10 Nisan 2013Taraf Gazetesi
En insanî hallerimizdendir: Durup dururken bir ezgi dolanır dilimize, olur olmaz mırıldanırız, bazen fısıltıyla, çoğu kez sessizce, kelimesizce.
Bazen de bir film sahnesi, bir roman cümlesi, bir şiir dizesi çakılır zihnimize. Zamanı belirsiz dalgınlık anlarımızda, kaybolur gideriz o sahnenin, o cümlenin, o dizenin kıyısız denizlerinde.
Geçen gün bir kitapçıda rafları karıştırırken, biri yanaştı yanıma. Kısa bir sohbet geçti aramızda. Edebiyat öğretmeni olduğunu, yazılarımı takip ettiğini söyledikten sonra, sıcak bir sitemde bulundu, yazılarımda uzun süredir edebiyata yer vermediğimi hatırlattı dostça. “Gerçeklik fena kuşattı bizleri, akılcı yazılardan fırsat kalmıyor” gibisinden aptalca sözler sıraladım ben de.
O gitti, ben de uzun bir yürüyüş yaptım. O haklıydı, ben ise saçmalamıştım. Oysa biliyordum gerçeklik ile hakikatin aynı şey olmadığını. Bir şeyin gerçekliğini anlamanın, onun hakikatine varmak demek olmadığını... Gerçekliğin bile sadece “akıl”la kavranamayacağını, hele hakikatin soğuk mantığa dayalı düz cümlelerle hiç anlatılamayacağını...
En acımasız gerçekliğimiz olan savaşı ve hakikatimizle buluşmanın büyülü ışığını vaat eden barışı yazmaya çalışıyorum haftalardır, ama akılla ve mantıklı tahlillerle. Bulunduğum yerin çorak yanlarını bana gösteren o kısa sohbetten sonra, aslında savaşı ve barışı en iyi anlatanların hep edebiyatçılar ve sanatçılar olduğunu yeniden hatırladım. Bunu unutmuş olmak bile, ne aptallık, değil mi?
O günden sonra, kütüphanemin edebiyat kısmını daha sık ziyaret etmeye başladım. Daha önce okuduğum kitapların sayfalarını hızlı hızlı çevirdim, okumadıklarımı elden geçirdim. İzlediğim veya izlemek üzere not ettiğim filmleri yokladım.
Bir film
Nicedir yeniden izlemek için ayırdığım filmlerden biri de Cennette Beş Dakika’ydı. Alman sinemasının yeni kuşak ustalarından Oliver Hirschbiegel’in yönettiği film, Kuzey İrlanda’daki savaşın ve barışın hakikatinden bir boyutu anlatıyor. Yıl 1975, savaşın en dizginsiz zamanları. Protestan bir ailenin çoğu olan 17 yaşındaki Alistair, Ulster Gönüllüleri’ne katılır. Öldürmenin olağanlaştığı bir ortamda Katoliklere karşı kin ve nefretle yetişen Alistair, bir “düşman” öldürmek istediğini örgüt sorumlusuna söyler, gerekli onayı alır ve üç arkadaşıyla birlikte 19 yaşındaki Katolik Jim’in evine gider. Hava kararmıştır, Jim’in 11 yaşındaki kardeşi Joe, evin önünde top oynamaktadır. Kar maskeli Alistair, pencereye yaklaşır, silahını Jim’e doğrultur ve tereddütsüz ateş eder. Jim o anda ölmüştür, Alistair soğukkanlı bir şekilde döner ve 11 yaşındaki Joe’yla göz göze gelir. Joe donmuş gibidir. İkisinin de hayatının kalan bölümünü esir alacak bir andır bu.
Alistair, yakalanır, 12 yıl hapis yatar. Joe ise, başta annesi olmak üzere çevresi tarafından cinayetin müsebbibi olmakla suçlanır. İkisinin de hayatı darmadağın olmuştur. Alistair, katil olma duygusuyla baş edemez bir türlü. Joe ise, Alistair’i öldürmekten başka bir şey düşünmez. “Beş dakika” süreceğini düşündüğü bu ânın hayaliyle yaşar. O beş dakika, kendisi için yegâne cennettir. Alistair ise, Joe’yle yüzleşip affedileceği ânı bekler durur. Kendisinin cehennemi de o “beş dakika” sayesinde son bulacaktır.
Yıl 2008, yüzleşme vakti... Sonrasını anlatmayayım artık.
Bir şair
Bu filmi izlerken, savaşın açtığı görünür yaralardan çok daha fazlasının saklı kaldığını, yüzbinlerce insanın ve dahi bütün toplumunun hakikatinin bu yaralarda yattığını düşündüm. Aklıma İsmet Özel’in muhteşem şiirlerinden olan “Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü”nün o muhteşem dizesi geldi:“Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda...”
Savaşın açtığı yaraları kapatmak hiç kolay değil, ama savaş bitmeden o yaralarla yüzleşmek de mümkün değil. Yani savaşın yaralarını savaşla kapatamayız, sadece barış bize bu şansı verebilir. Şimdi bu şans ayağımıza gelmiş. “Öyle olmaz, böyle olmaz” deyip deyip yaralara tuz savurmak da ne oluyor Allah aşkına?
Hayata dışarıdan, hele de tepeden bakanlar, hayatı anlayamazlar, değiştirmeleri ise hiç mümkün değil. Hayat denen şey, o süslü ve güya lekesiz şablonlara hiç uymaz.
Bir yazar
Hayattan uzaklaşmanın garantili yolları vardır. Bu yollardan biri, “ne o, ne bu” kolaycılığı; bir diğeri de “ya o, ya bu” indirgemeciliğidir. Oysa hayatımın ustası bellediğim yazarlardan olan Marguerite Yourcenar’ın dediği gibi;“Hayat olası bütün tanımlardan daha karmaşıktır; basite indirgenmiş her imge, kaba olma riskini taşır her zaman. Şairlerin kesin terimlerden kaçınmasını onayladığımı da sanmayın, onlar sadece düşlerini bilirler; şairlerin düşlerinde hakikat payı çoktur, fakat hayat bu düşlerden ibaret değildir. Hayat şiirden daha fazla bir şeydir; fizyolojiden daha fazla bir şeydir, hatta o kadar uzun zaman inandığım ahlâktan da. Hayat bunların hepsidir: hayat, hayattır. Tek servetimiz ve tek lanetimizdir.”