13 Eylül 2011
Mağdurdan yana olmakla, mağduriyete karşı çıkmak arasında çok temel bir fark var. Nasıl mağduriyet bir “marifet,” bir “erdem” değil, değiştirilmesi gereken bir haksızlık haliyse, mağdurun yanında olmak da keza, tek başına bir “marifet” bir “erdem” sayılamaz; mühim olan mağduriyetin sona ermesi için neler önerdiğimiz, neler yaptığımızdır. Mağdurun yaptığı tercihleri sırf mağduriyetinden ötürü kayıtsız şartsız destekleyen bir mağdur yandaşı, eğer söz konusu tercihler, mağduriyeti ortadan kaldıracak koşulları yaratmıyor, üstelik yeni mağduriyetler doğuruyorsa, sorumlu ve sorunlu bir konumda demektir.
Kürt siyaseti ve yandaşları bugün “şiddeti” tercih ediyorlar, en azından PKK’nın “şiddet” tercihine karşı çıkmıyorlar. Şiddet kullanmanın “erdemi” ve “marifeti” üzerine tartışmanın büsbütün abesle iştigal olmadığı tek bir hal varsa –ki bundan kuşkuluyum— o da, şiddetin işlevselliğine odaklanmış bir tartışma olacaktır. Yani PKK “şiddetinin” ve Kürt siyasetinin bu şiddete verdiği desteğin, Kürtlerin mağduriyetini ortadan kaldırıp kaldırmayacağı üzerine tartışmak gerekecektir. Ancak “şiddet” tercihi karşısında suspus olan ya da, daha beteri, Ahmet Altan’ın pazar günkü yazısında anlattığı o harika İtalyan karikatürünün diliyle şiddete “Bravo Capitano” diye alkış tutanlar, bunu pek yapmıyorlar. Bu güruh, “imkânsızlık” edebiyatını seviyor; şiddeti, işlevinden ziyade, çaresizlikle açıklıyor.
Bugün PKK şiddetini bir “tercih” değil de bir “zorunluluk” gibi gösteren ve bu tercihi eleştirenlere karşı da, “Başka türlüsü mümkün değil” tezini öne süren arkadaşlarımızın, bu teze kendilerinin bile inandıklarından emin değilim. Öyle olsa, Kürt siyasetçileri genel seçimlere girmezlerdi, ikide bir kongre toplamazlardı, panellerde konuşmazlardı, Irak Cumhurbaşkanı Talabani’yle görüşmeye gitmezlerdi, gazetelere yazılar yazmazlardı. Şiddet tercihi “yegâne seçenek” olsa, Kürt siyasetinin yandaşları Kürtlerin mağduriyetinin sona ermesi için bunca yıldır yazılarla, kitaplarla, raporlarla, konferanslarla uğraşmazlardı.
Bana öyle geliyor ki, PKK’nın dağdaki liderleri muazzam bir sıkışma yaşıyorlar. Bu sıkışmada, bir yandan devlet-Öcalan görüşmeleriyle savaşın sonunun getirilmesinin, diğer yandan yeni Anayasa’da Kürtler adına kazanımlar sağlanabilmesinin somut bir ihtimal olarak belirmesiyle pekişen bir “Ben ne olacağım” paniğinin izleri var. Panik içinde yeniden sarıldıkları şiddet ise, sıkışma halinin Kürt siyasetine, onların üzerinden de Kürt siyasetinin yandaşlarına sirayet etmesine yol açıyor. Bu sıkışmışlık içinde, bir bakıyorsunuz, kendilerinin “düpedüz cinayet” diye rahatlıkla adlandırabildikleri bir PKK eylemine karşı, Kürt siyasetinin tek söz söyleyememesini “doğal” hatta “doğru” bulan arkadaşlarımız, yaptıklarının başlı başına bir “aşağılama” egzersizi olarak algılanabileceğini düşünmüyorlar bile. Ya da bir bakıyorsunuz, BDP’nin tepesinden iki isim, aynı gün içinde “Devlet, Apo’yla görüşmeye yeniden başlamalı” ve “İmralı görüşmeleri bir oyalama taktiği, bir yontma harekâtı hazırlığıydı” şeklinde, çokseslilikten ziyade “şizofreni” ima eden iki ayrı önermede bulunabiliyor.
Bu marazi hallerimize en iyi teşhisi, bence pazar günü Zaman’daki makalesinde, “Şiddeti bir siyaset yolu olarak tercih etmek, aslında ‘siyaset dışı’ kalmayı, apolitik olmayı getirir” diyen Etyen Mahçupyan koymuştu. PKK’nın dağdaki liderleri son iki aydır şiddeti kararlı biçimde tırmandırıyor. Kürtlerin mağduriyetinin bitirilmesinden yana olan ve PKK şiddetinin bugün bu amaca hizmet ettiğini düşünmeyen bir kesimin şiddet tercihini yine de desteklemesi, öz ve sonuç itibariyle bir siyasi şizofreni, bir “apolitikleşme” yaratıyor.
Meselemiz belli. Kürtlerin “birinci sınıf” vatandaş olması için, eşitliğin anayasal çerçevesinin çizilmesi gerekiyor. Etnik vurgu içermeyen bir vatandaşlık tanımı da eşitliğin olmazsa olmaz parçası, anadilde eğitim hakkı da... Ayrıca, gerillanın dağdan inmesi ve dilerse siyaset yapması için hukukî zemini sağlamalıyız. Bu ikinci bağlamda, devletin Öcalan’la görüşmeyi sürdürmesi elzem. Dahası, BDP’nin sunduğu dayatmacı ve otoriter niteliğiyle gündemimize talihsiz bir giriş yapan “özerklik” önerisi, gerçekten “demokratik” bir anlayışla ele alınırsa, kalıcı bir çözümün en büyük güvencesi olabilir. Yani toplumun ve siyasetin konuyu enine boyuna konuşması lazım. Ama bütün bu süreci mümkün kılmak için, öncelikle gerek devletin gerek PKK’nın “şiddet” tercihine ve bunun doğurduğu apolitikleşmeye direnebilmeliyiz.
Örgütün dağdaki lideri Murat Karayılan dün, “Daha düne kadar Önder Apo’yla görüşüyordunuz. Ne oldu da birdenbire en ağır tecrit uygulamasını devreye koydunuz” diye sormuş. Karayılan, sorusunun cevabını tabii ki biliyor. Öcalan’ın, tarihî bir anlaşma yapılabileceğini, Barış Konseyi için uzlaşıldığını söylediği görüşme notlarının daha mürekkebi kurumadan Silvan’da saldıran PKK, müzakereleri sekteye uğrattığını ve Öcalan’ı zora soktuğunu gayet iyi biliyor. Hal böyleyken Karayılan, bu denli “şizofren” bir soruyu nasıl böyle fütursuzca soruyor? Apolitikleşmemize mi güveniyor?