da çok demokratik sol aydın öldürmek, evrenselci aydın öldürmek, mümkün olduğu kadar aykırı sesi bu yolla boğmak, aynı zamanda –daha önce de örneklerini gördüğümüz gibi- "anarşinin hakkından gelmek için" Silahlı Kuvvetler'i göreve çağırmak... Plan buydu. Bunun zembereği kırılmış bulunuyor, bir kere bu, 2007 seçimlerini AKP'nin kazanmasını engelleyemedi, cumhurbaşkanlığına Abdullah Gül'ün seçilmesini engelleyemedi ve dolayısıyla maksimal hedeflerinden önemli ölçüde rücu etmek, geri çekilmek zorunda kaldı. İkincisi, Ergenekon davasıyla birlikte bu zemberek kırıldı. Bunun çok açık örneğini şuradan görebiliriz, bugün bir "özür diliyoruz", kampanyası var, Ermeni kardeşlerimizden özür dilemek için, ben attım altına imzamı. Bunun hakkında tabii milliyetçi basından çeşitli zırvalıklar yazılıyor, çiziliyor, aklına gelebilecek bütün saçma sapan laflar, suçlamalar var, "Ermenilerden para alıyorlardı" vs. yazılıp çiziliyor. Aslında zaman içinde gelişim onların aleyhine gidiyor bence, çok ciddi olarak. Türkiye'nin bu Ermeni meselesinde, 20-30 yıllık bir perspektif çizecek olursak, nereden nereye geldiğine, son 10 yılda, son 5 yılda nereden nereye geldiğine bakacak olursak, aslında muazzam bir demokratikleşme, fiili özgürleşme söz konusu. Bu arada tabii Canan Arıtman olayında olduğu gibi, insanın tüylerini diken diken eden şeyler de var, ama öte yandan şu da var; hiçbir fiili saldırı veya şiddet tahrikçiliği gerçekleşmiyor. Çünkü Ergenekon yok, çünkü Ergenekon hapiste, çok açık. Bu muazzam imza kampanyasını Ergenekon tutuklamalarının olmadığı koşullarda yaşasaydık, Kemal Kerinçsiz ve Ergenekon iddianamesinde "Ergenekon'un fabrikatörü", yani sahte propoganda, yalan imalatçısı olarak adı geçen Doğu Perinçek ve ekibi, dışarıda ve faaliyet gösteriyor olsalardı, icrai sanat eyliyor olsalardı, bu olay asla bu şekilde gerçekleşmezdi. Türkiye'nin milliyetçi muhafazakârlık vs. sorunları halloldu mu ideolojik bakımdan? Alakası yok, öyle bir şey demiyorum. Bugün Taraf'ta Neşe Düzel'in Yüksel Taşkın'la yaptığı çok güzel bir röportaj var. Yüksel Taşkın, MHP'yi "milliyetçi muhafazakâr", "AKP'yi islamcı muhafazakâr" ve CHP'yi de "cumhuriyetçi muhafazakâr" olarak  tanımlıyor ve bunların ortak paydasının muhafazakârlık olduğuna dikkat çekiyor. Bu son derece önemli bir tespit ve bu muhafazakâr güçlerin karşısında Türkiye'de ciddi bir demokratik reformatör hareketin olmayışı Türk siyasetinin muazzam eksikliği, ama öte yandan her karanlık da aynı derecede karanlık değil. Ben anlattığım bütün ideolojik eğilimlere tandanslara karşın, 2005-2007 arasındaki özellikle sonundaki karanlık kabusun ve bu zembereğin kırılmasının, bir cehennem makinesinin durması nedeniyle bir parça dağılmakta olduğu kanısındayım.

 

ÖM: Çok teşekkür ederiz. Seni yıllar önce spor programı için önermiştim, ama artık bunları da konuşmamızda fayda var.

 

(29 Aralık 2008 tarihinde Açık Radyo'da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)