Buralıyım, ev sahibiyim

-
Aa
+
a
a
a

28 Ocak 2007Meyda Yeğenoğlu*

Hrant Dink'in öldürülmesini takiben elbetteki ben de birçoğumuz gibi televizyon kanallarının başına geçip bu acı olay karşısında yapılan çeşitli değerlendirmeleri ve analizleri dinledim. Bu değerlendirmelerin hemen hepsi Dink'in ne kadar insancıl, demokratik, sevgi dolu, toleranslı bir insan olduğunun altını çizerken onun bu vatanı ne kadar çok sevdiğini vurgulamadan geçmiyordu. Ben kendisini tanıma şansına sahip olmadım ama bu değerlendirmelerin son derece içten ve samimiyetle yapıldığına eminim ve Dink'in tarif edildiği gibi neredeyse mükemmmel bir insan olduğundan da hiç şüphem yok. Bu olumlu değerlendirmelere sağcısı solcusu hep bir ağızdan katıldı ve dönüp dönüp Hrant Dink'in bu vatanın evladı olduğunun altını çizdiler. Adeta onun bu vatanın evladı olduğunun kanıtını da onun bu memlekete duyduğu sevgide gösterme ihtiyacı hissettiler "Ya sev ya terk et" söyleminin işlerlikte olduğu bu ülkede, karşıt söylemin de bu memleketi sevmenin erdemini vurgulama telaşesine düşmesinin mantığını bir ölçüde anlayabiliyorum. Ancak burada önemsememiz gereken şey, bu söylemlerin Ermeni olan Hrant Dink'in "biz"den, yani bu vatanın evladı olarak addedilen "gerçek ev sahiplerinin" bu memlekete duyduğu sevgiden daha az sevgi duymadığının altını çizme telaşının kurduğu söylemsel evrenin ve bu evrenin ima ettiği sonucun hiç de sanıldığı kadar masum olmadığıdır. İyi niyetle geliştirildiğinden kuşku duymadığım bu söylemler bir anlamda bize Hrant Dink'in öldürülmesinin kabul edilemezliğini, onun bu ülkeyi, yani vatanını ne kadar çok seviyor olmasında kuruyor. Bu sevgiye gösterilen kanıtlar arasında Hrant Dink'in başka herhangi bir Avrupa ülkesine gidip buradakinden çok da rahat bir hayat sürebilecekken, burada yaşamayı tercih ettiği olgusu vardı. Benim burada amacım Hrant Dink'in bu ülkeyi sevip sevmediğini veya ne ölçüde sevdiğini tartışmak değil. Sorunlu kılmaya çalıştığım şey, Dink'in bu ülkeye duyduğu sevgininin altının çizilmesine niçin ihtiyaç duyulduğu ve daha da önemlisi, bu sevginin altını çizerken bizlerin kendimizi ve böylece de Hrant Dink'i nasıl konumladığımızdır.

Gerçek sahip Ortalıkta yapılan değerlendirmelerden sadece bir kişinin çok önemli ve tüm diğer değerlendirmelerden farklı bir noktaya işaret etmesini çok önemsedim ve değerli buldum. Bu nokta Başbakan'ın danışmanı ve Adana milletvekili Ömer Çelik tarafından dile getirildi. Kısaca bu değerlendirmeyi niçin önemli bulduğumu anlatmak istiyorum. Ömer Çelik basitçe, Hrant Dink'in bu vatanı ne kadar sevdiğini söylemedi. Bundan çok daha önemli olan başka bir şey söyledi. Hrant Dink'in bu ülkede ev sahibi olduğunu ve bu nedenle cenazesinin Türk bayrağına sarılması gerektiğini belirtti. Ömer Çelik'in yaptığı bu yorum ile Hrant Dink'in bu vatanı ne kadar sevdiğini söylemek arasında çok ama çok ciddi bir fark olduğunu düşünüyorum. Çünkü herhangi birisinin bu ülkeye duyduğu sevgiyi ve bu sevginin derecesini ölçme üstünlüğünü kendine biçmeyen bir tavır ve konum almayı ima ediyor. Ben ancak kendimi bu evin, bu vatanın asli sahibi gördüğüm ölçüde bir diğerinin sevgisinin derecesini yargılama hakkını kendimde görebilirim. Oysa Hrant Dink'in bu ülkedeki varlığı, bu vatanı sevsin veya sevmesin (hatta isterse de nefret etsin) kendini bu ülkenin gerçek sahipleri olarak addedenlerden farklı değildir ve en az onlar kadar bu ülkenin sahibidir, bu ülke üzerinde sevme, nefret etme, eleştirme hakkına sahiptir. Bu kurguda, Hrant Dink'in Ermeni kimliği adeta onu bu ülkenin gerçek ve asli sahibi olmasını engeller ama buraya duyduğu sevgiden dolayı bu ölümü hak etmediğini ima eder. Bu söylem Hrant Dink'i belli bir biçimde kurarak kendimizi bu ülkenin gerçek ev sahipleri olarak konumlamamıza yardımcı olur. Hangi hakla ve nereden edindiğimiz yüce yargı ile Hrant Dink'in bu ülkeye duyduğu sevgiyi yargılama hakkına sahibiz? Diğerlerinin bu evin/ülkenin asli ev sahipliğine dışsal kaldığını, bir anlamda bu ülkede bulunuşlarının her an bir testten geçmekte olduğunu ve bu testin en önemli bölümünün ise bu ülkeye ne kadar sevgi duyduklarında aranması gerektiğini ima eder. Hrant Dink bu anlamda her an ne kadar doğru davranışlar içinde olup olmadığı testinden geçirilmekte olan bir kiracıya, bir misafire dönüştürülüyor. Avrupa'da göçmenlerin karşılaştığı ırkçı tutum işte tam da budur. Göçmenler, yani ülkenin gerçek sahibi olmayanlar ancak gerçek ev sahibinin belirlediği koşullar ile orada bulunabilirler. Ev sahibinin belirlediği koşulların dışına çıkanlar gerektiğinde o evden atılabilirler. Evet, Hrant Dink bu ülkenin en az hepimiz kadar ev sahibidir. Bu ülkeyi sevmek zorunda değildir. Bu ülkeyi çok seviyor ve büyük bir aşkla ait olduğu, bu yere güçlü bağlarla bağlanmış olabilir. Ama Hrant Dink'in bu ülkeye duyduğu sevgiden daha çok onun ait olduğu bu yere ilişkin çok önemli bir ilişkisinin altını maalesef çizen kimse olmadı. Hrant Dink bizlere sadece Ermeni bir kimliğe sahip olduğunu hatırlatmakla kalmadı, bu ülkede Ermeni olarak bulunmanın ve farklı olmanın zorluklarını dillendirdi, yani adını bir türlü koyamadığımız "ırkçılığı" eleştirdi. O, tam da buralı olduğu için, bu ülkenin ev sahiplerinden birisi olduğu için gerek kendisinin gerekse ait olduğu kimlik grubunun karşı karşıya kaldığı ırkçılığı eleştirmek istedi, bu duruma dikkatimizi çekmek istedi. Adını koyalım. Hrant Dink ırkçılık karşıtı ve düşünce özgürlüğü savaşçısıydı. Bu, onun bu memleketi ne kadar sevdiğinden çok daha önemlidir. * MEYDA YEĞENOĞLU: ODTÜ, Sosyoloji

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6677