12 Nisan 2010Taraf
NEDEN ORHAN GAZİ ERTEKİN
Türkiye’de hukukun böylesine geniş kesimler tarafından, bu kadar yoğun biçimde tartışıldığı bir dönem hiç olmadı. Hem bu topraklarda hukuk insanların ilgisini pek çekmezdi, hem de yargı bizde bir tür kutsallığa ve dokunulmazlığa sahipti. Peki, ne oldu da hukuk ve yargı bu ülkede birdenbire insanların böylesine ilgisini çekti ve herkes âdeta siyasi partileri ve siyasetçileri tartışır gibi yargı kurumlarını, yargı kararlarını, yargıçların uygulamalarını ve bunların hukuka uygun olup olmadıklarını tartışmaya başladı? Başta Ergenekon davası olmak üzere, yüksek veya yerel mahkemelerde birbirine bu kadar zıt kararlar nasıl çıkabiliyordu? Yargının içinde neler yaşanıyordu? Vatandaşların tek güvencesi olan hukuka, yargının kendisi uyuyor muydu yoksa ideoloji ve kamplaşma hukukun önüne mi geçmişti? Yargıda kim kiminle, kimin adına niye çatışıyordu? İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın bir darbe davası olan Balyoz davasında 25 generalin gözaltına alınmasını isteyen savcıları o davadan çekmesi ve o savcıların yerlerine yeni savcılar ataması, ne anlama geliyordu? Ergenekon’la ilgili davalarda yargı kaça bölünmüştü? Diğer bir sıcak konu olan anayasa değişikliği, yargıyla ilgili aslında neyi değiştirmek istiyordu? Yüksek bürokrasi ve CHP’yi asıl kızdıran neydi? Bütün bu soruları Demokrat Yargı Derneği’nin Eşbaşkanı hukukçu ve siyaset bilimci Orhan Gazi Ertekin’e sorduk. Üniversitede kamu hukuku dersi veren ve aynı zamanda hâkimlik yapan Ertekin’den çok net ve çarpıcı cevaplar aldık.
NEŞE DÜZEL: Hukukla ilgili tartışma özellikle son dönemde iyice tırmandı. Neden hukuk birdenbire insanların bu kadar çok ilgisini çekti?
ORHAN GAZİ ERTEKİN: Son üç, dört yıldır bütün siyasal çekişmeler, kurumların içindeki bölünmelerle ve gerilimlerle ilerliyor. Ordu da, yargı da, üniversiteler de ikiye bölündü. Bugün, bütün devlet kurumlarının, organlarının içinde bir kavga var. Bu kavga, bu savaş, birbirine denk iki güç arasında geçiyor. Cumhuriyet’in geleneksel bürokratik iktidarı ve CHP bir tarafta, AKP diğer tarafta. Bugün ülkede, geleneksel bürokratik iktidarla siyasal iktidar çatışıyor.
Yargı nasıl bölündü?
O da geleneksel bürokratik iktidarla siyasi iktidar arasında bölünmüş durumda. Bir tarafta HSYK, Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi, diğer tarafta da Adalet Bakanlığı var.
Yargıdaki kavgayı somut olarak anlatırsak...
Mesela Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’yla Sincan Ağır Ceza Mahkemesi arasındaki kavgayı alalım. Yüksek mahkemelerin ve HSYK’nın oluşturduğu geleneksel adlî perspektif, Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’nde temsil ediliyor. Adalet Bakanlığı ise Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nda temsil ediliyor. Erzincan-Erzurum kavgasına bakarsak, Yüksek Yargı Erzincan’da, Adalet Bakanlığı Erzurum’da temsil ediliyor. Mesela İstanbul’daki Ergenekon savcıları Adalet Bakanlığı hizasında sıralanmış durumdalar.
Yargıdaki bölünme nasıl başladı?
