26 Aralık 2012
Haftada bir yazdığım için, yazıya hazırlık olsun diye, son birkaç günün “önemli olayları”nı içeren bir liste yaparım. Memlekette hiç “önemli olay” sıkıntısı çekilmediği için, liste de hep kabarık oluyor hâliyle.
Bu haftaki listemiz de epey zengin. “ODTÜ olayları”, son gelişmelerle birlikte listenin başına tırmandı. Oysa iki gün öncesine kadar, Maraş katliamını anma girişimlerinin engellenmesi “olayı”nı en üste koymuştum. Geçen cuma günü ise, Başbakan’ın NTV ile Star televizyonlarının ortak yayınında yaptığı “olay” açıklamalar, ilk sıradaydı. Başbakan’ın sözlerinden de “Uludere olayı”na ilişkin olanları öne çıkarmıştım.
Devlet ve/veya hükümet yanlısı medya, önemsizleştirmek ya da devletin ve/veya hükümetin sorumluluğunu örtbas etmek istediği zaman, yaşananları “olay” diye verir. Mesela katliamlar, birden “olay” oluveriyorlar; “Uludere olayı”, “Maraş olayları” gibi...
Devleti kurtarmayı ve aklamayı asli misyonu olarak gören medya, önemsizleştirmeyi veya sorumluluğu gizlemeyi yeterli görmediğinde, bir adım daha atıyor ve mağdurları/ kurbanları “suçlu” gösterecek bir dil kullanıyor.
“Uludere olayı” diye sunulmak istenen şey, o “olay”a maruz kalanlar ve onların acısını içinde hissedenler için “Roboski katliamı”dır. Üzerinden bir yıl geçti, bombalamanın nasıl gerçekleştiği ve sorumluları aydınlatılmadı.
Başbakan, “özür” kelimesini duyunca bile müthiş öfkeleniyor. Ölenleri suçlayan ve yakınlarını aşağılayan sözler sarf ediyor. Birileri de, katliamın hükümete derin güçler tarafından kurulmuş bir tuzak olduğu tezini öne çıkararak, Başbakan’ı sorumluluktan kurtarmaya çalışıyor. Diyelim ki bu tez doğru. Peki, Başbakan’ın ölenlere ve yakınlarına karşı böyle öfkeli ve suçlayıcı bir tavır takınmasını nasıl açıklayacağız? Yoksa derin güçler mi Başbakan’a bunu yaptırıyor? Başbakan’ın tutumu, o tuzağın hedeflerine ulaşmasını daha da kolaylaştırmıyor mu?
Tuzak ya da değil, ortada korkunç bir katliam var. Bunu anmaktan, sorumluların açığa çıkarılmasını talep etmekten daha meşru bir şey olamaz. Oysa Başbakan ve ona yakın olanlar, unutulsun istiyorlar. Unutmayacağız ve unutturmayacağız diyenler ise, hemen “terörist” veya “terör örgütünün amacına hizmet edenler” diye damgalanıyorlar.
Maraş katliamı için de aynı yaklaşım geçerli. Geçmişin bu vahşetini anmak engelleniyor. Bu ülkede “yası yasaklamak”, zalim bir devlet politikası. Bu hükümet, bu politikayı sürdürmekte hiç beis görmüyor. Lakin bu politika, ne onu inşa eden güçlere ne de bu topluma hayır getirdi. AKP’ye ise hiç getirmez.
Hükümet ve ona yakın çevrelere göre, Roboski’yi de Maraş’ı da anmak isteyenlerin “niyetleri” kötü. Onların derdi, anma ve yas değil; hükümete karşı komplo kurmak veya kurulmuş komploları kolaylaştırmak.
ODTÜ’de Başbakan’ı ve hükümeti protesto etmek isteyen öğrencilere de aynı muamele yapılıyor. Rektör ve başından beri olayların bire bir tanığı olan öğretim üyeleri, öğrenciler sadece slogan atmaktayken ve herhangi bir şiddet eylemine başvurmamışken, polisin müthiş bir öfkeyle onlara saldırdığını anlatıp duruyorlar. Ama hükümet ve ona yakın çevreler, bu sesleri duymak istemiyorlar. Onların bütün gayesi, öğrencileri “hükümete karşı komplo”nun piyonları olarak sunmak ve “terörist” olarak yaftalamak.
Bu ülkede polis şiddetinin her türlü ölçüyü aşan insafsız örnekleri neredeyse rutin hâle gelmişken, bunu sorgulamak yerine, bunu sorgulayan ODTÜ camiasını topyekûn hedefe koyuyorlar. Ve derken ODTÜ camiasını recmetme ayini başlıyor. İlk taşları da çeşitli üniversitelerin yönetimleri fırlatıyorlar. O taşları sardıkları bildiriler, birer utanç vesikası olarak tarihe tescil olundular bile.
Anma, yas ve itiraz; ifade, toplantı ve gösteri özgürlüklerinin en meşru araçlarıdır. Meşruluk, şiddetin başladığı yerde biter şüphesiz. Lakin her seferinde “şiddet” ihtimalini gerekçe göstererek yasaklar koymak, demokratik bir rejimde kabul edilebilir bir durum değildir. Aynı şekilde, hangi fikirde ve zihniyette olduklarına bakarak hakların kullanımında ayrımcı davranmak da, kabul edilemez. İstihbarat raporlarına ve keyfî değerlendirmelere dayanarak hakları yasaklar veya polis şiddetini devreye sokarsanız, hızla polis devletine kayarsınız.
Demokrasinin evrensel ölçülerinden uzaklaşmanın en önemli sonucu ise, toplumsal kutuplaşmanın keskinleşmesi ve siyasal gerilimin yükselmesidir.
Bence hükümetin dikkat etmesi ve savuşturmaya tüm gücüyle gayret etmesi gereken asıl tehlike budur...