Yeme bozukluklarına ve beden politikalarına dair tartışmaların yeniden gündeme gelişini izlediğimiz bugünlerde, Muzaffer Çorlu'nun hazırladığı "Bisiklet Zinciri" programının 26 Haziran 2017 tarihli bölümünü anımsadık. Beden politikası ve beden olumlama hareketlerinin sosyal tarihini, hareketin başladığı günlerdeki tartışmaları Muzaffer Çorlu'dan dinliyoruz.
Merhaba, bugün beden olumlama hareketini konu alacağız. Programın ana başlığı da bu olacak; çünkü gerçekten de Antik Yunan’dan, Antik Mısır’dan başlayarak, Rönesans’a, Viktorya dönemi İngiltere’sine ve günümüze kadar uzanan süreçte kadın bedeninin nasıl algılandığı, insanın kendi bedenine dair algısının nelere bağlı olarak değiştiği meselesi oldukça çarpıcı. Özellikle sosyal medyada paylaşımlar yapıldıktan sonra insanların bu alanda geliştirdiği davranış biçimlerini de konuşacağız.
Bu konuda yapılmış birçok araştırma var; zihinsel, bedensel ve davranışsal düzeyde insanlar üzerinde ciddi etkiler söz konusu. Sosyal medya üzerinden yapılan beden karşılaştırmaları, özellikle 2005’ten itibaren giderek yaygınlaşan bir şekilde, oldukça kapsamlı bilimsel çalışmalara konu olmuş. Bugün, bu araştırmaların bazı örneklerine değinmek, sonuçlarını da sizinle paylaşmak istiyorum.
Bu meseleye dair yapılmış önemli filmler de var. İnsanların büyük ilgi gösterdiği yapımlar bunlar. Ayrıca, bireyin kendi bedeniyle barışıp barışamaması meselesine de değineceğiz. İnsanlar neden bu konuda zorlanıyor? Neden bu kadar çok vaka bildiriliyor? Bunları da konuşacağız.
Aslında beden temsili, sosyal medyadan da önce, örneğin dergilerin yoğun olarak kullanıldığı dönemlerde, yani internetin henüz yaygınlaşmadığı 2000’li yıllardan biraz öncesinde de gündemdeydi. Özellikle 1960’lardan itibaren zayıf beden tipinin "ideal" olarak sunulduğunu görüyoruz. Buna karşı, bazı rap grupları da itiraz etmişti; kadının “etli butlu” olmasının da doğal ve güzel olduğunu savunarak, alternatif bir argüman ortaya koymuşlardı.
Rebecca Coleman, "The becoming of bodies: Girls, images, experience" adlı kitabını ve ilişkili makalesini 2008 yılında yayımladı.
"Kızlar, Medyanın Etkisi ve Beden İmajı" başlıklı yazısında, feminist bir ideoloji ve feminist teorik yaklaşımlarla birlikte deneysel araştırmaları bir araya getiriyor. Özellikle kadın bedeninin temsiline ve bedensel imajlara duyulan toplumsal ilginin uzun bir geçmişe sahip olduğunu kapsamlı bir literatür taramasıyla ortaya koyuyor. Bu çalışmalar, medyanın yalnızca kadınların bedenlerine yönelik ilgiyi artırmakla kalmayıp, aynı zamanda bu ilgiyi belirli kalıplara göre şekillendirdiğini gösteriyor. Kadınlar bedenlerini, doğrudan deneyimlerinden çok, karşılaştıkları medya imgeleri üzerinden değerlendiriyor ve kendilerini bu imgelerle karşılaştırarak konumlandırıyorlar.
Coleman'ın çalışmalarında feminist araştırmaların bu alana neden yoğunlaştığı da açıklık kazanıyor. Medyanın etkisini detaylı biçimde irdeleyen Coleman, özellikle “The becoming of bodies: Girls, images, experience” adlı makalesinde bu süreci derinlemesine inceliyor.
