8 Mayıs 2006Radikal Gazetesi
Daire kapanıyor. Dönüp aynı uğursuz noktasında birbirimize korkuyla bakıyoruz. Toplumsal ilerleme hamlemiz, hamdolsun, ham bir hayalmiş. Aynı sessiz, aynı lafı dolandıran, aynı hayatı tarümar edilirken başka yere bakıp farkında değilmiş gibi yapan toplum olarak duruyoruz işte. Öncekine 'postmodern' adı takmıştık. Bu darbeye takacak adımız kalmadı herhal. Zamanı gelmişken, ligden düşmüş bir patron emeklisinin nedametle andığı bir olayı hatırlayalım isterim. Yakında benzeri bir olayla karşılaştığımızda hazırlıklı olalım, deja vu zannetmeyelim diye. Sabah gazetesinin anlı şanlı, ikbalinin-servetinin tadını çıkarmayı bilen eski sahibi Dinç Bilgin, andıç olayı hakkında pişmanlıklarını bildirmiş. Düştükten, hatta düştüğün kaçınılmaz bir gerçeklik olarak kafana kakıldıktan epeyi sonra ilan edilen nedamet, ne kadar alkış ister, bilemem. Ama Türklük âleminin ne iç huzuruyla sevebilen ne de terk edebilen belalıları olarak nedamete zamanaşımı koyma lüksüne sahip olmadığımızı iyi biliriz. Geç de olsa zalimin zulmünü kabul edip boynunu büker gibi yapması, hatta gerdan kırması dahi es geçebileceğimiz lütuflarından değildir hayatın. Basın, olaydan ağır yaralı çıktığı için, fazla hatırlanmayan, hatırlatılmayan, ailenin tarihinde karanlık bir nokta olarak kalan andıç olayını birlikte hatırlayalım mı? Unutuldu sanılmasın, gerisine öyle kolay adım atılmasın diye. 25 Nisan 1998. Hürriyet ve Sabah gazetelerinin manşetlerinde aynı 'bomba' patlatılıyordu. PKK'nın lider kadrosundan Şemdin Sakık'ın 'itirafları'nı elbette her iki gazete de 'ele geçirmişti'. Şemdin Sakık, 'itirafları'nda kapatılan Refah Partisi (RP), Halkın Demokrasi Partisi (HADEP), İnsan Hakları Derneği (İHD) gibi parti ve kurumların PKK ile işbirliğini anlatıyordu. Haberi işlerken iki büyük gazete de farklı ibretlik kahramanlar seçmişti. Hürriyet, RP Milletvekili Fethullah Erbaş'ın, Sabah da İHD Genel Başkanı Akın Birdal'ın 'ihanetini' öne çıkarmıştı. Hürriyet, Sakık'ın Refah Partisi ile olan ilişkilerini anlatışından Erbaş'ın sözlerini seçmiş, ihaneti belinden vurmuştu. Erbaş, şöyle söyleyesiymiş: "Biz milleti değil, ümmeti esas alırız, İslam dünyasında sınır olmaz, sınır önemli değildir". İşte size müthiş ihanet mesajı! Sabah'sa başka bir ihaneti kuyruğundan yakalamış sallıyordu: Sakık, Akın Birdal'dan "Türkiye'deki tabancam" diye söz ediyormuş. Ve itiraflardan alınmış şu satırlar: "Abdullah Öcalan'n onunla telefonda defalarca konuştuğuna bizzat şahit oldum. Bazen de Öcalan ona bir kurye gönderir ve bazı konularda nasıl davranması gerektiğini söylerdi." Ama dahası vardı. Sakık, kimi gazetecilerin Öcalan'dan emir aldığını, para karşılığı röportaj yaptığını söylüyordu. Hürriyet gazetesinin başyazarı, nicedir Basın Konseyi Başkanlığı'nı yürüten Oktay Ekşi de itirafların bu bölümü konusunda itidalini yitirmiş, öfkeyle haykırıyordu. Yazısının başlığı, 'Alçakları Tanıyalım'dı. ".....Keza 'dürüst gazeteci' veya 'sorumlu aydın' havalarında, bizleri arkadan hangi alçaklar hançerliyormuş, bilmeye mecburuz." O alçakların adları da ertesi gün gazetelere yine aynı meşum kaynak tarafından iletilmiş olacaktı. Sakık'ın 'itiraflarından' okuyalım: "Basın mensupları içinde de örgütün parayla yazdırdığı ya da konuşturduğu çok ünlü isimler bulunmaktadır. Bazılarını da parayla satın alabileceğini düşünür. Bunlara örgütte eyyamcılar denir. Bunun yanında 'Ülkede Gündem', 'Özgürleşen Yurtsever Gençlik', 'Evrensel', 'Özgür Halk', 'Demokrasi', 'Emek' gibi basın organları da örgütün finanse ettiği kuruluşlardır. Doğu Perinçek ve Mehmet Ali Birand'ın Öcalan ile görüşmesi ona Türk basınında kapıların açılmasına neden olmuştur. Öcalan bana para karşılığında konuşan ya da yazanlar arasında Mahir Kaynak, Mahir Sayın, Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand ve Yalçın Küçük'ün isimlerini söyledi. Ayrıca Milli Gazete ile Akit gazetesinin de PKK aleyhine yazmayacaklarına dair söz verdiklerini söyledi. Öcalan, para ile satın aldığı gazetecilerden söz ederken, 'Kürt ve Türk tarihi hainlerle doludur. Türk'e ve Kürt'e oyun