7 Temmuz 2008Radikal Gazetesi
Üzerine tutulan projektör ışığında toplumun sersemlemiş tavşan sürüsü gibi durması, akıl fikir sahibi zevatın çeşitli buluşlar, söylem temrinleri ve sağır edici bir gürültüyle ortaya dökülmesine neden oldu. Bu arada gergin toplumun alıngan bireylerinin önde gidenleri arasında gündem dışı itişmeler de oluyor.Sözgelimi, beni en çok eğlendiren, bir süredir medyatik olmayı şiar edinmiş görünen Rahmi Koç'un kendi işyerlerinde asla bıyık ve sakallı eleman çalıştırmayacağını ilan etmesi oldu. Yakın zaman önce de otomotiv sanayii hakkında kimi itiraflarda bulunduğunu hatırladığımız Koç'un bu sözleri abartılı biçimde manşetlere oturmasaydı, belki Başbakan'ı çileden çıkarmayacaktı. Durduk yerde, kimsenin aklına, 'Koç, Başbakan ve kabinenin önemli kısmına işyerinde çay bile taşıtmazmış' cümlesi gelmezdi. Erdoğan da belki kalkıp onu 'ayrımcılık, seçkincilik'le suçlamazdı. Aklıselim simgesi bir işadamı olarak medyada ikonografik bir ağırlığı bulunan Koç, daha dün gazetelerde paçalarını kıvırmış olduğu kırmızı pantolonu ve artık alameti farikası haline gelmiş tüniklerinden biriyle 'West Marine' yatçılık araç gereçleri mağazasını Türkiye'ye getirmenin gururunu yaşarken görülüyordu. El sıkışırken ve kurdele keserken birlikte göründüğü, mağaza zincirinin sahibi Randy Repass, mağazalarında teknolojinin son ürünlerinin bulunmasıyla övünüyordu. Fakat, o da ne? Repass, Koç yaşlarında bıyıklı bir seçkin. Demek, Rahmi bey, bıyıklıların karşısına eşit koşullarda çıkmasına itiraz etmiyor. Onun sözleri, üstlerinde her türlü hakka sahip olduğundan kuşku duymadığı çalışanlarına yönelik. Gazetelerde çok büyük ve kutlu bir girişim olarak neredeyse tam sayfa işlenen bu konunun hemen altında Koç'un bıyık-sakal konusundaki tasarrufunun Yargıtay'ın bir kararınca da yerinde bulunduğu belirtiliyor. Doğal olarak, bir patron istediğini çalıştırır, istemediğini işten atıverir ya. Sendika, bir uzakdoğu savunma sporunun adı ya. Bu gergin hayatımızdan alıntıladığım küçük anektod, bana 12 Eylül döneminde üniversitelerde sakallı öğretim görevlilerinin zorla traşa yollanmasını hatırlatıyor. O dönem de kimi akademisyen, asker traşını reddettiği için mesleğini bırakmak zorunda kalmıştı. Yargıtay'ı referans göstererek bir kez daha Başbakan'ı haksız çıkaran büyük gazetenin bir başka sayfasında da dev bir manşet okunuyor: "Elinde tespih 2,5 saat anlattı" Hisli yazar Can Dündar'ın, site komşusu Balbay gözaltına götürülürken acıyla takallus etmiş suratını görmüştük. Şimdi de onun Milliyet'te çıkan bir yazısını büyük gazetede büyük bir haber olarak okumamız isteniyor. Yazar, Ergenekon savcısı Zekeriya Öz'le 6 ay önce yapmış olduğu bir görüşmeyi 'ilk kez' köşesinde yazmış. Oysa yazıda da belirttiği gibi "6 ay sonra ancak bugün ortaya çıkacak bazı mahrem bilgilere, o gün sahip olma şansına kavuştum. Bir gazeteci için ne büyük fırsat..." Büyük gazetenin, okurlarını şaşırtacak, onları göbeğini kaşıyan adam gibi tiksindirecek bir ayrıntı olarak manşetten verdiği tespih, savcının. Dündar'ın 'gözünü ayıramadığı, 2,5 saat boyunca sürekli çektiği tespih'. Kimseyi küstürmeden yıllardır bu sanatı icra eden Can Dündar, savcının yorgunluğundan dem vurarak, iştahla anlattığı saçmalıklarını bağışlıyor. Bize de kala kala sıkıcı bir tespih şakırtısı kalıyor. Bu arada ATO Başkanı'nın Ergenekon'la ne işi olabilir, sözleriyle tutuklamaları ciddiyetsiz ilan edenler de şaşırtıcı değil mi? Ar damarı sağlam olanların utanç kaynağı Sinan Aygün, daha bir yıl olmadı, Türk Ocakları'nın kuruluşunun 96. yılı nedeniyle gerçekleştirilen 'Milliyetçilik Düşüncesi Üzerine Yeni Arayışlar' başlıklı panelde haykırıyordu: "Bugün ulusalcılığı tehdit kapsamına alanlar, 3 ay veya 1 yıl sonra milliyetçiliği de aynı kapsama alacaklar." Fırsat buldukça bir elini kurt yaparak kalabalık selamlayan, bir satırını okumamış olduğunu belirttiği Orhan Pamuk'u hain ilan eden, Batıkent'te bir