Bu süreç, 2006’da Şemdinli Savcısı’nın meslekten ihraç edilmesiyle başladı. Şemdinli’de bir kitapçının bombalanması nedeniyle savcı bir iddianame düzenledi. İddianameye göre, olay, dönemin genelkurmay başkanına kadar uzanan bir süreçti. HSYK, yetkilerini aştığı gerekçesiyle savcıyı meslekten ihraç etti. Bugün yargıyla ilgili yapılan yoğun tartışmanın başlangıcı işte bu ihraç kararıdır. Bu kararla birlikte, yargıda ilk defa iki farklı aktör çatışmaya başladı... Bakanlık Müsteşarı Şemdinli Savcısı’nın ihraç kararına ret oyu verirken, HSYK’nın yargıç üyeleri kabul oyu verdiler. Bakan ise o toplantıya girmedi.
Adalet Bakanı toplantıya girip itiraz etseydi, savcı ihraç edilir miydi?
Edilmezdi. Problem de burada zaten. Aslında yargıdaki çatışma AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında başlayacaktı, 2005-2006 yılına kalmayacaktı ama Cemil Çiçek’in kişisel ve siyasal özellikleri nedeniyle Adalet Bakanlığı ile HSYK 2002’den 2006’ya kadar çok uyumlu çalıştı. Çiçek yargıç üyeleri, istediği biçimde yönlendirdi. Zaten yüksek yargı ve HSYK kendi kararıyla değiştirmedi 2006’da pozisyonunu. Hatta bir HSYK üyesinin, Şemdinli Savcısı’nın meslekten ihracına ret oyu kullanacağını çevresine söylediği bile biliniyordu
HSYK pozisyonunu sonra neden ve nasıl değiştirdi?
Yargıyı, bu geri pozisyona ordu çekti. Ordu nedeniyle, HSYK ve yüksek yargı bu siyasi çizgiye geriledi. Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi başkanlarının, HSYK üyelerinin sürekli topluma konuşuyor olmalarının başlangıcı işte 2005-2006 dönemidir. Bu yüzden Şemdinli olayı, Türkiye’de tarihî bir sürecin başlangıcıdır.
Şemdinli’yle tam olarak ne başladı?
Şemdinli tartışmalarıyla birlikte, yargıda “kamuoyu” diye yeni bir durum çıktı. Toplumda, yargıya karşı büyük bir güvensizlik ve kuşku başladı. Yargıyı, yüksek yargıya bırakmamak gerektiği konusunda bir kanaat yayıldı.
Türkiye’de yargıya güven Şemdinli olayından çok önce yıpranmamış mıydı?
2005 yılı öncesinde, yargıyla ilgili eleştiriler çok dar bir çevrede yapılıyordu. Medyada pek eleştiri yoktu. Aksine çok çekingen bir dil kullanılıyordu. Yargının geniş kesimlerce tartışılmaya başlaması, Şemdinli Savcısı’nın ihracı sonrasıdır. Cemil Çiçek, 2007 seçimlerinden sonra bakanlıktan gitti, yerine Mehmet Ali Şahin geldi.
Yargı açısından AKP’nin ikinci dönemi olan 2007’de ne yaşandı?
Ümraniye cephaneliği ortaya çıktı ve Şemdinli’den sonra bir de Ergenekon süreci başladı. Ergenekon’la birlikte, artık Türk yargısı içinde tamamıyla farklı bir adlî perspektif doğdu. Şemdinli ve Ergenekon iddianameleri, artık ordunun da suç işleyebilir olduğunu, ordunun da kriminal bir fail olabileceğini söyleyen ilk iddianamelerdir. Oysa Türk yargısının, 1920’lerden itibaren hukuka ve hukukun gündelik hayata uygulanmasıyla ilgili geleneksel yaklaşımı hep “aydınlanmacı”ydı.
Aydınlanmacı yaklaşımda yargının rolü neydi?
Rasyonel aklı ve Cumhuriyet’in ideolojisini, siyasi merkezin dışındaki gruplara, Kürtlere, dindarlara, köylülere ve taşraya taşıma misyonu Türk adliyesine verilmişti. Dolayısıyla yargı, “adlî perspektifini”, Cumhuriyet’in ana tanımının üzerine yerleştirdi. İşte bu tanıma göre, asker suç işleyebilecek bir fail değildir. Toplum, vatandaş suç işler ama asker hiçbir zaman suç işlemez. Devlet memuru da suç işlemez. Bir de Türk burjuvazisi hemen hemen hiç bir zaman Türk adliyesi tarafından ciddi ölçüde bir kriminal fail olarak görülmedi. Yargıdaki bölünmeye gelirsek...
