Diyarbakır Cezaevi'ni kapattıracak televizyon kanalları aranıyor...

-
Aa
+
a
a
a

Taraf

28 Ekim 2008

"Evimize nereden, nasıl gelmişti, kim getirmişti, hatırlamıyorum. Çocuk kalbimizle, yerinden, yurdundan koparılışına üzülmüştük. Çok geçmeden, kavminin o meşhur ürkekliğinden eser kalmamış, ailemizin bir ferdi olmuştu. Annemle babamın altıncı çocuğu gibiydi.

"Kekliği, babamın kucağından inmezdi. Onun elinden yer, onun elinden içerdi. Babamın dizinde dinlenirdi. Sevgisi için yarışan biz çocukları, babamla kekliğinin muhabbetini kıskanmazdık desem yalan olur. O da babama inanılmaz sadıktı. Babam evde yokken, onun sobanın arkasında kurulu minderinden kalkmazdı. Kimseyi oraya oturtmazdı. Gagası ile oturanı pişman ederdi.

"Cismi küçücük, varlığı bir o kadar baskındı. Belki ondandır, ad koymaya gerek duymadık. 'Kewa Babo,' yani 'Babamın Kekliği' dedik sadece. Derken, bir gece babamı bizden ve kekliğinden koparıp oraya, 'Beş No'lu'ya götürdüler..."

Avukat Rojbin Tugan'ın satırları çoğunuza tanıdık gelmiştir, çünkü daha pazar günü Taraf'ta okudunuz. O, "Kewa Babo ya da Diyarbakır Cezaevi" başlıklı ciğerdelen yazısını, "Diyarbakır Cezaevi kapatılsın" kampanyasının bir parçası olarak mı kaleme aldı, bilmiyorum. Şu satırlar, bu ihtimali güçlendirir gibi: "(...) Tek kelime Türkçe bilmeyen, ancak gözyaşları ile babamla konuşabilen babaannemle ağabeyimin gördükleri o yer... Bu ülkenin geleceğini rehin alan zebaniler evi... Oradan sağ çıkabilmiş, gözlerinden bildiğimiz babamızın bakışları da yetti yaşadıklarını anlamamıza... Ama babamla biz Diyarbakır suskunluğumuzu bozmadık. Bugüne kadar ne biz sorabildik canım babama orada ne yaptıklarını, ne de o bize anlatabildi."

Oku, dayanabilirsen...

78'liler Girişimi'nin geçen yıl başlattığı "1980'li yıllarda Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananların soruşturulması ve sorumluların yargılanması" kampanyasından sonra, Kronik Muhalif grubu da (www.kronikmuhalif.com) geçtiğimiz günlerde cezaevinin kapatılmasını hedefleyen bir kampanya başlattı:

"Bu kanı ve savaşı durdurmak için; Kürt Sorunu'nun çocukluğuna inilmesini talep ediyoruz. Biz aşağıda imzası bulunanlar; hâlâ çevresinde yaralı insan çığlıklarının yükseldiği, Türkiye Cumhuriyeti'nin en büyük katliam kalelerinden biri olan, DİYARBAKIR CEZAEVİ'nin kapatılmasını istiyoruz. Madem 'kapatma'yı bu kadar seviyorsunuz; DTP'yi değil, DİYARBAKIR CEZAEVİ'ni kapatın!"

Yürekten katıldığım bu kampanyada benim de tuzum bulunsun diye, bugün köşemi bu konuya ayırıyorum.

Kamuoyu ("Türk kamuoyu" desem daha doğru olacak galiba), Diyarbakır Cezaevi gerçeğiyle ancak 2002'den sonra tanışabildi. Serbestî dergisinin yayımladığı tanıklıkları özetleyip aktaran Radikal gazetesi (Kasım, 2003) sayesinde oldu bu. (Neşe Düzel, ondan da önce, Haziran 2003'te o tanıklardan biri olan Selim Dindar'la uzun bir söyleşi yapmıştı.)

Kampanyayla, nasıl bir cezaevinin kapatılmasının istendiğini anlayabilesiniz diye, bugün size Selim Dindar'ın Neşe Düzel'e verdiği söyleşiden bölümler aktaracağım. Kampanya sürerken belki Serbestî'deki öbür tanıklıkları da dikkatinize sunarım.

"Biz ölüyüz..."

Selim Dindar anlatıyor:

"Dışarıdaki beton avludaki eğitimden canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu. Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. (...) Kıştı, bir hafta boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde yapıp, ısınmaya çalışıyorduk.

"Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı."

Dindar, Neşe Düzel'in, bu kadar ağır işkencelerden sonra gerçeklikten kopup kopmadıkları yönündeki bir soruyu da şöyle cevaplamıştı o söyleşide:

"Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ'de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. 'Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz' diyordu. Biz, 'Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız' desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dahil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu.'Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre'de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır' diyordu. Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk.

(...) Ben ülkemizde geçmişte yaşanılan bir vahşeti anlatıyorum. Bugün 43 yaşındayım, Diyarbakır Cezaevi'nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum. İçimdeki fren boşalıyor, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. Benim hanımım ve çocuğum var. Kalabalık bir ailem ve dost çevrem var. İçimdeki frene basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum..."

Selim Dindar, bu korkunç gerçekliği ölümle protesto etmeye karar veren dört mahkûmun kendini yakışlarına da tanıklık etmiş:

"Ferhat Kortay hemşerimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Sabaha karşı saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi. 'Bu bir yangın değil, eylem. Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet' dedi. Alevler küçüldüğünde biz o dört insanı kafa kafaya vermiş gördük. Ben Ferhat Hoca'nın başucuna gittim. Eğildim, 'Hocam bir şeyler söyle' dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle zorlukla, 'Bana türküyü söyle' dedi. 'Sevdalım' adında çok sevdiği Kürtçe bir aşk türküsüydü bu. Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken yanaklarından etler dökülüyordu."

Neşe Düzel, o söyleşinin sunuşunda şöyle demişti: "Hasan Cemal son çıkardığı 'Kürtler' kitabıyla ilgili kendisiyle yaptığım konuşmada, medya adına bir özeleştiride bulunarak 'Eğer biz gazeteciler, 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları tam anlatsaydık, bu ülkede belki bazı şeyler değişirdi' demişti. Medya o dönemde Diyarbakır Askerî Cezaevi'nde olanları anlatmadı. Ama medya bu dönemde de yaşanan o korkunç vahşetle yüzleşmeye pek yanaşmıyor. Halbuki Diyarbakır Cezaevi, Kürt sorununda büyük dönemeçlerden biri."

Ben, Neşe Düzel'in söyleşisini okuduktan sonra kendimi bir hayale kaptırmış, şöyle yazmıştım: "(...) Vakit hâlâ geç değildir ve o günleri bize anlatmaya başlayacak bir yayıncılık, bu ülkenin demokratikleşmesi için tayin edici önemdedir... Radikal ve Neşe Düzel sağ olsunlar, onlara ne kadar teşekkür etsek az olur ama bu gazetenin eti ne budu ne? Öyleyse hadi bakalım bu ülkenin büyük televizyonları ve büyük kanalları... Hadi cesaret..."

Aradan tam beş yıl geçti ve bu görev hâlâ sahibini bekliyor. Yürekten inanıyorum: Böyle bir yayıncılık Diyarbakır Cezaevi'ni kapattırmakla kalmaz; zaten devletin esiri olan insanlara reva görülen bu zulmün zannedildiği gibi "amaçsız" değil, onları tahliye olduklarında dağlara sürme hedefine yönelik "amaçlı" bir eylem olduğunu da açığa çıkartır.