tek hıristiyan yok deyip kilisenin varlığını diline dolayan bu nursuz şovmen, 301. maddenin kaldırılmasına da bir kez daha karşı çıkmış, "Sen milliyetime hakaret edeceksin, tabii ben de seni dışarıda bekliyorum yani" buyurmuştu. Beyefendinin bağlantıları ve faaliyetlerine baktığımızda sadece kasasına kayıtsız milyonlar dizme derdinde olmadığı belli değil miydi? GermeyelimYakın gelecekte bir şeriat tehlikesi görmeyenlere karşı, Dündar kadar şanslı olmadığımız için ancak bugünlerde sayfa sayfa okuduğumuz planlara rağmen darbeyi yakın bir tehlike olarak görmeyen, Türkiye'nin artık o noktada olmadığını iddia edenler, Ergenekon davasının bir 'rövanş' olduğunu koyuyor masaya. Sözgelimi Dündar, "soruşturma bahanesiyle Hükümet muhaliflerine gözdağı verildiği, hoşa gitmeyen isimlerin listeye dahil edildiği, gece yarısı gözaltına almalarla, yazdırılan kitaplarla hedef haline getirildiği ve nihayet (dünkü gözaltıların zamanlamasında açıkça görüldüğü gibi) dikkatlerin AKP davasından buraya çekildiği.."ni iddia ediyor. "Ergenekon diye bir şey yoktur" diyen Çölaşan'ı, tutuklanan generallerin şerefine kefil olan bizim gazetenin garnizon komutanı Kışlalı'yı bir yana bırakalım. Kimi liberal demokrat kalemin bu 'rövanş' çığırtkanlığı ne anlama geliyor? Aynı kalemlerin 'ortamı germeyelim' gayretleri, taraflara ve taraftarlara yaptıkları uzlaşma çağrıları, sevgili istikrara yazdıkları aşk nameleri ne anlama geliyorsa, o anlama geliyor: Askeri yıpratmayalım. Asabını bozmayalım. Silahları omuzlarına vurmalarına yol açmayalım. Pekiyi toplumu çeşitli kademeler altında incelemeye almış, hiçbir koşul altında hiçbir şekilde sorgulanamayacak bir güç olarak tepemize dikilip bize bir hayat biçimi dikte eden ordunun kendi içindeki aşırı heveskâr darbeci adaylarını sorguladığına tanık olduk mu?Aksine. Eski darbecilerine de toz kondurmadı. Şimdi polisimizin hoyratlığını bu sorgulamalar sırasında keşfetmiş bulunan büyük gazetenin "Ziverbey Köşkü'ndeki gibi" başlığı berbat bir ironi değil mi? 12 Mart'ın işkence üssü Ziverbey Köşkü'nün mimarı Orgeneral Faik Türün, ileri yaşında eceliyle öldüğünde cenaze töreninde 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan öfkeyle seslenmiyor muydu? Faik Türün'ün iyi bir vatan evlâdı olduğunu belirtmekle kalmıyor, hazır yeri gelmişken kimi münafıklara da ağızlarının payını veriyordu: "Ziverbey Köşkü'nün yolunu bilmiyorum. Benden önceki ordu komutanları da Ziverbey Köşkü'nün yolunu bilmez. Çok eminim ki Orgeneral Türün de Ziverbey Köşkü'nün yolunu ve kendisini bilmez. Bazı insanlar, demokratlığın yolunun üniformaya küfür etmekten geçtiğini sanıyor. Bu iş böyle değil, biz halk çocuklarıyız. Faik Türün gibi bir insanın halkına silah çekmesi olabilir mi?" sözleriyle doğru dürüst sorulamamış bir sorunun cevabını kendiliğinden veriyordu. Oysa yanılıyordu. Hasan Pulur'la yapmış olduğu söyleşide Türün, o köşkü gayet iyi bildiğini ikrar etmişti. Türkiye'de artık darbe olmaz ne anlama geliyor pekiyi? Zaten darbe anayasasıyla, darbecileri şükranla anan asker sivil büyüklerimizle, militarist kafayla esip savuran fikir adamı, işadamı, gazeteci toplum mühendisleriyle, büyüyünce yediği dayakların kendi iyiliğine olduğunu kavramış mütekait solcu çavuşlarıyla, sinmiş çoluk çocuk kadın ve azınlıklarla yaşadığımız anlamına mı geliyor? Zaten darbe düzeninde yaşıyoruz, daha ne darbesi? Anlamına mı? Taraf Gazetesi, geri adım atmadan, büyük bir cesaretle, hep birlikte örtbas etmeye alışkın olduğumuz defterleri bir bir gün yüzüne çıkarıyor. Basınımıza rağmen yalnız değil. Günden güne artıyor okuru. İki general emeklisinin sorgulanabilmesi, tutuklanabilmesi, hayra alamet bir gelişmedir. Kıyameti tetikleyebilir diye mi korkuyorsunuz? Şu hayatımızdan daha harlı bir cehennem var mı? ...........Bu sabah 9.30'da Hrant için, Adalet için Beşiktaş İskele Meydanı'ndayız. Adalete, Hrant'ın anısına sahip çıktığımızı göstermenin tam zamanı.