Günümüzde "body positive movement" olarak bilinen hareketin Türkçeye "beden olumlama hareketi" şeklinde çevrildiğini görüyorum. Bu programı hazırlarken yaptığım araştırmalarda, bu çevirinin giderek yaygınlaştığını fark ettim. Hareketin temelinde, bazı toplumsal kriterler doğrultusunda bireylerin bedenlerini değiştirme, yeni düzene uyum sağlama ya da geçerli kabul edilen ideal beden formlarına yaklaşma çabalarına karşı bir duruş yatıyor. Bu hareket, bireyin bedenini bir sanat eseri ya da nesne gibi şekillendirme zorunluluğuna karşı çıkıyor.
Çünkü toplumun dayattığı ortalama bir beden imajı herkese uymuyor; buna uyum sağlamaya çalışan bireylerde ise mutsuzluk baş gösterebiliyor. Sosyal medyada, ünlü mankenlerin ya da algoritmaların ön plana çıkardığı beden tiplerinin “ideal” olarak sunulması, bireylerin bu formlara yaklaşmasını adeta bir gereklilik haline getiriyor. Bu durum, yalnızca estetik değil, psikolojik ve fiziksel açıdan da ciddi sorunlara yol açabiliyor. Özellikle anoreksiya gibi rahatsızlıklar, insanların gerçekçi olmayan bedenlere ulaşma çabalarının acı sonuçları arasında yer alıyor.
Beden olumlama hareketi, işte tam da bu noktada devreye giriyor. Çünkü dünyada tek bir geçerli beden tipi yok. Moda endüstrisi, ki ileriki programlarımızdan biri bu konuyu işleyecek, bireylerin zihninde belirli bedenlerin daha değerli, daha çekici hatta daha sağlıklı olduğu algısını yerleştiriyor. Oysa bu büyük ölçüde ekonomik bir mesele: Moda dergileri, kıyafet endüstrisi ve medyanın oluşturduğu yıllık 100 milyar doların üzerindeki döngü, “ideal beden” üzerinden inşa ediliyor.
Beden olumlama hareketi ise sağlıklı olanın, kişinin kendine özgü bedeninde bulunabileceğini savunuyor. Bu hareket, kişilerin "ideal" diye sunulan beden imgelerinden kaçınmasını örgütlü bir biçimde destekliyor.
Peki bu hareketin kökeni nedir? Gerçekten neden böyle bir harekete ihtiyaç duyulmuş? Antik Mısır’dan bugüne uzanan yaklaşık 3000 yıllık bir beden imajı tarihi var. İnsanlar bu süreçte neden sağlığından vazgeçerek belli bir görünüm peşinde koştu? Bu sadece toplumsal onaylanma ihtiyacından mı kaynaklanıyor, yoksa içinde narsistik bir yön de barındırıyor mu?
Araştırmalar, bireylerin spor yapma motivasyonlarının çoğunlukla sağlık değil, "daha iyi görünme" arzusu olduğunu ortaya koyuyor. Bazı araştırmalara göre, insanların %60'ı, erkeklerde bu oran biraz daha düşük, spor yaparken esas motivasyonlarını estetik kaygılar oluşturuyor.
Kadın bedeninin özellikle nesneleştirilmesi ise artık tartışma götürmez bir gerçek. Bu durum sadece sosyal medyanın değil, toplumsal yapıların uzun süredir devam eden patriyarkal bakış açılarının da sonucu. Kadın bedeninin erkek bakışıyla ilişkilendirilmesi, beden olumlama hareketinin çıkış noktalarından biri haline gelmiş durumda.
1996 yılında Connie Sobczak ve Elizabeth Scott, bu harekete yön veren iki önemli figür olarak The Body Positive adlı kampanyayı başlattılar. Gerçekçi bir beden imajını ve bireyin kendini sevmesini merkeze alan bu hareket, fiziksel çeşitliliği yücelten bir bakış açısı sundu. Hareket, ikinci dalga feminizmin etkisiyle şekillenen "şişman bedenin kabulü" hareketiyle de ilişkilendirilir ve kökeni 1960’lara kadar gider.
