4 Şubat 2007Ümit Kardaş
20. yüzyılın başlarından itibaren gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse Cumhuriyet döneminde olsun, Türk milliyetçiliğinin farklı kalıpları içinde değişmeyen tek unsur, devletin stratejik ve bölgesel öncelikleri yanında milletin ikincil öneme sahip olmasıdır. Milliyetçiler, milliyetçiliği devletin amaçlarının gerçekleştirilmesinin bir aracı olarak gördüklerinden, bu amaçların gerçekleştirilmesinde kendilerini görevli sayan asker ve sivil bürokrasinin yanında yer aldılar. Bu nedenle liberal bir milliyetçilik anlayışı Türk milliyetçiliği içinde yer tutmadı. Milliyetçiliğin "devletçi" bir niteliğe ulaşması 1908'den itibaren Jön Türklerle başladı. Artık devletin bir milleti olacak. Jön Türklerin elinde milliyetçilik bir "Türkleştirme" aracı olarak kullanıldı. Bu anlayış, diğer etnik toplulukların milliyetçiliğe hakları olduğunu kabul eden burjuva milliyetçilik anlayışından da farklıdır. Jön Türkler ekonomide de azınlıklara ve Avrupa egemenliğine karşı bir "milli iktisat" geliştirmeye başlarlar. Kemalist dönemde de milliyetçilik ulus-devletin ve Cumhuriyet Halk Fırkası'nın temel ilkelerinden biridir. Türkleştirme yani asimilasyon çabaları Türk Ocakları aracılığıyla gösterildi, özellikle Balkanlardan ve Çarlık Rusya'sından gelen göçmenler üzerinde etkili olunmaya çalışılırken, milli sorunun ilk sırasına Kürt sorunu oturdu. Etnik grupları türdeşleştirmenin en önemli aracı milliyetçilik oldu. Nitekim İsmet İnönü "Milliyetçilik bizim tek uyum aracımızdır" dedi. Devlet 1923'te Türk milliyetçiliğini Türk Ocakları eliyle geliştirmeye çalışırken, milliyetçiliğin tekelini de elinde tutmaya devam etti. Bu nedenle 1924 ve 1933'teki üniversite öğrencilerinin milliyetçi gösterileri iktidar tarafından bastırıldı. Milliyetçilik, toplumun özlemlerinin bir ifadesi değil, devletin elinde istenildiği şekilde ve zamanda kullanılacak bir araçtır. Bu anlayışla özerk bir dernek olan Türk Ocakları 1931 yılında iktidar tarafından kapatılır, tüm malvarlığı bunların yerini alan ve Cumhuriyet Halk Fırkası'nın bir örgütü olan Halkevlerine devredilir. Artık milliyetçilik tamamen devletin işidir. İşte bu dönemde başta Mustafa Kemal olmak üzere devlet tarafından büyük milliyetçi tezler geliştirilir. Hititler ve Sümerlerin Türk asıllı oldukları, Güneş-Dil teorisi gibi. Bu kültürel tezler milliyetçilik alanının devletin egemenliği altında olduğunu gösteriyor. Türk milliyetçiliğinin doğuşunda ve gelişiminde dış etkiler önemlidir. İmparatorluğun diğer halklarının milliyetçiliklerine tepki, Avrupa ve Hıristiyanlığa karşı tepki, Arap-İslam kültürüne karşı tepki gibi. Bu muhalif milliyetçiliğin özelliği kendisini diğer milliyetlere göre ve onlarla çatışma içinde tanımlamasıdır. (François Georgeon 'Osmanlı Türk Modernleşmesi') Türk milliyetçiliği bu tepkilerle şekillenir ve kendisini ifade eder. Bu tepkilerin şekillenmesinde başı çeken hem imparatorluk hem cumhuriyet döneminde asker ve sivil bürokrasidir. Bu nedenle Türk milliyetçiliği öncelikle bürokratik bir sınıfın milliyetçiliğidir.
Devletin milleti Türkiye'de devletin bir milleti vardır. Asker-sivil bürokrasiden oluşan devletin, baskıcı asimilasyoncu bir anlayışla Türklük üzerinden inşa ettiği, ırkçı özellik taşıyan bir milliyetçilik anlayışı ve uygulaması bulunuyor. Ancak devletle millet arasındaki uyumsuzluk yani milli sorun çözülebilmiş değildir. İçeride Kürt sorunu bunun temel göstergesidir. Kürt kimliği, Ermeni kimliği, Kıbrıs ve Ermeni sorunları, AB bir tehdit algılaması biçiminde ele alınarak, bunlar üzerinden yukarıda sözünü ettiğimiz muhalif ve çatışmalardan beslenen bir milliyetçilik anlayışı sergileniyor. Muhalif, çatışmacı ve asimilasyoncu bu anlayış milliyetçiliğe ırkçı bir nitelik veriyor. Bu nedenle bürokratik milliyetçilik ırkçı bir milliyetçiliktir. Bu anlayış toplumsal barış ve huzur, siyasi birlik ve istikrar, demokrasi ve hukuk açısından çok tehlikelidir. Toplumda bu ırkçı milliyetçiliğin büyük ölçüde karşılığı yoktur. Nitekim tüm kışkırtmalara ve devletin hukuk dışı baskı, işkence ve zorunlu göç uygulamalarına rağmen Türkler ve Kürtler arasında bir etnik çatışma çıkmadı. Milliyetçiliğin bu tarihsel gelişimi ile muhalif, çatışmacı ve ırkçı nitelikleri karşısında "Türklüğü aşağılamak" suçunun anlamı nedir? İşte bu suç tam da bu milliyetçilik anlayışıyla örtüşüyor. Milliyetçilik