Dokunmak, kazanmak, kaybetmek

-
Aa
+
a
a
a

13 Temmuz 2011Taraf Gazetesi

“Yaşarken üzerinde bile durmadığımız, ama hep ayağımıza takılıp bizi tökezleten binlerce ayrıntıdan koskoca bir mutsuzluk edinmiştim.”

Pınar Kür’ün bir öyküsünde okumuş ve not etmişim bu cümleyi; ama öykünün adı yok notlarımda.

Yine Pınar Kür’ün bir öyküsünden not ettiğim şu sözler, bireysel hayatlar için bu mutsuzluğun uç noktalarından birini ehliyetle tasvir ediyor:

“Şişe içinde ırmağa atılmış bir mektup gibiyim. Hem ırmağın içindeyim, hem ona bir katkım yok. Hem diyeceğim bir şeyler var şişenin içinde, hem ırmağın bundan haberi yok. Hem ırmak beni bir yerden bir yere götürüyor, hem gittiğimiz yönü ben saptayamıyorum. Hem ırmak bana dokunuyor, hem ben ırmağa dokunamıyorum. Birbirimize değmiyoruz.”

Gabriel Josipovici’nin, Dokunma adlı kitabının bir bölümünde işlediği “hücre hapsi” metaforu da bu hale uygun düşüyor:

“Hücre hapsi; dört duvarı, kilitli bir kapıyı ve bir gardiyanı gerektirmez; yalnızca dünyayla olan doğal karşılıklılık duygumuzu yitirmemiz ... yeterlidir.”

Dino Buzatti’nin, tümüyle bu hapsi ve onu “hep ayağımıza takılıp bizi tökezleten binlerce ayrıntıdan” nasıl ürettiğimizi anlatan şaheser romanı Tatar Çölü’nü anmadan geçmek olmaz!

Dokunmak, bir anlamda köprüler kurmak demektir; kendimizle hayatımız arasında, hayatımızla diğer hayatlar arasında! Dokunmak, bu nedenle kendimizle daha çok buluşmaya, daha bütün olmamıza yardım eder.

Toplulukların “toplum” haline gelmesi, yani “toplumsallığın inşası” açısından da, bu köprüler çok önemlidir. Zygmunt Bauman, şöyle tarif ediyor köprülerin bu işlevini:

“Güçlü ve devamlı köprüler olmayınca, ... özel dertler ve acılar bir birikim oluşturmaz ve yoğunlaşıp ortak davalar haline gelmezler.”

Geçen haftaki yazımda “oyun” üzerinde durmuştum. “Oyun”un bir türü daha vardı değinmek istediğim, ama yerim bitmişti.

Şuydu: Biriyle, ortak bir etkinliğin eşit tarafı olarak, gönüllü ve özgürce bir “oyun” oynamak başka şeydir; birini, bir oyunun nesnesi haline getirmek, yani onunla oynamak başka şeydir.

Bu “kötü oyun”a başvuran taraf, bundan çeşitli faydalar umar. Mesela, diğer tarafı etkisizleştirerek güçlü olmayı hesaplar ya da elindeki gücü büyük bir iktidara dönüştürmeyi hedefler. Zaten iktidar da, Max Weber’in klasikleşmiş tanımını esas alırsak, “sosyal ilişkiler çerçevesi içinde bir iradenin, ona karşı gelinmesi halinde dahi yürütülebilmesi imkânıdır”. Elias Canetti, Kitle ve İktidar’da, bu oyunu “kedi – fare örneği” üzerinden anlatır.

Fazlasıyla parçalı oldu bu yazdıklarım, farkındayım! “Bırak dağınık kalsın” diyesim geliyor, ama kendimi tutamıyorum, açıklamaya girişiyorum.

Aslında başlarken, Kürt sorunu başta olmak üzere bütün hayati meselelerimizde binlerce ayrıntıdan yarattığımız kocaman engellerin bizleri nasıl durmadan tökezlettiğini anlatmaktı niyetim. Yemin/boykot krizini de, buradan hareketle tartışmak istiyordum.

Ondan sonra diyecektim ki, Kürt sorununda çözüm tartışmalarının demokratik siyaset zeminine oturmasını engelleyen, en azından zorlaştıran faktörlerin başında, birbirleriyle iletişim kanalları çok zayıf iki ayrı kamuoyunun bulunması geliyor. Bu açıdan, Türkiye uzun yıllardır bir “parçalanmışlık hali” yaşıyor. Devasa bir acının birbirine yabancı iki ortağını andırıyor Türkler ile Kürtler.

Bu köprüsüzlük durumu, siyaseti “kötü ve tehlikeli bir oyun” olarak kullanmayı kolaylaştırıyor, hatta zaman zaman teşvik ediyor.

Bu son krizde AKP, baştan beri atabileceği basit adımlarla ya da verebileceği yalın mesajlarla krizin derinleşmesini engelleyecek güce sahip olmasına rağmen, bunu yapmadı. Tersine, karşı tarafı köşeye sıkıştırıp teslim olmaya zorlamak gibi “tehlikeli ve kötü bir oyun” kurmayı tercih etti.

BDP ise, haklı olduğu bir konuda eli yüksek tuttu, dili sert kurdu. Bunun sonucu olarak da, esneme imkânlarını azalttı. Böylece AKP’ye, belli ölçülerde kendisiyle oynama yolunu açan kozlar verdi. AKP, bu kozu epeyce “sinik” bir tarzda kullanmaktan imtina etmedi.

Şimdi “sinik” kelimesini hangi anlamda kullandığımı açıklamam lazım! Burada Pierre Bourdieu’nün, bilgiyi kullanmanın farklı yollarına ilişkin görüşünden ilham almak yanlış olmaz sanırım.

Konumuza şöyle uyarlayabilirim: Bir imkânı (gücü, kozu), sonucun adil mi adaletsiz mi olacağına bakmadan, en işimize gelecek şekilde kullanırsak “sinizm”e düşmüş oluruz. Sinizmin çirkin girdabına düşmemek için, aynı imkânı, kötü ve yaralayıcı sonuçlar doğuracak, adalet ve ahlâk hislerini zedeleyecek biçimde kullanmaktan kaçınmak gerekiyor!

Oyun çirkinleştikçe, kimse bir şey kazanamaz! Bir şey kaybetmemeye azmeden de bir şey kazanamaz! Pınar Kür’le başladım, en iyisi yine onunla bitireyim:

“Hepiniz öylesiniz, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey vermeden her şeye sahip olmak istiyorsunuz. Oysa değişimin bedeli vardır. Gömlek değiştirirken sancılanmamak mümkün mü? Yitirerek kazanırsın. Kazanmanın başka yolu yoktur. Çoğu kez yitirdiğin ya da yitirdiğini düşündüğün şeyler de, senin sandığın kadar değerli, vazgeçilmez değillerdir. Çoğu zaman bir özveri bile değildir bu. Sen öyle sanırsın. Bir değişmedir yalnızca.”