Radikal30 Temmuz 2007Demokrasiyi seçen milletime seçim sonrası ilk hafta yaşanan üç olayı aktarmak istiyorum. Meclise girenlerin de dikkatine. Dün gazetelerde görmüşsünüzdür. Gençliğin sesi dendiğinde akla gelen 'Yüzde 52' grubunun önde gelen isimlerinden Sinan Tekpetek, İnsan Hakları Derneği'nde düzenlenen bir basın toplantısında polislerden yediği dayağı anlattı. Beyoğlu'nda polis şiddetinin günden güne artarak Hortum efendi zamanını aratmadığının farkında mısınız? Vazife ve Selahiyet Kanunu ile polisin yetkilerinin sessiz sedasız artırılması üstüne kaygılarını belirtenler bozguncu değildi. Keyfi davranmak konusunda binlerce sabıkası bulunan kahraman Türk polisi, eline verilen bu fırsatı işte böyle kullanıyor. Yakında gözaltında kayıplar da başlarsa müsebbibi, seçimleri büyük farkla kazanan demokrat hükümetimiz olacaktır. 'Özgür Hayat' gazetesi ve "Yüzde 52 Öfke" dergisi sorumlu yazıişleri müdürü Sinan'ın hikâyesi kimseyi şaşırtmayacak. Gezi Parkı'nda polis kimlik sorar ve Genel Bilgi Taraması yapar. Sonrası Sinan'ın ağzından: "Ne olduysa bundan sonra oldu. Kimlik tespitinden sonra bir polis aracı yanıma yaklaştı. Üç polis vardı. Ne olduğunu anlayamadan gözüme biber gazı sıktılar. Sonra beni kargatulumba araca soktular. Aracın içinde beni dövmeye başladılar. Ne olduğunu sordukça çok ağır küfür ettiler. Kafamı kaldırdığım anda biber gazı sıktılar." Sinan'ı 20-30 dakika araba yolculuğundan sonra 'eski surların olduğu bir yerde' indirirler. Üç polise yedi-sekiz üniformalı polis de katılır. "Araçtan indirip yerde tekmelemeye başladılar. Neden beni buraya getirdiniz? Faili meçhul mü yapacaksınız? diye sordum. Soruma sinirlenen polisler ağır küfürler edip vurmaya devam ettiler. Yüzümü korumaya çalıştım. Sırtımı çok fazla copladılar. Burada yarım saatten fazla dayak sürdü. Sonra beni tekrar araca bindirdiler. Yaklaşık 15 dakika sonra 30-40 kilometre hızla gittiğini tahmin ettiğim aracın içinden beni attılar." Sinan Tekpetek'in iki kaburgası kırık, vücudu morluklarla dolu. Polisin planlı davrandığını iddia ediyor. Başına gelenlerden elbette Emniyet'in haberi yok. Gençlerin siyasete katılımı konusunda atıp tutanlar, Türkiye'nin genç nüfusu ile övünüp dünyalı olmak için bu özelliğimizin kapıları aralayacağını düşünenler gençleri koruyamıyor. Korumuyor. Kimsenin karşı çıkamayacağı güvenlik gerekçesiyle polisin selahiyet alanını genişletenler polisi denetlemek konusunda son derece isteksiz. İHD İstanbul Şubesi'nin verilerine göre Beyoğlu'nda 2007 yılının ilk altı ayında, polisin 22 işkence ve kötü muamele olayından sorumlu olduğu ileri sürülüyor.