yapmaya gerek yok. Bunlar zaten oyunu kendileri oynuyor' dedi." Sonrası Bu yayınların üzerine Mehmet Ali Birand, Mahir Kaynak ve Cengiz Çandar'a yazılarına ara vermeleri söylendi. Birand ve Kaynak, bir daha köşelerine dönemedi. Çandar, kısa bir süre sonra yazılarına başladı. En korkuncu, kışkırtmalar sonucu Akın Birdal'ın meşhur şerrefli çeteden Cengiz Ersever tarafından vurulmasıydı. Ersever mahkemede de nümayişini sürdürüyor, "Akın, Akın, sen öldün" diye çığlıklar atıyor, mahkeme başkanıyla "Akın'ın beynini 24 saat içinde duvara yapıştırma" konusunda iddiaya giriyordu. Akın Birdal, silahlı saldırıdan mucize eseri kurtuldu. Tedavisi çok uzun sürdü. Bu arada, herhalde bu kadarcık şey dahi bir gurur vesilesidir; itirafların Şemdin Sakık'a ait olmadığını Radikal ortaya çıkarttı. Mahkeme karşısına çıkarılan Şemdin Sakık da, gazetelerde kendisine atfen çıkan 'itirafları' reddetti. Hiçbir zaman böyle itiraflarda bulunmadım, dedi. İddialar çökünce Oktay Ekşi, suçlanan meslektaşlarından ve okurlardan özür diledi. İki büyük gazetenin iştahla üstüne atılıverdikleri belgelerin sahte olduğu anlaşılmıştı, ama kimler tarafından gazetelere ulaştırıldığı bilinmiyordu. Neden sonra o dönem Sabah'ın üst kadrosunda çalışan Can Ataklı, bir söyleşisinde, "dönemin çok güçlü bir generali, bu haberlerin konulmaması durumunda gazeteyi batırma tehdidinde bulunmuştu" diyene dek de hiç dile getirilmeyecekti. 20 Ekim 2000 tarihinde Nazlı Ilıcak, esas bombayı patlatıyor, iki gazetenin yayınladığı itirafların Genelkurmay İstihbarat Dairesi'nde hazırlanan ve 'Andıç' denilen bir çalışmanın türevi olduğunu ileri sürüyordu. Büyük gazetelerin ısrarla ilgisiz kaldıkları Andıç konusuna inatla sarılan Ilıcak, konuyu milletvekili olarak Meclis'e de götürdü. Çevik Bir ve Erol Özkasnak paşaların başı çektiği bir ekiple Psikolojik Harp Dairesi'nin bir çalışmasıydı, Andıç. Verilen ifadelere müdahale ederek kimi parti ve kuruluşların, kimi gazetecilerin itibarının ve gücünün yok edilmesi için yalan haber üretimini yönlendiren bu muhteşem vatanseverlik egzersizini kimse konu etmek istemiyordu. Lâkin fazla sıkıştırılan Genelkurmay Andıç belgesinin varlığını kabul etti. Ve iki büyük güzetemiz ancak o zaman bu konuyu sayfalarına taşıdı. Ertuğrul Özkök, Genelkurmay'ın reddedebileceği halde konuyu kabul etmesini olumlu buluyor, artık daha fazla deşilmesinde bir yarar görmediğini belirtiyordu. Ne demeli? Oral Çalışlar'ın kitabını okurken rastladım. Oktay Ekşi, bir söyleşide pişmanlık içinde soruyor: "Devletin resmi makamları, kendi yetkilerini kötüye kullanırsa, insanların haysiyetiyle oynamak için yasaların çiğnenmesini teşvik ederse, belge verirse, kim nasıl karşı çıkabilir?" Bu sorunun cevabını Oktay Ekşi'nin de hepimizin de artık bulmuş olması gerek. Sözgelimi Çalışlar, eklemiş; "Örneğin bizler, yani gazeteciler karşı çıkabiliriz. Bu sahte belgeyi hazırlayan ve gazetelere servis yapan devlet görevlilerinin yargı önüne çıkıp hesap vermesi için çalışabiliriz. Çünkü bu işin mağdurları var. Üstelik onlar, gazetelerde yayımlanan bu sahte haberler nedeniyle mağdur oldular. Bu işte ciddi bir mesleki sorumluluk söz konusu." Gazetecilerin gerçekten nedamet çalışma gibi bir niyeti varsa kendilerine şu soruyu sorarak başlamaları gerek: Yıllardır kol kola çalıştığınız meslektaşlarınızı bile bir çırpıda silip atıverecek güçte bir devleti koruma-sakınma güdüsünü nereden edindiniz? Bu ne reflekstir? Hani bir MGK toplantısında bir gazeteciye,"Bu cesareti nereden buluyorsunuz?" diye sorulmuştu ya. Bir rütbeli tarafından. Hep birlikte şu cevabı verebilsek diyorum: Bu cesaret, korkumuzun artık dayanılmaz hale gelmesinden alınıyor işte. Bu cesaretin sırtını dayadığı toplu tüfekli hileli desiseli fiziki psikolojik tazyikli hiçbir güç odağı yok. Bu cesaret, geçmişinin faili meçhul, geleceği rehin alınmış yetim cesareti. Şimdi tehditlerle suskunluğa mahkûm ettiğiniz, yalnız bırakıp karanlıkta ıslık çalan çocuğa benzettiğiniz cüretkârların korkuları üstüne fazla yatırım yapmamanızda yarar var. Kasası korku olan hiçbir sır sonsuza dek korunamamıştır.