Kişisel olarak şunu belirtmek isterim: Medyanın bireylere bir şey dayattığı fikrine pek katılmıyorum. İnsanlar medyayı yalnızca bir araç olarak kullanıyor; asıl mesele, bireyin içinde taşıdığı arayışların medyada kendine bir mecra bulmasıdır. Dolayısıyla sosyal medyayla ayyuka çıkan ve herkesin takip etmeye yöneldiği beden tipi, bu içsel motivasyonla da ilintili.
Şimdi isterseniz, bu düşünsel arka planla birlikte beden imajının tarihine kısa bir yolculuk yapalım. Ardından, bilimsel çalışmaların bu konudaki bulgularına birlikte göz atalım. Konuyu yalnızca feminist bir perspektifle değil, evrimsel biyoloji ve psikolojik yaklaşımlar çerçevesinde de değerlendirmek, çok daha kapsayıcı bir anlayış sunacaktır. Çünkü kimin bedeninin kime ne olduğu sorusu, nihayetinde derin bir toplumsal ve bireysel çözümleme gerektirir.
Beden algısı üzerine konuşurken, biraz da tarihsel kökenlere bakmak oldukça anlamlı olabilir. Özellikle Antik Mısır’da kadınların, bugünkü Mısır’la ya da birçok çağdaş toplumla kıyaslandığında çok daha özgür olduğunu söyleyebiliriz. O dönemde kadınların mal edinme, evlenmeden ilişki yaşama ve diledikleri zaman evliliği sonlandırma hakları vardı. Bu durum, onları sosyal baskıdan özellikle utanma ve dışlanma gibi, muaf kılıyordu. Antik Mısır, cinsiyet pozitif bir toplum örneğiydi.
Antik Yunan’a geldiğimizde ise durum oldukça farklı. Aristoteles’in bir aktarıma göre, kadını “bozulmuş bir erkek bedeni” olarak tanımladığı söyleniyor. Her ne kadar bu tür açıklamaların doğruluğu tartışmalı olsa da, Antik Yunan kültürünün açıkça erkek merkezli olduğu ortada. Bu dönemin sanatı, ideal erkek bedenini öne çıkarırken, kadın bedeni çoğu zaman ikincil, daha az önemli ya da örtülü biçimlerde temsile konu oluyordu. Kadın bedeninin çıplak temsili ise nadiren görülüyor; buna karşılık erkek bedeni sanatın merkezindeydi.
Aynı dönemde Afrodite figüründe olduğu gibi, zaman zaman dolgun kadın formları da yüceltilmişti. Bu ideal, daha sonra Çin Han hanedanında farklılaşır. Uzak Doğu’da uzun siyah saç, soluk ten, küçük ayaklar ve ince silüet ön plandadır. Özellikle Çin’de ayak küçültme pratiği hangi kültürel fetişizmin sonucuysa yüzyıllar boyunca kadınlar üzerinde estetik bir zorunluluk haline gelmiştir.
Rönesans İtalya’sında ise işler yine değişir. Bu dönem, Katolik ahlâkın güçlü olduğu, kadının “erdem” ve “kutsallık”la ilişkilendirildiği bir bağlamda şekillenir. Kadının konumu ya tanrı, ya baba ya da eş üzerinden tanımlanır. Resimlerde, geniş kalçalı, büyük göğüslü ve soluk tenli kadın figürlerinin yaygınlaşması dikkat çekicidir. Bu görünüm, yalnızca estetik değil, aynı zamanda statü göstergesi olarak da ele alınır.
Victoria dönemi İngiltere’sinde, 1850–1900 yılları arasında, kraliçenin genç yaşta anne olmasıyla birlikte, kadınlığın kutsallığı ve annelik rolü ön plana çıkar. Bu dönemin ideal kadını uzun saçlı, ince belli, korseyle şekillendirilmiş ve mümkün olduğunca zarif görünmelidir. Saç uzunluğu bile dişilik sembolü sayılır. Ancak 1920’lerden itibaren özgürlük hareketleri ve Hollywood’un yükselişiyle kadınlar biraz daha sahneye çıkar. Danslar, moda ve sinema ile birlikte farklı kadın figürleri ön plana çıkmaya başlar.
