Merhaba kâinat!..
Kopenhag Zirvesi, Aralık 2004, Kıbrıs, Irak, ABD kelimelerinin çokça telaffuz edildiği tartışmalar birbirini izliyor.
TBMM’de, Kıbrıs ile ilgili tartışmanın AKP ile CHP arasındaki “balayını” bitirdiği ifade ediliyor Radikal gazetesinde. Öte yandan, Hürriyet gazetesinde, CHP lideri Baykal’ın İhale Yasası’yla ilgili uyarısı da, “Ertelerseniz cicim ayı biter” manşetiyle duyurmuş.
Tefrikacılarınız ise oturmuşlar, ‘balayı’, ‘cicim ayı’ gibi ifadelerin ne anlama geliyor olabileceğini düşünüyorlar. Bir balayının bitmesinden çekinilebilir mi mesela? Ya da, cicim aylarının, tanımları gereği, bitmeleri mukadder değil midir? Ebedî bir balayı olabilir mi? –ki düşünmesi bile yorucu.
Bir ip-cambazı tansiyonu var, akşamlardan sabahlara ve sabahlardan akşamlara aktarılan. Her şey bir anda kötüye gidebilir, ağzımızın tadı kaçabilir, huzurumuz bozulabilir; velhasıl, bir tatsızlık çıkabilir ürküntüsüyle iktidarın parmak uçlarına basarak yürümesini bekliyor gibiyiz –bir ip cambazı gibi. Fakat biliniyor ve hatta artık söyleniyor ki böyle yürüyerek ‘iktidar’ olunamaz. Bunu Mehmet Altan, Radikal gazetesinde kendisiyle yapılan söyleşide ve Cengiz Çandar da Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde açık açık dile getirdiler.
Baykal, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın sözlerinin mutlaka telafi edilmesi gerektiğini söylüyor. Ne diyor Yakış? 28 Şubat’a kadar Kıbrıs’ta çözüm bulunamazsa AB ülkeleri TSK’yı Kıbrıs’ta işgalci olmakla suçlayabilirler, diyor. Yani, Baykal’ın iddia ettiği gibi, TSK işgalcidir, demiyor. Demecinden böyle bir anlam çıkmış olabilir mi? Evet, olabilir. Zaten Yakış’ı daha önce de, ABD’ye üslerimizi açacağız anlamına gelen bir açıklamasından sonra gecenin bir yarısında kendi bakanlığı düzeltmek zorunda kalmıştı. Yalnız, dikkat edilirse, bu iki tuhaf durumun hiçbiri halihazırdaki siyasi uygulamaları derinden sarsmadı; siyasi uygulamalar ile değil, Yakış ile ilgili düşündük daha çok.
Böyle zamanlarda, temel ifadeye dönmekte yarar var gibi görünüyor. Hele bu temel ifade, tam da Meclis’te tartışmaların devam ettiği gün tekrarlanmışsa. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak şunu söylemiş: “Biz ne ‘çözümsüzlükten’ ne de ‘ver kurtul’ politikasından yanayız. Çözümsüzlüğün siyasi güçsüzlükten, ver kurtul anlayışının da siyasi beceriksizlikten kaynaklandığını biliyoruz. Kıbrıs’ta üçüncü bir yol daha var. O da adanın gerçeklerini dikkate alan ve Kıbrıs Türkleri’nin davasına dayanan çözümdür. Biz esas bu çözümün peşindeyiz.”