ırkçı bir anlayışla bir Türkleştirme aracı olarak kullanıldığından "Türklüğü aşağılamak" gibi bir suç yaratılması buna denk düşüyor. Örneğin Almanya'da Alman ulusunu aşağılamak, Fransa'da Fransız ulusunu aşağılamak gibi suçlar yoktur. Hele Türkiye gibi devletçi ve ırkçı bir milliyetçilik anlayışının bulunduğu bir ülkede etnik kimlik üzerinden suç yaratılması toplumsal barışı ve demokrasiyi dinamitlemek demektir. Bu madde, sorunlu milliyetçilik anlayışı nedeniyle vahim bir tehlike yaratıyor. "Türklük" yerine "Türk milleti" ibaresinin konması hiçbir şeyi değiştirmez. Siyasetçilerin ve hukukçuların bunu bir buluş gibi ortaya sürmeleri yanıltıcı olup samimi de değildir. Devlet millet üzerinden ırkçı bir milliyetçilik ürettiğinden, amaç herkesi Türkleştirme olduğundan "Türklük" ile "Türk milleti" arasında bir fark bulunmuyor. Suçu "Türk milletini aşağılamak" olarak düzenlediğinizde bir Türk, Kürtleri ya da Ermenileri aşağıladığında, Türk milleti içindeki bu etnik kimlikleri milletin farklı bir unsuru olarak kabul edip bu suçu işleyen Türk'e bu maddeyi uygulayacak mısınız? Hayır uygulamayacaksınız? O zaman da bu unsurlara dönüp "siz Türksünüz ve Türk milleti içinde mündemiçsiniz" diyeceksiniz. Bu değişikliği önerenler bilinçaltlarındaki şartlanmışlığın farkında olamıyor. Kaldı ki TCK 216/2, halkın bir kesiminin ırk veya bölge farklılığına dayanılarak aşağılanmasını suç olarak kabul etmiş olup bu düzenleme her türlü etnik kimliği eşit düzeyde koruyor. Ayrıca özel bir maddeyle Türk etnik kimliğini korumaya bir ihtiyaç da yok.
Cumhuriyet kavramı da sorunlu Ayrıca TCK 301. maddede düzenlenen "cumhuriyeti aşağılamak" suçundaki "cumhuriyet" kavramı da sorunludur. Gerek 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu'nda, gerekse eski TCK'nın 159. maddesinin ilk şeklinde cumhuriyet kavramı geçmiyor. 1936 yılında hükümet teklifinde olmadığı halde cumhuriyeti tahkir etmek de madde kapsamına alındı. İtalyan Ceza Kanunu'na ise bu kavram Cumhuriyetin ilanıyla birlikte 1947'de girdi. Anayasa Mahkemesi, cumhuriyet sözcüğü ile adlandırılanın devlet sistemi olduğuna işaret ederek, değişmezlik ilkesine bağlananın cumhuriyet sözcüğü olmayıp Anayasa'da nitelikleri belirtilmiş olan cumhuriyet rejimi olduğunu belirtiyor. Böylece Anayasa Mahkemesi cumhuriyeti çok geniş manada anlıyor. Bu durumda devletin nitelikleri de cumhuriyet sözcüğü içine alınarak korunuyor. Nitekim 301. madde gerekçesinde açıkça, cumhuriyetten, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin anlaşılacağı belirtildi. Oysa doktrin cumhuriyet kavramının genişletilemeyeceğini savundu. Doktrinde, cumhuriyetin hukuk terimi olarak herhangi bir devlet yetkisinin soydan geçme yollarla bir hanedana bırakılmasını yasaklayan bir devlet biçimi olduğu, Anayasa Mahkemesi'nin cumhuriyet sözcüğüne Anayasa'nın başka ilkelerini ekleyerek o ilkelere de değişmezlik kazandırma yetkisine sahip olmadığı belirtildi. Uygulamada, Yargıtayca da cumhuriyetten anlaşılanın Türkiye Cumhuriyeti Devleti olduğu belirtildi, devlete yönelik hakaretler cumhuriyete yapılmış gibi kabul edildi. Burada da Türklük kavramı gibi cumhuriyet kavramı da devletle özdeşleştirildi. Hukukta bu tür soyut ve içinin doldurulması tartışmalı kavramlar üzerinden suç yaratmak demokratikleşme ve ifade özgürlüğü açısından sakıncalıdır. Cumhuriyetin ceza kanunuyla korunmasına ihtiyacı bulunmuyor. Bu nedenlerle bu suçun da kaldırılması gerekiyor. Yine 301. maddede düzenlenen "devletin askeri ve emniyet teşkilatını aşağılamak" suçunu da kaldırmak gerekiyor. Alman Ceza Kanunu'nda silahlı güçler bu tür özel bir koruma altına alınmadı. Hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik rejimlerde üç ana erk bulunuyor. Askeri güçler veya emniyet güçleri bunların dışında ayrı bir erk değildir. Bu güçlerin doğal yerleri yürütmenin içidir ve bu güçler yürütme erkinin emrinde ve parlamentonun gözetimi ve denetimi altındadırlar. Bu bakımdan söz konusu güçlerin özel bir koruma altına alınmalarına gerek yoktur. TCK'nın hakaret suçunu düzenleyen 125. maddesinin 5. fıkrasında, kurul halinde çalışan kamu görevlilerine hakaret edilmesi durumunda suçun, kurulu oluşturan üyelere karşı işlenmiş sayılacağı belirtildi. Silahlı güçlerin hakarete uğramaları durumunda ceza yargılamasına ve tazminat davası yoluyla hukuk yargılamasına başvurma olanakları vardır.