25 Mayıs 2011Taraf Gazetesi
Dün Bob Dylan’ın 70. doğum günüydü. Dylan’ın hayatı ve sanatı hakkında ahkâm kesecek değilim. Kendisine dair bunca şey yazılmış, filmler yapılmış; kendisi bunca şarkı yapmış, edebiyatın patikalarında dolaşmış, sözler söylemiş birini, bir köşe yazısında “değerlendirmeye” yeltenmeyecek kadar bilirim haddimi! En fazla, Dylan’ın hayatıma değen yanlarını anlatmaya çalışabilirim.
Dylan’ın adını veya şarkılarını duyunca, iki kelimenin zihnimde hızla buluştuğunu daha çok fark eder oldum son yıllarda: Ses ve sahicilik!
Gerçi Dylan’ın şarkılarında sözün sesi bastırdığını, sesin şiirin gölgesinde kaldığını düşünen ve söyleyen çok sayıda “uzman” var. Dylan’ın şarkılarındaki sözlerin kuvvetli olduğu doğrudur. İnceden inceye örülmüş, bir derdi olan şiirlere yapıyor müziğini Dylan; onlardaki sözlere yüklüyor sesini. Ve o sözlerin kuvveti, tam da üzerlerine konan, içlerine dolan o sesten, o nefesten geliyor.
Dylan’da var olduğuna inandığım söz ile ses arasındaki bu ilahî ahenk, bana Paul Celan’ın “Sen de Konuş” şiirini hatırlatıyor. Sen de konuş, söyle sözünü diyor Celan ve devam ediyor:
Konuş –
Ama ayırma hayırı evetten/ Anlamı da ver sözüne/ Ona gölgeyi ver/
Ona yeterince ver gölgeyi/ Sence ne kadar paylaştırılmışsa/
Geceyarısıyla öğlen ve geceyarısı/ arasında, o kadarını ver...
Dylan’ın söze işte bu gölgeyi bihakkın verebildiğini ve bunu, hayatın içinden süzülmüş sahici bakışı sesine katarak yaptığını düşünüyorum. Aragon’un şu dizeleri, sanki Dylan’ın şarkılarının doğum serüvenini anlatıyor:
Nice mutsuzluklar gerek küçük bir şarkı için
Bir ürperişi ödemek için nice pişmanlıklar
Nice hıçkırıklar bir gitar ezgisine...
Heinrich Heine’nin şu dizeleri, Aragon’u tamamlıyor gibi:
Küçük şarkılar yaratıyorum
Büyük acılarımdan...
Aragon’a nice şiirler ve ihtimal yukarıdaki dizeleri yazdırmış olan Elsa Triolet, kendisinin nasıl yazdığını anlatırken şunları söylüyor: “Elimle dokunabildiğime bağlı kalıyorum. El yordamıyla, bir kör gibi yürüyerek yolumu tanımaya çalışıyorum. Doğrudan doğruya dokunamadıklarımdan uzak duruyorum...”
Albert Camus’nün beni en çok etkileyen sözlerini de aktarayım, sonra çok sevdiğim bu insanları birleştiren şeye bir isim verelim: “Bu dünyaya dokunabiliyorum, onun var olduğu yargısına varıyorum. Bütün bilgim burada duruyor, gerisi kurmaca.”
Ne diyelim buna? Edip Cansever’e sorabilseydik, bence tereddütsüz şu cevabı verirdi: “Bir kuş olsa mavilik derdi buna.”
Hadi gelin biz buna sahicilik diyelim! Açıklama adına söz kalabalığı yaparak bu güzel kelimenin büyüsünü bozmak istemiyorum. Bunun yerine, iki büyük ustanın birbirine benzer metinlerini okumayı öneriyorum.
Metinlerden biri, Thomas Bernhard’a ait bir mesel; adı, “Ses Taklitçisi”! İşi, başkalarının seslerini taklit etmek olan birinin, bir gün kendisinden kendi sesinde bir şeyler söylemesi istediğinde donup kalmasını anlatır Bernhard bu meselde.
İkinci metin, Henrich Böll’ün bir öyküsü; adı “Gülücü”! Anlatıcı, mesleğinin “gülücülük” olduğunu ve bundan iyi geçinebilecek kadar para kazandığını söyler. Şöyle tarif eder işini: “Gerekirse bütün yüzyılların, toplumun bütün sınıflarının, bütün yaş gruplarının gülüşünü gülebilirim. Ayakkabılara pençe yapma nasıl öğrenilirse, ben de işte bayağı öğrendim bunu. Amerika’nın gülüşü göğsümde saklı yatar; Afrika’nın gülüşü, bu akçıl, kırmızı, sarı gülüş de öyle. Uygun bir ücret karşılığında, çın çın öttürürüm bu gülüşü.”
Öykü, “gülücü”nün şu sözleriyle biter: “Böylece çeşitli biçimlerde gülüyor, ama kendi gülüşümü asla tanımıyorum.”
Sözü uzatmayayım. Hem bu yazıyı kendisine borçlu olduğum Bob Dylan da sözü uzatmaya hiç taraftar değil; suskunluğun dilini de bilir ayrıca: “Susmak kabullenmek değil, cevaptır. Eğer insan kısa cümleler kuruyorsa, uzun yorgunlukları vardır.”
İyi ki doğdun Bob Dylan!