25 Eylül 2007Ece Temelkuran
Barışın son şehri düşer mi?Kimi şehirler kendinden daha büyüktür. O kadar yüklüdür ki bellekleri ve belleklerdeki imgeleri, o şehirlere gittiğinizde, şehrin sizdeki halini sokaklarda arar arar... Sizdeki şehri o şehirde bulamazsınız. İstanbul'da, Paris'te, Roma'da, Petersburg'da... Sonra bir gün kıyısında durup Beyrut'un "Burası mı?" diye sorarsınız. Dünyayı değiştirmeyi hayal edenleri, bu hayal içinde kaybolup gidenleri, Filistinli ve Filistinsiz onca kefiyeli çocuğu yutan şehir burası mı? Siyah-beyaz sol mitolojinin yazıldığı şehir nerede? Dağları, başka bir dünya talebine karşılık rehin alan kadınlar ve adamlar neredeler?Beyrut'ta Beyrut'u arayan kişi, giderek öyle sanır ki şehrin, ülkenin kalbine ulaşamayacak, ruhu her neredeyse bu ülkenin hep senden kaçacak ve hikâyesini hiç anlatmayacak. Beyrut öyle işte; önce diz çöktürür gelene. Sonra konuşur şehir diz çöktürdüğüne:"Buradayım işte: mahvolmuş bir şehir!Yatıyorum yıkıntılar içinde,Halkım ölü.Sen, yanımdan geçen!Kaldır kaderimin örtüsünüVe bir gözyaşı dök Beyrut şerefine,Artık orada olmayan"Artık orada olmayan ve yıkıntılar içinde yatan bu Beyrut şiiri ne zaman yazılmıştır sizce? İsrail bombalarıyla yarım kalan çocuklar yıkıntılardan yarım yamalak çıkarılırken mi?Yoksa 2000'de İsrail, yıllar süren işgalin ardından Lübnan'ın güneyinden çekilirken mi?Daha önce ise eğer 1996'da mı? Yine İsrail bombaları yağarken Lübnan üzerine...Beyrut, bombaların küçüklerine "kuşlar" diyecek kadar ölüme alışmışken mi 1975'te başlayan, on beş yıl süren iç savaşta? Çocuklar okuldan ölü dönerken, Beyrut bağrından ikiye bölünmüşken "yeşil hat"la...Daha önceki savaşlarda mı? Önceki kıyımlarda mı?Değil. "Beyrut, artık orada olmayan" dediğinde bilinmeyen bir şair, yeryüzü 6. yüzyılını dönüyordu henüz. Yine bugünkü gibi, "artık orada değildi Beyrut." Kimbilir, belki de bir Beyrut hiç olmadı...Çünkü... Ezberlenmiş bir gülümsemeyle yazılan turist rehberleri şehre gelen gezginleri "medeniyetlerin beşiği", "dinlerin buluşma noktası", "Doğu ile Batı'nın kesişimi" klişeleri ile karşılar. Oysa, Beyrut'un ve Lübnan'ın tarihi o buluşma noktalarındaki şehirin, ülkenin ve insanların yıkılıp yeniden, sonra yeniden kurulmak kaderiyle lanetli olduğunu anlatır. Düşmüş şehirler neden ayağa kalkarlar? Toprağın kaderi apaçık ortadayken neden terk etmez kavimler o toprakları? Çünkü... Beyrut, bir hayaldir! Beyrut, aslında bir şehir değil, insanlığın barışma hayalidir. İnsanlığın yeniden tek bir dili konuşacağına dair yıkılıp hep yeniden kurulan bir hayaldir Beyrut.Kimliklerin ve dinlerin ölümcül silahlara dönüştürüldüğü 21. yüzyıl dünyasında Beyrut gibi bütün dinleri ve etnisiteleri kendi küçük avucunda tutan bir şehir sürebilir mi? Yeryüzüne bile sığışamayan "medeniyetlerin", birbirine yürüme mesafesinde olduğu bu şehir ayakta kalabilir mi? Ortadoğu'nun bütün büyük hesaplarının küçük sahnesi olmuş kırılgan ülke, Ortadoğu'da ölümler günlük istatistiklere dönüşürken "oryantalist" nargilesini tüttürebilir mi? Direniş deyince bir kuşağın aklına kefiyeyi getiren Beyrut şimdi "direnişin" yeni ve radikal İslamcı anlamlarıyla biçim değiştirebilir mi? Yoksa Lübnan'ın büyüsü radikal İslamcı örgütlerin mizacını değiştirecek kadar kadim olabilir mi? Entelektüellerin, siyasi yorumcuların Casablanca'sı Kuzey Beyrut'ta görünmeyen, ara sokaklardaki