Evet...
İlk defa 2005’te Şemdinli iddianamesi ve 2007’de Ergenekon’la birlikte yargıda bir bölünme başladı ve geçmişten çok farklı, yeni iddianameler hazırlanmaya başladı.
Türkiye’de yargıda başka hangi ilkler yaşandı bu süreçte?
Yargıda, orduyla toplum arasında “hukuksal eşitliği” yaratabilecek yeni bir adlî perspektif doğdu. Türk yargısı artık farklı bir biçimde çalışmaya başladı. Bu yeni adlî perspektif, Ergenekon’da, Erzurum’da, Van’da, pek çok farklı davada ortaya çıktı. Kısacası, yargıda, merkezle taşra arasındaki bağ kopmaya başladı. Merkezle taşra arasında gerilim ortaya çıktı.
Bu gerilim nasıl yaşandı?
2005’ten itibaren artık yüksek yargının, hâkimler ve savcılar üzerindeki hâkimiyeti bitmeye yüz tuttu. Bunlar, ilk kez devletin de suç işleyebileceğini gördüler ve bu suçları kovuşturmaya başladılar. Ama bunlar, geleneksel adlî perspektifin tüm sorunlu yanlarını ve kovuşturma usullerini de devraldılar.
Hangi eski usulleri aldılar?
Mesela, bu kadar yoğun ve uzun tutuklamalara tevessül etmek, tipik bir Cumhuriyet geleneğidir ve bu tür tutuklamalar her dönem siyasi muhalifleri susturmak ve bastırmak için kullanılmıştır.
Vatandaşı bastırmak için kullanılan silah şimdi sahibini mi vuruyor?
Yaşanan trajedi şimdi budur. Yargılayanların yargılandığı anlar, tarihte en trajik anlardır. Sürekli yargılayan konumda olan insanlar, bugün artık içerideler. Yani, yargılayanlar, yargılanıyor bugün Türkiye’de. Üstelik kendi gelenekleri, yöntemleri ve usulleriyle yargılanıyorlar. Hukuk devletinin hak ve özgürlüklere ilişkin hassasiyetine pek dikkat edilmeden yargılanıyorlar. Oysa yeni adlî perspektif, hukuka uygun doğru bir soruşturma geleneği yaratmak zorunda kendine.
Ergenekon soruşturmasında usulsüzlükler ve hak ihlalleri çok mu yaygın?
Ergenekon soruşturmasının kurgusu, 12 Eylül’den çok tanıdık, tipik bir kurgu. Terör tanımı üzerinden gelişiyor bu soruşturma. Ayrıca dinleme konusunda da ciddi problemler var bence. Kendi silahlarıyla vuruluyorlar. Terörizm tanımının uygulanmasının en kötü yanı, nedir biliyor musunuz?
Nedir?
Bu uygulama, suç faaliyeti dışındaki bütün diğer eylemleri de terörizm tanımının içine sokar. Dolayısıyla her türlü siyasi faaliyeti ve varlığı yasaklar. Terör örgütünün barışçı bir eylemini bile terör eylemi olarak tanımlar. Mesela Cumhuriyet mitingleri de Ergenekon örgütünün terör eylemi gibi tanımlandı. Çünkü bu sistem bugüne dek, “terör örgütünün yaptığı her şey terör eylemidir” dedi. Yargı hep böyle karar verdi. Bu bakış açısı, bugüne dek sistem kimden rahatsızsa ona karşı, Kürtlere, Alevilere, dindarlara, dincilere, solculara, demokratlara vb. karşı çok tehlikeli bir biçimde kullanıldı. Bu bakış açısıyla onların siyasal varlıkları kriminalleştirildi. Şimdi aynı bakış açısı, Ergenekon davası üzerinden geleneksel Cumhuriyet seçkinlerine ve orduya yönelik olarak kullanılmaya başladı.
