19 Ocak 2011Taraf Gazetesi
AKP’de vurgu ve önceliklerin değişmekte olduğu konusunda bir tereddüt yok. Milliyetçi üslup ve otoriter tutum, AKP’ye giderek daha fazla hâkim oluyor.
Bazılarının inanmak istediği gibi, herşey basit bir seçim taktiğinden mi ibaret? Ortada gerçekten arızî/geçici bir durum mu var, yoksa toplumsal/siyasal sürecin olağan bir durağına mı geldik?
Muhtelif olaylar karşısında, “öyle olmasını istediğimiz için, öyle olduğuna inanmak”, sık rastlanan bir eğilimdir; hani şu ünlü İngilizce tabirle “wishful thinking” meselesi. Burada temenni ile analizin iç içe geçmesi, hatta yer değiştirmesi sözkonusu olur. Yaşananlara bu pencereden bakmak, çoğu zaman kendini kandırmaktan başka bir sonuç doğurmaz, dolayısıyla gerçekliğin ıskalanmasına yol açar.
AKP’nin milliyetçi dili öne çıkarması, ilk defa olmuyor. Toplumsal olaylar karşısında otoriter tavır takınmak da AKP’ye hiç yabancı değil. Bunların hiçbiri de şaşırtıcı değil.
Bir defa, AKP, yönetme zihniyeti ve siyaset yapma tarzı açısından Türkiye modernleşmesinin bütün arızalarını az ya da çok bünyesinde barındırıyor. Otoriterlik ve milliyetçilik, bu zihniyet ve tarzın ortak paydasını oluşturuyor. Özellikle toplumsal sorunlara çözüm üretme konusunda tıkanma yaşayan ya da zorlanan siyasi aktörler, neredeyse refleks olarak bu iki unsura sarılıyorlar. AKP, “Kürt sorunu” gibi çok kritik alanlarda önemli hamleler yaptı. Ancak çözüm yolunun açılması için, anahtarı kilidin içinde bir kez daha çevirme cesaretini gösteremiyor. Böyle olunca da, milliyetçi hamasetten medet umuyor.Öte yandan, AKP de, merkeze (iktidara) oynayan veya merkezde (iktidarda) olan gelmiş geçmiş bütün partiler gibi, “devlet eksenli siyaset”i tercih ediyor. Bunun anlamı, kendini topluma dayanarak değil, devlet içinde yer kaparak güvence altına almaya çalışmaktır. Bu zihniyetin en tipik yansıması, yani somut anlamı, devlet içinde kadrolaşmaktır. Fakat bu zihniyetin daha derin bir anlamı da var: Hızla devletçileşmek, devlet partisi haline gelmek! Bu da, tepeden modernleşmenin yarattığı siyasal kültürün tipik özelliği olan, “siyaseti toplumla değil toplum adına yapma anlayışı”nın neredeyse zorunlu bir sonucudur.
Bu anlayışın en radikal ifadesi, vesayet rejimidir. Toplumu devlet eliyle güdülecek bir sürü, şekillendirilecek bir hamur olarak gören vesayet rejimi, 2000’lerin başından itibaren köklü bir krize, giderek çıkmaz yola girdi. AKP, vesayet rejiminin çözülmesinde tarihî bir rol üstlendi. Lakin bu role, esas itibariyle “tarih” tarafından mecbur edildi.
Vesayet rejiminin baş aktörleri, AKP’yi her türlü yolla imha etmeyi kafalarına koymuşlardı. AKP, uzun süre uzlaşma kapılarının açık kalması için yoğun çaba sarf etti. “Makul ve makbul devlet elitiolma arayışı”, katı bir ret duvarına çarptı. Vesayetçiler çatışmayı ölüm-kalım noktasına taşıdıkça, AKP de sertleşmek zorunda kaldı; radikal adımlar attı. Nihayet 12 Eylül referandumu, vesayetçi cephenin yenilgisini tescilledi.
Vesayet rejiminin çözülmesi, demokratik mekanizmaların önünün açılması ve siyasal alanın çok daha özgür hale gelmesi demektir. Bu ise, toplumun siyasette ağırlığının artması anlamına gelir. Bu gelişmenin mantıksal uzantısı, siyasi aktörlerin toplumsal talepleri ve tepkileri daha fazla dikkate almak zorunda kalmalarıdır.
AKP de bu gerçekle yüzleşmek zorundaydı; çok geçmeden yüzleşti de. Lakin gördüğü tablodan tedirgin olduğu anlaşılıyor. Zira bu tablo, yeni bir anayasayı kaçınılmaz kılıyor. Son yılların siyasal birikimi, yeni anayasayı “eski rejim”in tarzıyla, öyle kapalı devre bir süreçte ve belli bir gücün belirleyiciliğinde yapma imkânlarını ciddî ölçüde azalttı. Buna paralel olarak, toplumsal kesimlerin geniş ve etkili katılımıyla anayasa yapma talebinin meşruiyeti de epeyce yükseldi. Oysa AKP, bu yöntemi öyle kolayca kabullenecek gibi görünmüyor. Bunun için, mevcut yönetme anlayışı ve siyaset tarzıyla samimi bir yüzleşmeye girmesi gerekiyor. Türkiye’de hesaplaşma kültürünün ne kadar zayıf olduğu hesaba katılırsa, AKP’nin bunu kendiliğinden yapmasının da ne kadar zor olduğu ortaya çıkar. Geriye bir tek seçenek kalıyor: AKP’yi buna zorlayacak güçlü bir toplumsal talep ve siyasal basınç!
AKP’nin milliyetçi-otoriter tavırda ısrar etmesi, demokratikleşmenin zeminini ağır biçimde tahrip edebilir. Bu tahribi adlandırmak için, “restorasyon” kavramı hiç de uygunsuz durmuyor. Başka hiçbir siyasal parti, vesayetçi rejimin temelini oluşturan devletçi kültürü restore etme potansiyeline AKP kadar sahip değil.
AKP, vesayet rejimiyle giriştiği amansız kavgada, gücünü ve meşruiyetini demokrasi ve özgürlük değerlerine yaptığı vurgudan aldı. Bu sürecin önemli bir yansıması da, muhafazakâr kesimde bu yönde yaygın bir dönüşümü tetiklemiş olmasıdır. Bu dönüşüm, devletçi siyasal kültürün zayıflaması ve demokratik değerlerin güçlenmesi açısından çok önemlidir. AKP’nin “yeni dil”i karşısında, muhafazakâr kesimde şu iki tepkiden biri gelişebilir. Birincisi, bu dönüşümün tersine dönmesi, en azından yavaşlamasıdır. Bunun anlamı, restorasyonun derinleşmesidir. İkincisi, AKP’nin milliyetçi-devletçi yola girmesine bu kesimden açık bir ikaz gelmesidir. Bunun ise, demokratikleşmenin devamı adına hayırlı olacağı açıktır.
Velhasıl, demokrasi mücadelesinde yeni konumlanmaların kaçınılmaz olduğu, dinamiklerin daha da karmaşıklaşacağı ve yeni aktörlerin öne çıkması için şartların daha fazla olgunlaşacağı bir döneme giriyoruz.