1980’lere gelindiğinde ise süper model dönemi başlar. Kadın bedeni, medya tarafından idealize edilen bir imgeye dönüşür. Ancak bu imge, gerçek bedensel çeşitliliği dışlar. Beden olumlama hareketi, tam da bu baskıcı ve tek tipleştirici söyleme karşı bir “karşı ilaç” gibi ortaya çıkar.
Bugün internetle birlikte bu durum daha da yaygınlaştı. Eskiden yalnızca dergilerde ya da televizyonda görerek fikir edindiğimiz beden imgeleri, artık her bireyin sosyal medya üzerinden kolaylıkla dolaşıma sokabileceği imgeler haline geldi. Herkes, bir filtre, bir açı ya da bir uygulamayla “ideal beden”i taklit edebilir hale geldi. Bu, büyük bir kırılma noktası.
Bu noktada birkaç etkileyici belgesel ve filmden söz etmek isterim:
“Disfigured”: Biri anoreksiya ile mücadele eden, diğeri obezite ile yaşayan iki kadının hayatını konu alıyor.
“Miss Representation” (2011): Medyada kadın temsillerini, photoshop, manipülasyon ve görünüş baskısını inceliyor.
“The Illusionists”: Henüz yayına girmemiş olsa da fiziksel görünüm ve başarı arasındaki bağın nasıl yanlış kurulduğunu vurguluyor.
BBC’nin 2007 yapımı “Super Skinny Me”: Ünlülerin diyet ve egzersiz alışkanlıklarını eleştirel biçimde mercek altına alıyor.
“Embrace”: Sporla ideal vücuda ulaşmaya çalışan bir kadının, bedeniyle barışıp, kilolu halini daha mutlu hissettiğini anlatıyor.
Bütün bu görsel üretimler, konunun sadece estetik değil, psikolojik, toplumsal ve politik boyutlarına da ışık tutuyor.
Gelelim bilimsel çalışmalara:
2008’de Psychological Bulletin dergisinde yayımlanan bir araştırma, sosyal medyada karşılaşılan beden imgelerinin, bireylerde giderek artan bir mutsuzluk hissine neden olduğunu ortaya koyuyor (Shelley Grabe ve arkadaşları).
2009’da Michael Levine ve Sarah Murnen tarafından Journal of Social and Clinical Psychology’de yayımlanan çalışma ise medyanın bireyler üzerinde negatif beden algısı oluşturduğunu ve bu algının yeme bozukluklarına yol açtığını gösteriyor.
2005’te yapılan bir başka deneyde (Ronne Engel Maddox), 202 üniversite öğrencisiyle yürütülen araştırmada, medyada gösterilen ideal beden imgelerinin kadınların kendi bedenlerine dair olumsuz değerlendirmelerini artırdığı ortaya konmuş.
Tüm bu veriler, beden olumlama hareketinin sadece bireysel değil, kolektif bir iyileşme çabası olduğunu ortaya koyuyor. Ve belki de en önemlisi: Beden algısı meselesi, 3000 yıllık bir tarihsel sürecin, kültürel kodların ve sosyal güç ilişkilerinin bir ürünü. Bu yüzden yalnızca feminist teoriyle değil, sosyal antropoloji ve evrimsel biyoloji çerçevesinde de değerlendirilmesi gerekiyor.*
*2017 yılında bu program kaydedilirken beden olumlama hareketine dair çalışmalar oldukça sınırlıydı. Sonraki yıllarda beden olumlama hareketi çokça çalışıldı ve sıkça eleştirildi. Başlangıçta beden olumlama hareketi, özellikle kadınların medya tarafından dayatılan beden normlarına karşı kendi bedenlerini sevmeleri gerektiğini savunan bir karşı kültür pratiği olarak ortaya çıkmıştı. Ancak zaman içinde bu hareketin, yalnızca "kendini sev" söylemi etrafında dönmesi, yetersiz ve normatif bulundu. Bu eleştirilerin sonucunda, özellikle ABD merkezli hareketlerde “beden nötrlüğü” kavramı öne çıktı. Beden nötrlüğü, bedenin görünüşünü olumlamak ya da yermek yerine, bedeni bir araç olarak görmek gerektiğini savunur; işlevselliğe ve bedensel deneyime odaklanır.