Yargı, geçmişte terör örgütü tanımına soktuklarını nasıl yargıladıysa, bugün de Ergenekon terör örgütü zanlılarını öyle mi yargılıyor?
Aynen öyle. Bunda eleştirilecek olan hükümet ya da başka gruplar değildir. Burada eleştirilmesi gereken, bizzat yargı geleneğinin kendisidir. Ergenekon sürecinin de tek eksiği budur. Yoksa Ergenekon, bugüne dek hukukun içine girmekte direnmiş olan askerin, hukuk alanına, hukuksal eşitliğe çekilmesi çabasıdır.
Başsavcı da Balyoz davasında 25 generalin gözaltına alınmasını isteyen savcıları o davadan çekti ve bu kararını, “Savcıları bilerek görevden aldım. Bu tutuklamanın sonuçlarını iyi değerlendirmek lazım” diye gerekçelendirdi. Bu, normal bir davranış mıdır?
Kesinlikle değil. Cumhuriyet Başsavcısı böyle bir siyasi analizi asla yapamaz. Asıl suç budur. Bu cümleler kanımı donduruyor. Yargının devletçi bakış açısının birden bire nüksetmesidir bu. “25 generalin gözaltına alınmasına dikkat etmek gerekir” diyor. Askerin diğer toplum kesimleriyle eşit olmadığını itiraf etmek demektir bu. Yargının, devlete dönük geleneksel refleksine çok uygun düşüyor bütün bunlar.
Yargı, bir olayda askeri gördüğünde ne yapar?
Yargı, askeri gördüğü anda, mutlaka koruması gereken bir durum olduğuna dair yargısal bir refleks geliştiriyor. Oysa yargı, sokaktaki vatandaşla, asker memurun hukuksal eşitliğinin garantilendiği yerdir. Sokaktaki 25 vatandaşla, ordudaki 25 vatandaşın hukuksal eşitliğinin olmadığını söylemek tarihî bir itiraftır.
Savcıların davadan çekilip yerlerine yeni savcıların atanması soruşturmayı kesintiye uğratır mı?
Uğratmayabilir de. Ama soruşturmayı yavaşlatır. Çünkü yeni savcı, dosyayı okuma ve idrak etme süreci yaşayacak. Burada asıl sorun, müdahalenin gerekçesidir. Gerekçe tamamen hukuk dışı. Bu durum, dosyayı devralan savcı bakımından çok tehlikeli bir ipotek doğuruyor. Çünkü Başsavcı’nın gerekçesi, soruşturmayı yönlendirmek için bir muhtıra olarak algılanabilir. Bir savcının elinden dosyayı bu gerekçelerle alıp başka bir savcıya vermek, yeni savcının daha işin başında, yönergelerle karşılaşması demektir.
Bir başsavcı, sizce niye böyle bir açıklama yaptı?
Normalde bir hukuk adamının böyle bir açıklama yapması bir fecaattir. Bu kadar tecrübeli bir hukukçunun bu açıklamayı yapmasıyla, insanın aklına başka şeyler geliyor. Zira Ergenekon davasının başından itibaren süreçten hep kendini dışlamaya ve süreci tamamen Ergenekon savcılarına bıraktığını gösteren bir izlenim oluşturmaya çalışıyordu. Ama süreç içerisinde yeni durumlar ortaya çıktı. Adalet Bakanlığı’nın isteğiyle savcıların kendisini dinlediği anlaşıldı. Ardından Tuncay Özkan’la konuşma bantları ortaya çıktı. Başsavcı yeni bir konum alma çabası içinde. Aslında Ergenekon davasının durduğu, durdurulmak istendiği bir yer var.
Ergenekon nerede durdurulmak isteniyor?
Ergenekon davası, vatandaşları askerlerle eşitledi ama kuvvet komutanlarıyla eşit bir seviyeye getirmedi. Ergenekon içinde, kuvvet komutanlarına bir dokunulmazlık alanı üretildi. Bunu, tutuklansınlar anlamında söylemiyorum ama başsavcı vekilinin soruşturmasını yürüttüğü ve ifadelerini aldığı kuvvet komutanları hiç mahkemeye sevk edilmeksizin serbest bırakılırken, ana davayı yürüten diğer Ergenekon savcılarının soruşturduğu ve ifadelerini aldığı asker ve diğer gruplar tutuklandılar. Bu, Cumhuriyet Savcılığı’nda iki farklı refleksin olduğunu gösteriyor. Başsavcı’nın ve Başsavcı Vekili’nin bakış açısıyla Ergenekon savcılarının bakış açıları arasında problemler var.
