Bu bir darbedir!

-
Aa
+
a
a
a

20 Nisan 2011Taraf Gazetesi

Lafı dolandırmaya gerek yok: Yüksek Seçim Kurulu’nun kararı; hukukla, mevzuatla açıklanabilecek bir şey değildir! Alınış biçimi ve sonuçları itibariyle siyasî bir karardır. Ortada apaçık bir “siyasî müdahale” vardır. Bu açıdan duruma “darbe” benzetmesi yapmakta da bir isabetsizlik yoktur. Bu kararı, hukuksal argümanların labirentlerine hapseden tartışmalar, bilerek ya da bilmeyerek meselenin özünü gözden kaçırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

YSK kararı, bu açıdan Anayasa Mahkemesi’nin “367 kararı”yla aynı düzlemde yer almaktadır. Zihniyet, muhakeme, siyasî etki yönlerinden bu iki karar aynı dünyaya aittir.

Anayasa Mahkemesi’nin “367 kararı”nın görünürdeki hedefi, Cumhurbaşkanlığı seçimini çıkmaza sokmaktı. Kararı ortaya çıkaran manevraların temelindeki derin hesap ise, parlamentoyu işlevsizleştirmek ve nihayet yaklaşan genel seçimlerin karambola düşeceği bir kriz yaratmaktı. Böylece parlamenter sistem felç edilecek; demokratik siyasetin içi boşaltılacaktı. Bu nedenle, “367 kararı” haklı olarak “yargı darbesi” diye etiketlendi ve tarihe de bu şekilde kaydoldu.

O hesaplar tutsaydı, neler olacağı, daha sonraki gelişmelerle daha iyi anlaşıldı. Darbe planlarının, darbeye zemin hazırlamak için yapılan girişimlerin bir bir ortaya çıkmasından söz ediyorum.

“367 kararının” ardındaki hesaplar, TBMM zemininde güçlü bir demokratik hamleyle boşa çıkarıldı. Seçim sonuçları, darbe hesaplarına ağır bir darbe indirdi. Ergenekon sürecini mümkün kılan da, “darbeye karşı demokratik direnç” oldu.

YSK kararının sonuçları da, “367 kararı”ndan farklı olmayacaktır. Bu kararın doğrudan mağduru BDP olarak kodlansa bile; esas ve bütüncül hedef, demokratik gelişim çabalarının ve demokratik siyasetin ta kendisidir. Nasıl ki, “367 kararı”nın tek muhatabı AKP değil idiyse; YSK kararının da tek muhatabı BDP değildir.

YSK kararı, öncelikle Kürt hareketinin demokratik siyaset alanını ve imkânlarını en geniş ve etkili şekilde kullanma iradesini açıkça dışa vurduğu bir zamanda geldi. Yüzde 10 barajı gibi ağır ve çirkin bir engele rağmen, Kürt hareketi seçimlere var gücüyle asılmak istediğini, hazırladığı listeyle ortaya koydu.

Haziran 2011 seçimleri ve ondan sonra başlayacak dönemin, Türkiye’nin geleceğini belirleyecek çok önemli gelişmelere sahne olacağı yönünde kamuoyunun muhtelif kesimlerinde yüksek bir beklenti ve bunu besleyen güçlü işaretler var.

YSK kararının, tam da Kürt hareketinin bu sürece “etkili bir demokratik siyasal özne” olarak katılmaya ve katkıda bulunmaya hazırlandığı bir sırada gelmesi, bu nedenle demokratik çözüm ve gelişim çabalarına “darbe” vurmak anlamına geliyor.

BDP yöneticileri haklı olarak, her türlü ihtimali değerlendireceklerini söylüyorlar. Bunların arasında seçime katılmama, yani boykot da var. Boykot da, son çare olarak başvurulmak kaydıyla, meşru bir tepki olacaktır.

Boykot kararının meşruiyetini belirleyecek en önemli faktör, şayet YSK kendi kararını düzeltmezse, TBMM’nin YSK kararıyla ortaya çıkan “darbe”yi etkisizleştirmek için devreye girip girmeyeceğidir. Bu konuda en büyük görev, şüphesiz AKP’ye düşmektedir. AKP; tıpkı “Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı”nın ardından yaptığı gibi, demokratik süreci tıkamaya yönelik girişimlere karşı harekete geçmek zorundadır. Bunu yapmadığı takdirde, bu darbenin sonuçlarına ortak olma şaibesinin altına girecektir. AKP yöneticileri, “YSK’nın kararıdır, hukuk böyle emretmiştir” deyip bu sorumluluktan kurtulamazlar. O zaman sorarlar kendilerine: “367 kararı” da bir mahkeme kararı değil miydi? O kararın da hukukun emri olduğunu savunanlar yok muydu? Onlara karşı haklı olarak esip gürlemiştiniz ve buna “yargı darbesi” demiştiniz. Yoksa bu tür hareketler sadece size karşı olunca mı gayrı meşru oluyor?

BDP’nin seçimleri boykot etmesi, zaten seçimlerin ve sonrasında oluşacak TBMM’nin meşruiyetinin üzerine zifiri karanlık kıvamında bir gölge düşürecektir.. BDP, seçimleri boykot etmez de, eksik adaylarla seçimlere girse bile, “meşruiyet krizi” ortadan kalkmayacaktır. Zira veto edilen adaylar, BDP tabanı için sembol niteliğindedirler. Onların seçime girememesi, Kürt siyasal çevrelerinde ve Kürt sokaklarında “tasfiye oyunu”nun devamı olarak algılanacaktır. Böyle bir tasfiye, bu çevrelerin ve sokakların zihnine, aynı zamanda demokratik siyaset zemininin tasfiyesi olarak da kazınacaktır. Bunun ne gibi sonuçları olacağını ise, son çeyrek asırlık tecrübe yeterince göstermiş olmalıdır.

YSK’nın bu karardan dönme ihtimali hâlâ vardır. Böyle bir gelişme, toplumun demokratik direncinin bir başarısı olacaktır. YSK’dan bir düzeltme gelmezse, gözler demokratik sorumluluğun ana adresi olan TBMM’ye dönecektir.

Bu karar ortada durdukça, BDP’ye ve Kürt hareketine yöneltilecek tevekkül telkinleri, sorumluluktan kaçmak dışında bir anlam taşımayacaktır. Seçim barajı, parti kapatmalar, KCK yargılamaları ve daha bir yığın ağır adaletsizliğe maruz kalan bir çevreden tevekkül ve sabır beklemek, kendi varoluşunu inkâr etmesini talep etmek demektir. Buna da kimsenin hakkı yoktur!

Demokratik çevrelerin ve demokrasiye inandığını –lafta bile olsa- iddia eden herkesin, demokratik gelişimi savunmak ve toplumsal barışı tesis etmek için yapması gereken şey açıktır: Bu oyuna DUR demek!