hakikat ne? Şimdi Beyrut'ta bütün dünyaya cümle kuran haberci çocukların cevabını aradıkları soru bu. İnsanlığın kaleideskobuna bakar gibi baktıkları şehir, Hizbullah siyahı mı olacak bu zorla başlatılmış, yalandan "medeniyetler çatışması"nda? Yoksa Ortadoğu'da başlatılan "medeniyetler çatışması" Beyrut sahilinden denize mi dökülecek? Dehşette ve meraktayız. Çünkü biliyoruz, Beyrut düşerse barışın son şehri düşecek. "Savaş mı? Hangisi?" diyen ve kaderi kendi hayalini kurmak, yeniden kurmak olan Lübnan'ı anlamak için, bugüne kadar yapılanın tam tersine hikâyeye güneyden başlamak, Kuzey Beyrut'un gamsız gecelerine varmak gerekiyor. Ama Beyrut'un yüzyıllardır kendine tekrarladığı o sözcüğü öğrenmek gerekiyor önce:Maaleş! Maaleş Beyrut! Maaleş: BOŞ VER*** "Bugün savaş yok. Yarına bakarız!" Omzunun ardından görünen dağların ötesi çocuklara bomba imzalattırılan İsrail. Dağların berisi, çocukların imzaladığı bombalarla ölen çocukların kokusu ve göz alabildiğine yıkıntı. Durduğumuz toprakların üzerinde 1 milyondan fazla patlamamış "cluster" bombası. Lübnan boyunca 1000'den fazla ölü, yüzlerce parçalanmış çocuk, dümdüz olmuş kasabalar, köyler, hastaneler ve okullar... Ve tüm bu korkunç resmin tam ortasında turuncu tulumlarıyla halay çekiyor Kızıl Haç. İsmail, İsrail'in burnunun dibinde, ölüm tarlalarının kıyısında, uzun uzun gülüyor, halaydan nefes nefese çıkıp geliyor:"Yarını veya dünü düşünürsek ayakta kalamayız. Halay çekip şarkı söylemezsek, bu kederi üzerimizden atmazsak... Deliririz, anlıyor musun?"Lübnan'da anın tadıAnlıyor muyum? Daha yeni bitmiş bir saldırının yıkıntıları üzerinde halay çekilmesini ve herkesin savaştan sanki yıllar önceymiş gibi söz etmesini anlayabilir miyiz? Belki... Eğer İsmail'in doğmadan önce başlayan iç savaşın içinde büyüdüğünü, 11 yıldır çalıştığı Kızıl Haç'ta şimdiye kadar içinden binlerce ölü geçen üç savaş gördüğünü, 27 yaşına gelene kadar sayısız ölüye baktığını, dokunduğunu ve yarın yine yeni ölülere bakacağını bildiğini, İsrail bombardımanından sonra 80 kişiyi yıkıntılar altından çıkardığını ve bütün bunlara rağmen yaşamak zorunda olduğunu bilirsek... Belki. "Savaş biter bitmez eğlence başlar burada. Yoksa hiçbirimiz dayanamayız. Bizim ne olacağımız belli değil. O yüzden bu ülkede hepimiz anın tadını çıkarmak nedir, çok iyi biliriz. Geçip gitmiş, geçip gitmiştir!"Kızıl Haç'ın bölgede yaptıklarına bir teşekkür olarak, Bint Jbeil kasabasının yakınındaki Irmenj köyünde inşa edilen otelin havuzunda Kızıl Haç gönüllülerinin çocukları havuza giriyor. Fransız Kızıl Haçı ile birlikte savaşın bitmesinin kutlanacağı eğlencede bir kişinin bile yüzünde ölümün izi yok. Oysa belki biz dağların ötesindeki İsrail savaş uçaklarını, askerlerini göremiyoruz ama İsrail bu çocukları görüyor. Erkeklerle beraber halay çeken türbanlı kadınları, çimlerde, aynalı güneş gözlükleriyle nargile tüttüren genç kızları, hepsi turuncu tulumlar içindeki bu neşeli, yaşamakta inatçı insanları. 