16 Ekim 2009Referans Gazetesi
Market Watch, 12 Ekim 2009 tarihli haberine şöyle bir başlık atmış: "Obama, Nobel iktisat ödülünü alamadı!" Asıl adı Sveriges Riksbak'ın (İsveç Merkez Bankası) Alfred Nobel Adına Verdiği İktisat Bilimleri Ödülü olan ama kısaca "Nobel İktisat Ödülü" olarak bilinen bu ödül, Başkan Obama'ya değil, ama onun iki vatandaşına verildi. Kraliyet İsveç Bilimler Akademisi, bu seçimin gerekçelerini, her sene olduğu gibi, uzunca bir açıklamayla kamuoyuna duyurdu. Ödülü paylaşan iki iktisatçıdan Elinor Ostrom (1933), Bloomington'daki Indiana Üniversitesi'nde öğretim üyesi. Kendisi ayrıca bu ödülü alan ilk kadın iktisatçı unvanına da sahip oldu. Ödülü aldıktan sonra onunla yapılan bir söyleşide, 1960'larda "kadın olduğu için iktisat doktorası alamayacağından korktuğundan" söz ediyor. Ödülü paylaşan diğer iktisatçı ise Oliver E. Williamson (1932). Berkeley'deki California Üniversitesi öğretim üyesi. Bu iki iktisatçının katkılarının ortak yönü yönetişim (governance) alanında olması. Ancak, ele aldıkları kurumsal yapılar farklı. Ostrom, insanların ortak kullanımına açık olan yapıları (mera vs.) ele alırken, Williamson şirketler üzerinde durmuş.
İktisatta, ortak kullanılan kaynaklar (common-pool resources), birden fazla insanın ulaşabildiği, ancak bir kişinin kullanımının diğerlerinin kullanımını azalttığı kaynaklardır. Otlaklar, balık sürüleri, ormanlar buna tipik örnekleri. Tabii küresel boyutta, çevreyi (hava, denizler vs.) de bu bağlamda düşünmek olanaklı. Ortak kullanıma açık kaynakların olmasının bir nedeni, bunları özel mülkiyete tabi kılmanın maliyetinin çok yüksek olmasıdır. Bu teknolojik nedenlerden olabileceği gibi, kullanıcıların özel mülkiyete dönüştürmenin koşullarında anlaşamamalarından da kaynaklanabilir. İşte bu durumda, söz konusu kaynakların aşırı kullanımı sorunuyla karşılaşılmaktadır. Bireysel kullanıcı açısından baktığınızda, bu kaynakları kendi çıkarına en uygun gelecek biçimde, bu eyleminin başkalarına verebileceği zarara boş vererek kullanması için epeyce neden var. Bu davranışın ne kadar vahim sonuçlar doğurabileceğine, 1968'de Garrett Harden adlı bir biyolog dikkat çekmiş ve bu olaya "ortak malların trajedisi" (the tragedy of commons) adını vermişti.
Ostrom, bu konunun uygulamada nasıl ele alındığı üzerinde çalışmalar yapmış. Özel mülkiyete tabi kılmak ya da kamulaştırmak dışında da yaygın uygulamalar olması onun dikkatini çekmiş. Bu uygulamaların bazılarından çok başarılı sonuçlar alınırken, bazıları ise ortak malın mahvına yol açtığını görmüş. Ostrom, bu farklılıklara yol açan temel etmenin ortak mallar için oluşturulan yönetişim sistemleri olduğunu saptamış, bu noktadan hareketle en uygun kuralların ve zorlama (enforcement) mekanizmalarının neler olabileceğini incelemiş.
Williamson'un sorusu ilk bakışta çok basit: Niçin şirketler var? Bu soruya verdiği yanıt ise bazı işlemleri şirket hiyerarşisi içinde yapmanın maliyetinin piyasaya bırakmaktan daha az olması. Böyle olunca da hangi işlemin nerede ve nasıl yapılmasının uygun olacağı biçiminde bir yönetişim sorunu ortaya çıkıyor. Williamson şu temel gözlemden hareket ediyor: Eğer, tüm karşılaşılabilecek durumları kapsayan mükemmel bağıt yapmak olanaklı olsaydı, her şeyi piyasaya bırakmak çözüm olurdu. Oysa bu olanaksız. Dolayısıyla bağıt yapıldıktan sonra, taraflar arasında pazarlık yapacak bir alan daima kalıyor. Üstelik artık rekabet de yok. Çünkü bağıtın yürürlüğe girmesiyle taraf sayısı sınırlanmış durumda. Bu durumda, taraflardan avantajlı olanı ötekisini sıkıştırabilir. (Tamirci ile anlaştınız, işin ortasında ek ücret istedi, ne olacak?) İşte bu tür davranışların büyük zarar görebileceği durumlarda, bu işlemin piyasaya bırakılmaması, şirket içinde çözülmesi daha uygun olacaktır. Bu kaygı da bir yandan şirketin sınırlarını öte yandan da yönetişim biçimini belirleyecektir.
Bu iki bilim insanını kutluyor, bizlere kazdırdıklarından dolayı da teşekkür ediyorum