Bu ikilik, Ergenekon davasını nasıl etkileyecek?
Hiçbir etki yaratmaz çünkü önemli olan davanın sürmesidir. Mahkeme sürüyor ve sürecek. Dava, mahkeme yönünden durmuyor, tutuklamalar yönünden duruyor. Tutuklanmayanlar yargılanmayacak değiller. Bana sorarsanız, diğerlerinin tutuklanmaları da çok gereksiz. Delil karatma gerekçesini çok kullanmamak lazım.
Eşitlik ilkesini çiğnemenin cezası ne?
Bu, yargıya müdahaledir. Soruşturmayı yürütenlere bir muhtıradır. Bu soruşturma generallere yönelik yapılıyor. Siz kalkıp, “generallere dönük soruşturmayı belli hassasiyetler nedeniyle ben durdurma kararı aldım” diyorsunuz ve soruşturmayı durduruyorsunuz. Bu, mutlaka soruşturulması gereken açık ve net bir biçimde suçtur. Cumhuriyet savcıları bir soruşturma başlatabilirler.
Kısaca HSYK olarak bildiğimiz Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun işlevi nedir?
HSYK bir yargı organı değildir. Yargı organı yargılama yapar. HSYK bir yargı idaresi kuruludur. Hâkimlerin terfi sistemleri, nakil, atama, özlük, disiplin işleri yapmak üzere ilk 1961’de 18 asıl, beş yedek üyeyle kuruldu. Üyelerini parlamento ve hâkimler seçiyordu. 1971’de üye sayısı 11 asıl üyeye düşürüldü. 1981’de ise hâkimler ve savcılar birleştirildi ve buna rağmen kurulun üye sayısı yedi asıl, beş yedek olmak üzere iyice daraltıldı. Yerel savcı ve hâkimlerin temsil edilmesi engellendi. HSYK’nın kanunu, yeni anayasa daha ortada yokken, 13 Mayıs 1981’de çıktı.
Niye bu kadar acele edildi?
HSYK, yargıyı kolay yönetmek için bir tür mikro milli güvenlik konseyi olarak kuruldu. Kusursuz uyumlu bir bütünlük, dar bir heyet olarak tasarlandı. Bununla, 12 Eylül zihniyetinin yargı içinde derinleşmesi, örgütlenmesi, yaygınlaştırılması hedeflendi. Nitekim HSYK bunu kesinlikle sağladı. HSYK’nın bütün kararlarına yargı yolu kapalıdır. HSYK, sadece beş kişilik bir karar alma mekanizmasıdır. Bu kararların hiçbir ciddi ölçütü ve denetimi yoktur. HSYK görüşmeleri ve işlemleri gizlidir.
Batı demokrasilerinde HSYK benzeri kurumlar topluma açık mıdır?
Onların görüşmeleri gizli değildir ve kararlarına karşı yargıya başvurulabilir. HSYK tipik bir 12 Eylül ürünüdür. CHP, Yarsav, barolar, HSYK’nın mevcut haliyle var olması gerektiğine dair bir siyasal akıl geliştirdiler. Bu tutum onları lekeler. HSYK’yı savunanın kendisi de kirlenir.
Yeni anayasa taslağı HSYK’nın yapısını nasıl değiştirmeyi öneriyor?
