10 Mart 2010Referens Gazetesi
Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış sanayi üretim istatistiklerine bakarsak iki nokta göze çarpıyor. Bir kere, son 3 ayın (kasım-ocak) basit aritmetik ortalamasına bakıldığında sanayi üretimimiz yüzde 11,1 dolayında artmış. İkinci olarak, sanayi üretimimizin etrafında salındığı endeks değeri, -ister arındırılmış ister arındırılmamış seriyi kullanalım-, 2006 yılının son çeyreği ortalaması dolaylarında kalmış. İmalat sanayiinde de durum aynı.
Bu sonuçlara bakıp sevinmek de olanaklı efkârlanmak da. Bir sene öncesine oranla sanayi üretiminde son 3 ayda ciddi sayılabilecek artışlar olması sevindirici. Öte yandan, mevsim ve takvim etkilerinden arıtılmış üretim endeksinin aynı düzeyde kalmış olması bu hareketin bir önceki yıldaki üretim düşüşlerinden kaynaklandığını gösteriyor. Ancak bir nokta açık. Son 3 ayda üretim endeksi düşme yönünde bir sinyal vermiyor. Yaşamakta olduğumuz kriz ortamı göz önüne alınırsa bunu küçümsememek gerek. Çünkü bunu başarmak kolay değil. Şöyle düşünelim: Sanayi ürünlerine olan talebin iki kaynağı var: Bunlardan ilki yurtdışından gelen talep. Dünyanın bugünkü ortamına dış talepte önemli bir artış olmasını beklemek gerçekçi görünmüyor. Bir kere ihracat yaptığımız ülkelerin büyük bir çoğunluğu ancak zayıf toparlanma sinyalleri veriyor. Özellikle Avrupa. Öte yandan bu cansız pazara ihracat yaparak kendini toparlamak isteyenler de artıyor. Bu pazardan pay kapmak eskiye oranla çok daha güç. Arada geçen süre içinde Türkiye'nin eski ve yeni rakiplerine oranla üstünlük kazanmasına yol açacak teknolojik gelişmeler ya da verimlilik artışları sağlayabildiği de söylenemez. Dolayısıyla ihracatın sanayi üretimini hızlı bir biçimde canlandırmasını bekleyemeyiz.
İç talebin iki kaynağı var: Kamu ve özel kesim (hanehalkı ve şirketler). Kamu kesiminin, hükümetin arzu etmesine rağmen, harcamalarını fazla artırması pek olası değil. Kamu açığını artırıp, kamu borcunun sürdürülebilir olup olmadığı tartışmalarının bunaltıcı ortamına dönmenin faturasının ne olabileceğini hemen herkes tahmin edebiliyor. Özel harcamalara gelince, onların da kısa dönemde hızla artmasını beklemek için bir neden yok. İşsizlikteki sıçrama, ücret düzeyi ve ücret artışına ilişkin bekleyişler bir arada düşünüldüğünde özel tüketim harcamalarında önemli bir sıçrama olması pek beklenemez. Özel yatırımlarda canlanma olur mu? Bu soruya verilebilecek bir olumlu yanıt özel kesimin büyük bir olasılıkla geçen sene ara vermek zorunda kaldığı yenileme ve genişletme yatırımlarını bu yıl yapma gereği duyması olabilir. İkinci olarak, TCMB verilerine göre, son 2 ayda, satışlarda artış bekleyenlerin oranı önemli ölçüde yükselmiş. Bu da yatırımların artması yönünde etkili olabilir. Ancak bunların yatırımlarda bir artışa yol açmasını zorlaştırabilecek bazı nedenler de var. Bir kere kapasite kullanım oranları halen oldukça düşük. İkinci olarak, geçen dönemde, kriz nedeniyle şirketler özkaynaklarına daha çok yüklenmek zorunda kaldılar. Bu baskı biraz hafiflemiş olsa da pek geçmiş gibi görünmüyor. Dolayısıyla şirketlerin önümüzdeki döneme ilişkin karar alırken mali bünyelerine ilişkin bu sınırı hesaba katmaları gerekecek.
Bütün bunlara bir de siyasal ortamdan kaynaklanan belirsizliklerin etkisini de eklemek gerek. Türkiye'nin şu anda içinde bulunduğu siyasal ortamın uzun dönemli karar almayı kolaylaştırmak bir yana, neredeyse olanaksız hale getirdiğini söylemek herhalde abartılı olmaz. Bu ortam nasıl değişir? Görebildiğim kadarıyla, bunun ancak ve ancak demokrasinin işlemesinin olmazsa olmaz koşulu olan uzlaşma anlayışının benimsenmesiyle olabileceği genelde kabul ediliyor. Bu noktaya nasıl varacağımız ya da varmamızın kaç "on yıl" alacağı ise belli değil. Bu durumda da özel kesimin yapmaya cesaret edebileceği yatırımlar özel sabit sermaye stokunu artırmaya yetmeyebilir; "iktisadi amortismanı" karşılarlarsa o bile başarı sayılmalı.