'Daha çok çocuk ölecek'Hiç gelemeyecektik buralara. "Derin Lübnan'a, güneye, sınıra yakın ölüm tarlalarına. Savaşı, düşmüş bir Lübnan olarak hatırlayacaktık, ayağa kalkmış da halaya durmuş bir ülke olarak değil. Talihsiz bir mihmandar vakası, bir hastalık vesaireden sonra kılavuz ve çevirmen olmadan çıktığımız güney yollarında Sur şehrinde neredeyse yolunu keserek durdurup arabasından indirdiğimiz Kasım getirdi bizi buraya kadar. O da Kızıl Haç gönüllüsü yıllardır. Aynı zamanda Bac Tec adlı bir İngiliz bomba arama ve imha şirketinde tıbbi koordinatör. Bu yüzden halayın ortasında bir tek o sesini ve yüzünü düşürüyor: "Ben çok savaş gördüm. Lübnanlı olunca tabii... Ama bu savaş en kötüsüydü. En acımasız olanı. En kötüsü de parçalanmış çocuklardı. Ve biliyor musun, daha çok çocuk ölecek. Çünkü bombaları bebek ve oyuncak şeklinde yapmış İsrail ordusu. Çocuklar eline alsın diye."Savaşın hediyelikleriKızılhaç eğlencesini bırakıp yola çıkıyoruz. Yollarda kasabalardan alışveriş yapan Birleşmiş Milletler askerleri. Namluları İsrail'e doğru çevrilmiş uçaksavarlar yıkıntılar arasında, üstlerinde mutlaka Hizbullah bayrakları. Çalışıyor mu, bozuk mu belli değil. Kontrol noktalarındaki BM tanklarının üzerindeki askerlerden bazıları uyuyor. Barış uyuşukluğu yıkıntıların kederine karışıyor. Geçtiğimiz Hıristiyan köylerinde mini etekli kızların, havalı genç çocukların görüntüleri arabanın hızında bir sonraki Şii köyündeki Hizbullah bayraklarına karışıyor.Başörtülü kızların çoğu, köyde bile olsa İstanbul'da, Nişantaşı'ndaki başörtülü kızlar kadar süslü püslü. Lübnan'ın "milli hastalığı" olan kişisel bakım, savaşın dümdüz ettiği köylerde bile açık olan güzellik salonlarıyla belli. Her yıkıntının üzerinde, en ücra köyde bile olsa mutlaka aynı pankart var:"Made in USA!" (Amerikan yapımı)Ya da Fransızca:"Ces't votre democracie"Demokrasi istiyoruz! Delik deşik yollarSonra uzaktan okul görünüyor. Bir duvarı yıkılmış, bomba yalayıp geçmiş. Sınıflar, sıralar, tahtalar... Bombalarla delik deşik olmuş yollarda, Hizbullah yanlısı bütün köylerin ve kasabaların girişinde örgütün savaştan sonra dikildiği çok belli olan tahta ve sarı kumaştan Hizbullah takları karşılıyor yolcuları. Ve yollar boyunca, asfaltın kenarlarına dikilmiş direklerin üzerinde fotoğraflar. Genç çocuklar, adamlar, Kalaşnikov'lu militanlar: Hizbullah'ın "şehit"leri. Fotoğraflar hiç bitimiyor. "Allah'ın unuttuğu yerler" diyeceğiniz köylerde bile bu fotoğraflar, taklar ve altı Hizbullah imzalı Arapça, İngilizce ve Fransızca sloganlar yazılı pankartlar. Ve mutlaka, yıkıntılar ne kadar korkunç olsa da Hizbullah'ın siyasi ve askeri lideri Nasrallah'ın CD'lerinin, afişlerinin, Hizbullah bayraklarının satıldığı standlar. Arabaların arka camlarında, hemen hepsinde yine Nasrallah'ın yüzü... Yer yer Humeyni ve Arafat, Ahmedinecad veya Hizbullah'ın dini lideri Fadallah ama mutlaka yine de ve hep Nasrallah! Bombalar ve aptallarNihayet şehrin girişindeki, kapısı Hizbullah pankartlarıyla kaplı Bint Jbeil Hastanesi görünüyor. Bizi karşılayan Doktor Schumann, kadın olduğum için elimi sıkmıyor ama adıyla ilgili espriler yapıyor. Yaşadıklarını anlatırken de espriyi sürdürüyor: "Diyorlar ya 'Bombalar akıllı' diye. Doğru bombalar akıllı, ama kullananlar aptal!"Sonra koridoru gösteriyor. Koridorun sonunda bir insanlık suçu duruyor. Biz Amerikalı değiliz!Ölüm tarlalarının üzerinde halaydan çıkan Kasım'a "Amerikalılar 11 Eylül'ü hâlâ atlatamadılar. Maşallah siz iyisiniz" diyorum. Kasım cevap veriyor:"Biz onlar kadar 'hassas' değiliz. Onlar bir kere gördüler savaşın ne demek olduğunu. Biz doğduğumuzdan beri biliyoruz."Lübnan'ın ünlü "ayakta kalma direncinin" beslendiği yer işte burası:Savaşa alışmış çocukların kederi neşeyle kovma inadı!