25 Haziran 2012Taraf Gazetesi
BATH/ İNGİLTERE- Üç gündür Galler’deyiz. Birleşik Krallık’a yaptığımız diğer iki gezinin aksine, buradaki çalışma programımız fazla yoğun değil. Gerçi siyasi parti temsilcileri, bakanlar ve hükümet görevlileriyle resmî ve gayrı resmî ortamlarda biraraya geldik, konuştuk; ama görüşmeler bir maraton şeklinde geçmedi; “enformasyon bombardımanı”na benzer bir durum da yaşamadık. Galler toplumunun nispeten yalın olması ve Galler’in durumunun misal İrlanda gibi bir “sorun” niteliği taşımaması, bunun başlıca sebebi.
Sakin bir tempoda akan gezi, Galler hakkında fikir edinmek ve çatışma çözümü/ barış süreçleri bağlamında Birleşik Krallık tecrübesini biraz daha anlamak açısından epey faydalı oldu.
Galler’de en önemli meselenin dil hakları olduğunu, önceki yazıda belirtmiştim. Gal dili, Galler’in İngiltere’yle birleşmenin ardından ekonomik ve sosyal nedenlerle zayıflamaya başlamış, adeta unutulmaya terk edilmiş, giderek yok olma noktasına gelmiş. Yaklaşık dört yüz yıl süren bu gidişi Gal toplumunun büyük çoğunluğu, bu bir kader gibi algılamış. 19. yüzyılda Galceyi kurtarmaya yönelik kıpırdanmalar olmuşsa da, bunlar 1960’lara kadar kayda değer bir etki yaratmamış.Saunders Lewis isimli bir akademisyenin, 1962’de BBC’de yaptığı “Dilin kaderi” (The Fate of the Language) başlıklı bir konuşma, bu gidişi durduran tarihî bir müdahale olarak kabul ediliyor. Lewis’ın “devrimci yöntemlere başvurulmadığı takdirde, Gal dilinin yok olacağını” belirttiği bu konuşmanın ardından, ciddi bir hareketlenme başlamış, sivil itaatsizlik eylemleri de olmuş.
“Devrimci yöntemler”den kasıt; kamuoyu oluşturma faaliyetleri, siyasi temas ve telkinler, doğrudan görüşmeler vb. yollarla Gal dilini yeniden canlandıracak ve güçlendirecek radikal tedbirlerin alınmasıydı. Bu süreci, geniş anlamda bir “müzakere” örneği, sonrasını da bir ihtilafı barışçıl şekilde çözmenin başarılı bir tecrübesi olarak değerlendirebiliriz.
Bu çabaların ilk somut ürünü, 1967’de çıkarılan “dili koruma yasası” oldu. Mahkemelerde savunmaların ve kamu makamlarının duyurularının Gal dilinde de yapılması kabul edildi, Galce eğitim yapan okullar açıldı.
Kısa sürede Galce İngilizceyle eşit bir dil konumuna, Galler de çift dilliliğin başarıyla uygulandığı bir ülke hâline geldi. Yetki devri süreci, siyasi sistemin ve idari yapının da buna göre şekillenmesini sağladı.
Sonuçta Galce yok olmaktan kurtulduğu gibi her alanda kullanılan dinamik bir dil hâline geldi.
Gal toplumunun çok büyük kısmı ve bu kesimi temsil eden siyasi partiler bu durumdan memnun görünüyorlar. Bağımsızlık talebi, sadece toplumun yüzde 7’si ilâ 12’si arasında kalan dar bir kesimden destek buluyor. Federasyonun da cazip bir siyasi seçenek olarak görülmediği anlaşılıyor. Geriye yetki devrinin arttırılması ve özekliğin güçlendirilmesi kalıyor ki, bu taleplerin temelinde de dilin daha fazla geliştirilmesi ve dil haklarının pekiştirilmesi yatıyor.
Bu sürecin, Galler’de zaten kökleri güçlü olan demokratik kültürün iyice derinleşmesine ve sağlam bir şekilde yerleşmesine büyük katkı yaptığı konusunda hemen herkes hemfikir.
Galler tecrübesinin, Türkiye’deki dil hakları ve tabii ki özellikle Kürtçenin eğitim ve yönetim başta olmak üzere kamusal alanda kullanımı tartışmalarında dikkate alınması ve yararlanılması gereken bir kaynak olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Bugün Galler’den ayrılıyoruz, akşamüzeri İngiltere’nin Kent şehrinde olacağız. Burada bulunduğumuz zamanın çoğunda hava kapalı ve yağmurluydu. Bu hava değil, ama Türkiye’den gelen haberler içimize ağır bir kasvetle yansıyor. İçeride ve dışarıda her meseleye savaşın ve silahın, kin ve şiddetin mantığıyla yaklaşanlara, son “uçak krizi”yle gün doğmuş anlaşılan. Nefretle beslenen bu güruh, varlığının anlamını, başkalarının yok edilmesinde arıyor. Nefrette sınır tanımadıkları gibi, ahlaksızlıkta da sınır tanımıyorlar. Pervasızca yalan söylemeyi, insanları vicdansızca hedef göstermeyi kendilerinde hak olarak görüyorlar.
Kötülük âleminin bu sefillerinin nefretine en fazla mazhar olanların başında, Kürt sorununun demokratik zeminde, demokrasiyi güçlendirecek şekilde ve barışçıl yollarla çözülmesini isteyenler geliyor. Bize, yaptığımız çalışmalara hırçınca saldırmaları da bundan. “Nefret ediyorum, öyleyse varım”, bunlar için en uygun tanımlama sanırım.
***
Bu sabah yazıyı yazmak için erken uyandım. Güneş, bulutları yarmaya çalışıyordu. Cardiff’in dingin ve sessiz atmosferine aykırı düşen tek şey, martıların gökyüzündeki özgür salınışları ve sesleri. Her yerde varlar, sesleri her an duyulabilir. Biliyorum, martılar fazla sevilmezler. Çoğu kişinin gözünde tekinsiz ve tedirgin edicidir onlar. Ben martıları severim. “Martılar ki, sokak çocuklarıdır denizin...”
Yazının son satırlarını otobüste yazdım. Az önce İngiltere sınırlarına girdik. Bath şehrinde mola verdik. Jane Austen’in yaşadığı ve romanlarını yazdığı küçük, ama etkileyici bir şehir. Bu yazıya son noktayı da, Austen’in o vakit yaşadığı evde koyuyorum...