16 Temmuz 2006
Batı teolojisinde Leviathan ve Behemoth, kıyamet günü ortaya çıkan canavarlara işaret eder. 17. yüzyıl İngitere'sini inceleyen Thomas Hobbes, baskıcı devlet sistemini bir su canavarı (ya da kadın canavar) olan Leviathan ile ifade ederken, İngiliz iç savaşının anarşik ortamını incelediği yapıtına da 'Behemoth' (Long Parliament) ismini vermiştir. Siyasal kuramda Leviathan, yukarıdan baskıcı, kitleleri zapt-u rapt altına alan, otoriter devlet ile ilişkilendirilirken, Behemoth da kitlelerin aşağıdan dayattığı faşist bir yönetim biçimine istinaden kullanılır. İngiliz iç savaşının yarattığı anarşik ortamdan olumsuz bir şekilde etkilenen Hobbes, çözümü güçlü ve sorgulanmayan bir devlette bulmuştu. 'Behemoth', Alman nasyonal sosyalizmine dair en önemli incelemelerden biri olan, Franz Neumann'ın da yapıtının ismi ve tahmin edileceği gibi bir kara canavarı (ya da erkek canavar) anlamına gelir. Neumann, nasyonal sosyalizmi devletsizlik, hukuksuzluk, insanların onur ve haklarının çiğnendiği anarşik bir kitle toplumu çerçevesinde değerlendirir ve bu nedenle de Behemoth ifadesini nasyonal sosyalizm için kullanır. Kıyamete ilişkin yazılarda her iki canavarın dünyanın sona ermesinin eşiğinde ortaya çıkıp terör yönetimi kuracakları söylenir. Kimi yorumlara göre ise her iki canavar savaşacak ve birbirlerini yok edecektir.
Elbetteki, Leviathan ve Behemoth iki uç durumu temsil ediyor, ancak yine de Türkiye siyaseti hakkında yorum yaparken, bu uçları referans olarak almak mümkün. 1940'ların ve 1950'lerin sıradışı sosyoloğu C.W. Mills, 1942 tarihli ve Behemoth temalı bir yazısında, olaylar çok hızlı geliştiğinde düşünce kalitesinin bundan etkilendiğinden söz eder. Bunun sonucunda bazı sosyal bilimciler formülleri tekrar etme yoluna gidebilirken, bazıları da "olan biteni aynen nakletme" çabasına girip, bir nevi naklen sosyal bilimcilik yapabiliyorlar. Gözlem ile düşünceyi yeterli bir soyutlama düzeyi ve önemli olaylar arasında ilişki kuracak biçimde eşleştirmek zor bir iş. Bunu yapabilmek için toplumsal tarihin tekrarlanan kimi kalıplarının farkında olmak gerekiyor. Bugün Türkiye siyasetinde izleyebileceğimiz otoriter ve faşizan uçları görebilmek için, belki de biraz Avrupa siyasal tarihindeki dönüşümlere aşina olmak gerek. Bu aşinalık, kavramları evrensel bir bilimsel dil içinden kullanabilmek için gerekli. Siyaset bilimci olarak otoriter dediğimizde, bunun faşistten nasıl ayrıldığını bilmek için yine Avrupa siyasal tarihine başvuruyoruz. Bu başvuruyu bir kalemde "oryantalist" diye kestirip atmak mümkün tabii. Ama o zaman bile hâlâ konuşabilmek, iletişim kurabilmek için tanımlara ihtiyacımız var. Bu tanımlara da zaten çoğu kez, örneğin Doğu diktatörlükleri, faşizmleri ve milliyetçilikleri ile Batıdakiler arasındaki farka değinerek varılıyor. Yoksa öyle kafamıza göre tanımlar ile konuşamıyoruz. Konuşuyoruz aslında konuşmaya da, bu içimizi döküp her şeye muhalefet etmenin ötesinde pek bir işe yaramıyor.
Otoriter ve faşizan siyaset
Kitleleri zapt-u rapt altına alan darbeci zihniyet, Cumhuriyet elden gidiyor "korku"sundan besleniyor ve bu ülkede siyaseti daraltan ve bir türlü kapsama alanından kurtulamadığımız bir militarizme çanak tutuyor. Diğer uçta ise, "Türk" olmayı bu ülkede varolan diğer tüm kimlikleri dışlayarak tanımlamaya çalışan ve böylesi bir Türk kimliğinden "gurur" duymaktan beslenen, şiddete yatkın bir faşizan eğilim var. Bu eğilimin kitleleri etkisi altına alması ve siyaseten etkin kılması, yeri geldiğinde ışıktan daha hızlı bir süratle gündeme gelebiliyor. Son zamanlarda benzer bir içe kapanmayı "Sünni Müslüman" kimlik içinde de gözlemlemek mümkün. Aslında ilginç olan, gerek yukarıdan bastırarak yapılan otoriterlik, gerekse de aşağıdan kitleleri kışkırtarak yapılan faşizanlık, son kertede Leviathan ve Behemoth gibi birbirlerine benziyor. Otoriterlik ve faşizanlığın son derece önemli farklılıklarına karşın, Türkiye bağlamında üç temel ortak noktası var: Bunlardan birincisi militarizm. Bu ülkede gerek devletin, gerekse de "kalabalıklar"ın son kertede içselleştirilmiş bir militarizmi olduğunu görmezden gelmek mümkün mü? Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları adeta bu topraklarda yaşayan ailelerin birer üyesi gibiler. Hepimiz biliyoruz ki bu toplum onları seviyor! Bu toplumda militarizmi sorgulayanlara meczup muamelesi yapılıyor. Vicdani red olgusuna sıcak bakan insan sayısı son derece az. Hatta, demokrat olmaya yakın duranlar bile zaman zaman vicdani red olgusunun "askerliği biz değil de başkaları, yani isteyen yoksullar yapsın" türünden liberal bir kendini bilmezlik olduğunu söyleyebiliyor. Türkiye'de çok erken yaşlardan itibaren kahramanlık türküleri ile kuşatılmak adeta şiddete olan eğilimi besliyor ve sıradanlaştırıyor.