Daha da temel sayabileceğimiz başka bir ifade daha var Erdoğan’ın konuşmasında: “Partimiz, daha hükümeti kurmadan, işbaşına gelmeden AB'ye üyeliği birinci önceliği olarak saptamış ve bu hususta çok kararlı bir tavır sergileyeceğini açıklamıştır. Bizim bu politikamızın esası, temel bir inançtan kaynaklanmakta. Biz halkımızın refah ve mutluluğunun ancak demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygılı bir ortam içinde sağlanabileceğine inanıyoruz. Türkiye'nin yoksulluğu bir tesadüf değil. Bütün milletler ileri gider, milli gelirlerini artırır ve vatandaşlarına daha çağdaş yaşam koşulları sağlarken, bizim değil yerinde saymamız, zaten kısıtlı olan gelirimizi yarı yarıya kaybetmemiz ve bir gecede daha da fakirleşmemiz bir kader değil. Bu halktan kopuk, vatandaşın derdine duyarsız, demokrasiyi, insan haklarını ve hukuku adeta bir süs malzemesi sayan, toplumsal enerjiyi harekete geçiremeyen bir yönetim şeklinin ve anlayışının sonucu. Özellikle 1990'lı yıllarda Demirperde ortadan kalkarken, totaliter sistemler teker teker çökerken Türkiye, demokrasi ile refah arasındaki doğrudan bağlantıyı bir türlü göremedi. Biz bu temel ilişkiyi ve bağlantıyı özümseyerek yola çıktık.”
Demokrasi ile refah arasında doğrudan bir ilişki olduğunu söylüyorsanız ordunuzun işgalci olabileceğine de kimse inanmaz kolay kolay. Bilemiyoruz anlatabildik mi?..
Ordu mu?.. İşgal mi?.. Aklımıza Irak geliyor, elde değil. Britanya da açıklamış, en geç dört hafta içinde Körfez’e asker ve zırhlı göndereceğini.
Irak’ta savaş deyince iki haberden bahsederek bitirelim tefrikamızı.
Los Angeles Times gazetesinde yer alan bir haber, “Amerikalılar’ın üçte ikisinden fazlası, Başkan Bush’un Irak ile savaş için yeterli gerekçe oluşturamadığını, dolayısıyla kendilerini ikna edemediğini belirtiyor,” cümlesiyle başlıyor. Gazetenin yaptığı bir araştırmaya göre sonuç böyleymiş. Katılanların çoğunluğu (yüzde 90), Irak’ın kitle imha silahları geliştirdiğinden şüphe duymuyormuş. Ancak, BM denetçilerinden yeni kanıt gelmediği dikkate alındığında, (Cumhuriyetçiler’in yüzde 60’ı da dahil olmak üzere) katılanların yüzde 72’si, Başkan’ın, Irak savaşını haklı kılacak kadar delil sunmadığını belirtiyorlarmış. Gazete, araştırmaya bakılırsa savaşa desteğin azaldığı sonucunun da çıktığını ifade ediyor.
İyi, değil mi?
Şimdi bir de şuna bakın:
“ABC NEWS ile Washington Post gazetesi tarafından yapılan kamuoyu yoklamasına göre, Amerikalılar, olası Irak operasyonu konusunda Başkan Bush’a güveniyor.” (NTVMSNBC)
Araştırmaya göre, deniyor haberde, Amerikalılar’ın yüzde 81’i, Irak’ın ABD açısından tehdit olduğunu, yüzde 64’ü ise ABD için en büyük tehlike olduğunu düşünüyormuş. Saddam Hüseyin rejimini devirmek için Irak’a askeri harekat düzenlenmesini destekleyenlerin oranı yüzde 62’ye ulaşırken yüzde 50’lik bir kesim Irak’ın havadan bombalanmasını, yüzde 55 oranında katılımcı ise ABD askerlerini Irak topraklarında görmek istediğini belirtmiş.
Hangisi doğru? Bilemiyoruz, ama şu doğru –yani hem haber, hem de yaklaşım olarak; Erdoğan, Irak savaşında Mısır, Suriye, Suudi Arabistan gibi ülkeler de yer almalı. Bu iş koalisyonsuz olmaz, demiş: “Böyle bir koalisyon oluşmazsa ve Türkiye tek başına kalırsa bu ileride çok yıpratıcı sonuçlar doğurur.”
Yakında, Irak ile ilgili olarak, kapsamlı bir Ortadoğu turuna çıkacakmış Başbakan Gül.
Devamı yarın...