Taslağın en olumlu yönü, HSYK’nın geleneksel güvenlik konseyi niteliğini azaltması oluyor. Üye sayısı 21’e çıkacak. Parlamento ve Adalet Bakanlığı’nın yanı sıra, ilk kez yerel hâkim ve savcılar, Batı’daki gibi kendi üyelerini seçecekler ve HSYK’da seslerini duyuracaklar. Buna göre dört üyeyi Cumhurbaşkanı, on üyeyi hâkim ve savcılar, üç üyeyi Yargıtay, bir üyeyi Danıştay, bir üyeyi de Adalet Akademisi seçecek. Bu değişikliğin sonucunda, yargıya ilk defa belli ölçüde demokrasi gelecek. Bu anayasa değişikliğiyle, yüksek mahkemelerin iktidar tekeli kırılacak.
Anlamadım, ne olacak?
Yerel yargıçlarda sürekli yukarıyı gözeten ve devleti koruyan ideolojik refleksler, korku ve kaygılar azalmaya başlayacak. Yargı artık vatandaşı korumaktan korkmayacak. Çünkü yargının vatandaşı koruyabilmesi için bir ortam yaratılacak. Bugüne dek 16 anayasa değişikliği yapıldı. En önemli değişiklik bu! İlk kez asker-sivil bürokrasinin iktidarı alaşağı ediliyor. Tarihî bir değişiklik bu! HSYK’yla ilgili düzenleme, bu anayasa değişikliğinin asla vazgeçilmemesi gereken parçasıdır. CHP ise vazgeçmeyi teklif ediyor. Bu kurumları savunmaktan utanç duymak lazım.
Yargıda başka ne tür reformlar yapmamız gerekiyor?
Yargıtay ve Danıştay’a ciddi dönüşümler ve müdahaleler yapılmalı. Bunlar sadece temyiz mahkemeleri olmalı. Bunlar bugün birçok kurumu kuruyor ve oluşturuyorlar. HSYK’ya, Yüksek Seçim Kurulu’na, Uyuşmazlık Mahkemesi’ne, Kamu İhale Kurumu’na, Rekabet Kurumu’na üye atıyorlar. Dünyada hiçbir temyiz mahkemesi bu kadar geniş bir alana sahip değildir. Ayrıca ilk derece mahkemesi hâkimlerine ve savcılarına da not veriyorlar. Hâkimler ve savcılar, kararlarını, kaçınılmaz olarak not arzusuyla, şekillendirmek zorunda kalıyorlar. Yargıtay bir de Yargıtay Evi işletiyor.
Nasıl?
Yargıtay Evi diye bir oteli var Yargıtay’ın. Dünyanın hiçbir yerinde özel işletmesi olan bir yüksek mahkeme yoktur. Ayrıca hukuk ve ceza uygulama kitaplarının büyük çoğunluğu Yargıtay mahreçlidir. Çünkü Yargıtay kararları dışarıya verilmiyor ve çok azı yayımlanıyor. Kararların çoğu ise Yargıtay üyeleri ve tetkik hâkimleri tarafından kendi kitaplarında yazılıyor ve bu iş bir kazanca dönüştürülüyor. Bu durum yargıç etiğini zedeliyor.
Yargı bizde bir tür kutsallığa sahipti. Bu kutsallığını koruyor mu şu anda?
Türk yargısı kendisine kutsallık atfetmekte çok iştahlı ama, yargıyla ilgili ciddi güvensizlik işaretleri var. Üstelik “kutsallık” da sadece bir ideoloji. Yargının, adaletin, hâkimlik mesleğinin kutsal olduğu söylenerek, yargıdaki konumlar “kutsallık” ideolojisiyle dokunulmaz kılınmaya çalışıldı hep. Oysa dünyada ve Türkiye’de yargı ve yargıçlar hiçbir zaman kutsal olmadılar ve olamazlar da. Fakat şu var. Yargı ve yargıçlar bu ülkede hep dokunulmaz oldular. Şu anda Yargıtay’da veya Danıştay’da eğer bir suç işlerseniz, bu suçun yargılanma usulüne dair bir şey yoktur. Birçok milletvekilinin yargılandığını görürsünüz ama yüksek yargıçların yargılandıklarını görmezsiniz bu ülkede. Geçmişte bazı HSYK üyelerinin ciddi yolsuzluklara bulaştığı haberleri çıktı medyada ama hiçbir işlem yapılmadı. Asıl dokunulmazlık Yargıtay ve Danıştay üyeleri için var Türkiye’de.