Türk devletçiliği

-
Aa
+
a
a
a

Taraf

23 Ocak 2013

Yine bir “polis operasyonu”, yine aynı şablon. Bu sefer hedefte Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) var. Ama “polis bülteni”ne göre, yapılan şey bir “terörle mücadele” faaliyeti. Hedef ise, ÇHD değil, tehlikeli bir “terör örgütü”. ÇHD yöneticileri de, bu terör örgütünün yöneticileri ve üyeleri.

 

Medyanın büyük bir bölümü, haberleri polis bültenine dayandırıyor; aslında bu bülteni doğrudan haber metni olarak kullanıyor.

 

Operasyonun akışı ve soruşturmanın seyri bütünüyle polis tarafından belirleniyor. Burada hukukun değil, polisin dediği oluyor. En temel soruşturma kuralları dahi bir kenara bırakılabiliyor. Savcılar, şeklen mutlaka olmaları, yani görüntü vermeleri gereken yerlerde bile yoklar.

 

Soruşturmanın yönetimi ve sorumluluğu savcılarda olmasına rağmen, polis “soruşturma” hakkında açıklama yapıyor. Hem görev ve yetki kurallarını ihlal ediyor, hem de soruşturmanın gizliliği ilkesini.

 

Savcıların “dosya kapsamı”ndan haberdar oldukları çok şüpheli. Gözaltındaki kişilere sordukları sorular ile polis açıklamasındaki “isnatlar” arasında bir ilişki olmadığı anlaşılıyor.

 

Peki, ne demek oluyor bütün bunlar? Olan biteni, “soruşturma ihlalleri” diyerek basitleştirip geçiştirmek doğru değil; “tipik polis devleti uygulaması” diye açıklamak da yeterli değil.

 

Ortada bir “devlet meselesi” olduğu doğru. Bu meseleyi, Almanya’daki tartışmalardan ilhamla, “Türk devletçiliği” şeklinde somutlaştırabiliriz.

 

Almanya’da devlet yapısı ve yönetim zihniyeti üzerine yürütülen uzun ve kapsamlı tartışmalarda, “Alman devletçiliği” diye bir kavrama özel vurgu yapılır. Bundan da, kökleri 18. yüzyıl sonu Prusya’sına dayanan bir anlayış kast edilir. Bu anlayışta devlet, toplumsal bütünleşme ve ahlâkî rehberlik kaynağı olarak görülür. Devletin örgütlenmesinde de, yürütme organı ve idare aygıtı odağa yerleştirilir. Toplumdaki çıkar mücadelelerinin ve bunların ifade bulduğu siyasal alanın, yozlaştırıcı ve tehlikeli bir şey olduğuna inanılır bu görüşte. Devlet, tarafsız bir hakem olarak, partizan siyasetin üstünde yer alır ve böylece ortak faydanın ne olduğuna ve nasıl gerçekleştirileceğine karar verir.

 

Hukuk devletiyle ilgili araştırmalarım sırasında, Alman devlet geleneğine epey mesai ayırdım. Doçentlik çalışmamın bir bölümünü bu konuya tahsis ettim. Daha önceleri bende sezgi düzeyinde var olan bir kanaat, bu çalışmalarla birlikte, güçlü bir fikre dönüştü. O da şudur: “Türk devlet anlayışı”, “Alman devletçiliği”nin zihni ve pratik etkisinde şekillenmiştir. “Türk devletçiliği”, “Alman devletçiliği”nin gecikmiş bir türevidir, zaman içinde de bir hayli gürbüzleşmiştir.

 

Toplumu, çıkar kavgalarının tehlikeli bir mekânı ve ortak faydayı bulma yeteneğinden yoksun bir güruh olarak gören Türk devlet anlayışı, en yetkin ifadesini “vesayet sistemi”nde bulmuştur.

 

Bu sistem, bir bütün olarak toplumun kifayetsiz ve dirayetsiz olduğu kabulüne dayanır. Ama toplum içinde de her zaman tehlikeli düşmanlar bulunduğunu varsayar. Bu anlayışa göre, toplumu her zaman kontrol altında tutmak gerekir. Lakin o tehlikeli odaklar açısından bu da yetmez; onlarla her türlü münasip aracı kullanarak savaşmak şarttır. Hukuk, burada kolayca bertaraf edilebilecek bir teferruattır. Derin devlet dediğimiz şey de, bu devlet anlayışının olağan bir sonucudur.

 

Alman yazarların, Alman devletçiliğini tanımlarken kullandıkları “yürütme organı odaklı yapı” ibaresini, çoğu durumda “bürokrasi” olarak çevirmekte fayda var, yapıyı daha anlayabilmek için. Bürokrasi içinde de, şartlara göre, belli bir güç öne çıkar. Yakın zamana kadar bizde bu güç orduydu. Sistemi bu nedenle askerî vesayet olarak adlandırıyorduk.

 

Askerî vesayet sistemi büyük ölçüde çözüldü. Fakat bununla devletçi zihniyet eski görkemli konumunu kaybetmiş olmadı.

 

Askerî vesayetin çözülme sürecinde, siyasal alan genişledi ve siyaset güçlendi. Dolayısıyla toplum da, kendi hakkındaki kararlara daha fazla etki etme imkânı yakaladı.

 

Demokratikleşmenin ayaklarının yere basması açısından bütün bu gelişmelerin hayati önemi var. Demokratikleşme sürecinin altındaki toprağı kaydırabilecek veya yok edebilecek en tehlikeli gelişme, bürokratik aygıtların siyasal alanı kuşatma girişimleridir.

 

Polis aygıtı, uzunca bir zamandır, bu girişimlerin merkezinde yer alıyor. KCK operasyonları, Ergenekon sürecinin gölgelenmesine yol açan bazı hamleler, MİT Müsteşarı’na yönelik operasyon bu girişimlerin ilk akla gelen büyük örnekleridir. Bu operasyonların hepsi de, siyasal dengeleri sarsmış, siyasal gelişmelerin seyrini etkilemiştir. ÇHD operasyonunu da bu bağlama yerleştirebiliriz.

 

Polis aygıtına egemen olduğu anlaşılan bir güç, herhalde “devletin çıkarları”nı en iyi kendisinin bildiğini, “toplumun iyiliği”ni de en iyi kendisinin gözetebileceğini düşünüyor. Siyasetin basiretsizliğine karşı “devlet aklı”nın kalkanını kullandığına ve bunun da meşru olduğuna inanıyor. Böylece “Türk devletçiliği”nin yeni savunucusu olarak temayüz ediyor.

 

Demokratikleşme sürecini, toplumsal barışı sağlam temellere oturtacak şekilde yürütmek istiyorsak, öncelikle bu anlayışla her düzeyde yüzleşmek ve hesaplaşmak zorundayız...