Geçtiğimiz haftanın sizle paylaşmak istediğim ikinci olayı, Şırnak'ta görevi başında güneş çarpması sonucu ölen piyade er Abdullah Yüksel. Diyarbakır'dan İstanbul'a uçakla getirilen cenazesi, tören mangası tarafından alındı ve havalimanında yapılan törende İstanbul Vali Yardımcısı ve Merkez Komutanlığı'ndan bazı subaylar hazır bulundu. Abdullah, 'vatani görev'ini yapmak için askere emanet edilmiş binlerce gençten biriydi. PKK tarafından öldürülmedi. Mayına basmadı. Onu güneş çarptı. Askerliğini yapmış olanlar gayet iyi hatırlayacaktır. Göstermelik bir sağlık raporu aldıktan sonra tugayına teslim edilen gençler, o andan itibaren TSK'nın sorumluluğu altındadır. Ben de Burdur'un acımasız güneşi altında saatlerce içtima beklediğimizi, bu arada bir ambulansın da hazır bekletildiğini hatırlarım. Bizim bataryadan bir delikanlının güneş çarpması sonucu o ambulansla götürüldüğünü, bir daha dönmediğini de. Ateşimin kırka yükseldiği bir gün revire gittiğim için hapse atıldığımı, orada dinlenip iyileşme fırsatı bulabildiğimi de. 12 Eylül sonrası dört aylık askerlik serüvenini öyle çetin koşullarla ağırlaştırmışlardı ki revire ihtiyaç duymak bile yasaktı. Acaba şimdi farklı mı? Askerlik görevi, ilkel toplumlarda dayanıklılığın sınandığı bir erkekliğe geçiş ritüelinin karşılığı mıdır? Bu sınavdan geçenler vatana millete hayırlı, sağlam ve güçlü erkekler olarak hayata koşulurken geçemeyenler askeri bir cenaze törenine fit olmak zorunda mıdır? Abdullah'ın ölümünü soruşturamayacağız. O şehitlik mertebesine ulaştı. Ana babasına bu teselli yetecek mi? Töre kurbanı kadınların hikâyeleri popüler kültür aynasına yansıyalı hanidir. Dizilerde gözyaşlarıyla izlediğimiz o kadınlar için hiçbir şey yapılamıyor. Toplum olarak, devlet olarak eller kollar bağlı. Kadınlar, Suruç ilçesinde üç gün önce belediyeye ait çöplükte başından av tüfeğiyle vurularak öldürülüp, cesedi yakılan 21 yaşındaki Halise Taşkın'ın 'töre cinayeti' kurbanı olduğu kanısında. Halise'nin cenazesi, Suruç'ta babası Muhittin Taşkın'la birlikte 10 kişi tarafından İlçe Mezarlığı'nda toprağa verildi. Baba Taşkın'ın hikâyesi inandırıcılıktan uzak. Kızının 22 Temmuz'da oy vermek için evden çıktığını ve bir daha kendisinden haber alamadıklarını söylüyor. Ancak cenazeye, babası dışında aileden ve yakınlarından kimsenin katılmaması, başsağlığı dileklerini kabul için bölgedeki geleneğe göre taziye çadırı kurulmaması Halise'nin töre kurbanı olduğunu açık ediyor. Çünkü intihar ve töre cinayeti kurbanları için taziye çadırı kurulmuyor. Bu bilgiden yola çıkan jandarma, Halise Taşkın'ın yaklaşık bir ay birlikte yaşadıktan sonra ayrıldığı nikâhsız eşi 24 yaşındaki Salih Binici'yi gözaltına aldı. Güvenlik güçlerinin olayı aydınlatmak için çalışmaları sürerken Yaşamevi Kadın Derneği, DTP Kadın Kolları, İnsan Hakları Derneği ve Mazlum-Der üyesi yaklaşık 30 kadın ise töre cinayetine kurban gittiğinine inandıkları genç kadının mezarını ziyaret etti. Kadınlar, beraberlerinde getirdikleri kırmızı gülleri Taşkın'ın mezarına bırakıp, alkışlarla töre cinayetlerini protesto etti. Onların fotografını gördünüz mü? Töre cinayetlerinin yalnız Kürtlere has bir vahşet olduğunu öne sürerek siyaset yapanlar değil, Kürt kadınları; yalnız onlar çırpınıyor. Töreye karşı, sorgulanamayan erkek zulmüne karşı bir araya gelip mücadele eden o kadınlar, mezarlıktan sonra Taşkın ailesinin Dikili Mahallesi'ndeki evine gitmiş. Kapıyı açan bir gence görüşme isteğinde bulunan kadınlar, bu sırada gelen bir başka kişinin kapıyı kapatması üzerine içeri girememiş. Kadınlar, alkışlar eşliğinde Türkçe ve Kürtçe sloganlar atarak Şanlıurfa'ya dönmüş. Yaşamevi Kadın Dayanışma Derneği Başkanı Yeliz Melik, Şanlıurfa'da son bir ayda iki kadının töre cinayetine kurban gittiğini belirtiyor. "Kadınlarımızın ölüsüne değil, dirisine sahip çıkmak isterdik. Ancak genellikle bu tür olaylarda öldükten sonra sahiplenebiliyoruz" diyor. Melik, cinayetlerin temelinde, toplumsal cinsiyetin dayattığı baskıların, yargının yeterince işleyememesinin, erkeğin kadının yaşamı üzerine söz hakkına sahip olmasının ve erkeğin kendini yargı yerine koyarak kadın hakkında hüküm vermesinin bulunduğunu ileri sürüyor. Yargının isteksiz ve güçsüz kaldığı bu korkunç çıkmaza karşı göğüslerini siper eden bu kadınlar bir başlarına nereye kadar başarılı olabilir? Seçim sonrası Türkiye'sinden ilk hafta notları, bunlar. Töreyle üniforma arasına sıkışmış hayatımıza dair. Dokunulamayanlara dair.