Türkiye'de otoriter ve faşizan eğilimlerin ikinci ortak yanı, farklılığa saygı duymamaları. Her iki eğilimin de hassasiyetle yaklaştıkları içe kapalı kimlikler var. Bu kimliklerin sınır bekçiliğini hem devlet hem de yeri geldiğinde vatandaş yapıyor. Devlet başörtülülere kapılarını kapatabilirken, vatandaş da zaman zaman Türk ve Sünni Müslüman kimliklerin koruculuğunu yapabiliyor. En azından biliyoruz ki, vatandaş böylesi bir bekçiliği yapmak için yeri geldiğinde kışkırtılabiliyor. Zaten, C.W. Mills'in ifadesiyle, "olan biteni aynen nakletme" çabası içindeki sosyal bilimciler, her gün yeni bir saha çalışmasının bulguları ile bu durumu ilan ediyorlar. Zorunlu din dersleri konusu etrafındaki tartışmalar Sünni Müslüman kimliğin getirilerini farklı kimliklerden kıskanan bir içe kapanmayı gözler önüne seriyor.
Otoriter ve faşizan siyaseti buluşturan üçüncü önemli nokta ise vatandaşların bireysel tercihleri karşısında duyarsız olmaları. Gerek devletin otoriterliği, gerekse de toplumda giderek yaygınlaşan faşizanlık bireye yaşam hakkı tanımıyor, devleti, milleti veya cemaati bireyin üstünde görüyor. Örneğin, devlet, vicdani retçi olarak bireysel tercihini ortaya koyan kişileri, vatandaşı askerden soğuttuğu için cezalandırırken, bazı vatandaşlar da bu kişileri sille tokat dövmeye ya da vatan haini ilan etmeye çalışıyorlar.
Militarizm ve farklı olanı dışlamak, demokratikleşme sürecinin önümüzde uzanan en keskin virajları. Bu virajları bugün AKP hükümeti işbaşında iken almakta olduğumuz için, bireysel tercihlerin önemine de özenle vurgu yapmak gerekiyor.
Ancak bu vurguyu yaparken, bireysel tercihlerin toplumsal bilinçten bigane bir haklar çığırtkanlığına dönüşmemesine, yani bireysel tercih yapacağım diye toplumun yüzüne tükürmemeye de özen gösterebilmek önemli. Bugün Türkiye'de birçok demokrat, kazazede misali "garbzede" oldukları ya da kendilerinden vazgeçercesine bir Batılılık nöbetine tutuldukları için değil, AB ile entegrasyonun bu keskin virajları alırken yardımcı olacağını düşündükleri için AB'yi destekliyorlar. Otoriterlik ve faşizanlıktan uzaklaşabilmek için ilkin militarizmin gölgesinden kurtulmak yani sivilleşmek, sonra da farklılığa açık olmak ve bireysel tercihlere sahip çıkmak gerekiyor. Bunlar demokrasinin olmazsa olmazları...
Muhafazakârlık ve hukuk devleti
Türkiye siyasetinin en uçlarından ortalara doğru geldiğimizde, en fazla muhafazakârlık olgusu ile karşılaşıyoruz. Bugün AKP, otoriter ve faşizan uç arasında sıkışmış ve bocalıyor. Oysa AKP Türkiye'de muhafazakârlık olgusunu kucaklama ihtimali en yüksek olan parti. Muhafazakâr partiler faşist partilerden hukuk devleti olgusuna gösterdikleri ihtimam dolayısıyla ayrılırlar. Faşist rejimlerde kanunlar, yazının başında sözünü ettiğim Neumann'ın da saptadığı gibi, içerik ve biçim olarak akla uydurulmaya çalışılmaz; sadece egemen güçlerin iradesine hizmet eder. Türkiye'de hukuk devletine sahip çıkmak öylesine bir slogan olmanın ötesinde, daha somut olarak, örneğin, aynı anda Şemdinli dosyasının, Sivas katliamının ve Danıştay saldırısının üstüne giderek, bunların üzerindeki sis perdesini kaldırmak anlamına geliyor.
Önümüzdeki seçenekler ortada: Ya toplumsal bilince bigane, bencil bir haklar çığırtkanlığı yapmak ya da bireyselliğin güvence altında olmadığı içe kapalı, Türklük veya Sünni Müslümanlık kokan bir kimlikçiliğe teslim olmak. Bir de üçüncü seçenek var, o da şu: Türkiye'de otoriter ve faşizanlığı buluşturan üç noktanın eleştirisinden türeyen sivil bir anlayışı hukuksal yapının temeline yerleştirmek ve böylece bu yapıyı evrensel hukuk ilkeleriyle buluşturmak. AB sürecini de kendinden vazgeçmiş bir Batılılaşma çılgınlığı nedeniyle değil, hukuksal yapıya getirdiği reformlar nedeniyle desteklemek. Çünkü siyaset ancak böylesi bir hukuksal çerçevenin güvencesinde serpilebilir.