No.135 - Birden hızlanan bir gün

-
Aa
+
a
a
a

Merhaba kâinat!

Milli Takım’ın Dünya Kupası’nda çeyrek finale kalması sevinmekle geçecek günümüz, diye düşünüyorduk ki feci bir haber geldi. Kudüs’te, sabah saatlerinde, bir okul otobüsüne düzenlenen bir intihar saldırısında, saldırıyı düzenleyen de dahil 20 kişi yaşamını yitirdi. Yaralı sayısı ise 50’nin üzerinde.

Kudüs’te, 1996 yılından beri bu kadar büyük bir saldırı görülmemiş. Genel olarak, bundan önceki en kanlı saldırı da 27 Mart’taki Hamursuz Bayramı sırasında gerçekleştirilmişti. O saldırının ardından İsrail, Batı Şeria’daki kentleri işgal etmeye başlamış ve bilhassa Cenin’de yaşananlar 200’den fazla Filistinli’nin ölümüne neden olmuştu.

Kudüs’teki büyük intihar saldırısının zamanlaması da manidardı. Her iki taraf da bugünlerde Bush’un ağzından çıkacak sözlere bakıyorlardı ve gelen haberler arasında Bush’un geçici bir Filistin hükumetini telaffuz edeceği ihtimali de bulunuyordu. Ama bu beklenti tam anlamıyla boşa çıkmış bulunuyor şimdi, çünkü saldırıyı üstlenen Hamas’ın en önemli savlarından biri, Filistin devletinin terörün sona ermesi koşuluna bağlanması. Hatta İsrail Başbakanı Şaron da, tarihinde ilk defa saldırının gerçekleştiği yere bizzat gelmiş ve manzara karşısında, “Hangi Filistin devleti?” demiş, “Neden bahsediyorlar?..”

İntihar saldırısında bulunan Muhammed El-Gül, 22 yaşındaymış. Nablus yakınlarındaki An Najah Üniversitesi’nde İslam araştırmaları konusunda master programına devam eden El-Gül’ün geride bıraktığı bir not da var: “Düşmanı öldürmek üzere bomba yapmak ne güzel. Ölümü sevmek değil; hayat için mücadele etmek, gelecek neslin hayatı için öldürmek ve öldürülmek ne güzel. Öldürmek ve öldürülmek ne güzel.” İsminin yanına, ‘İzzeddin el Kasım’ yazmış El-Gül. Hamas’ın askeri kanadının ismi yani.

Muhammed El-Gül, geçen Cumartesi günü, el-Faraa kampında oturan ve nispeten varlıklı olduğu belirtilen (Independent) ailesini ziyarete gitmiş. Kardeşlerinden Leyla, halinde normal dışı hiçbir şey göremediğini belirtiyor. Diğer bir kızkardeşi Samar, ağabeyinin bir kahraman olduğunu ve üzüntü duymadığını söylüyor. Babası Haza ise şunu söylemiş: “Şehit oldu. Sadece Allah’tan rahmet diliyoruz onun için. Evlatlarımız ülkemiz için, onu geri almak için ölüyorlar.”

Bunu söyleyen tek baba, tek ebeveyn değil Haza. İntihar saldırılarında bulunanların eğitim durumları ve ailelerinin ekonomik durumları, büyük krizin maddi değil; tam anlamıyla MANEVİ olduğunu koyuyor ortaya.

Britanya Başbakanı Tony Blair’in eşi Cherie Blair de söylemiş: “Genç insanlar kendilerini havaya uçuracak kadar umutsuzluk içindelerse asla bir ilerleme sağlanamaz.”

İsrail kökenli tanınmış barış hareketi Gush Shalokm’un sözcüsü Adam Keller da, intihar saldırısından sonra şunları yazıyor: “On dokuz masum kurban daha, Batı Şeria ile Gazze Şeridi’ndeki işgalin sunak taşında can verdiler. İsrail tarihinin üçte ikisi diyebileceğimiz otuz beş sene boyunca devam edegelen işgal, intihar bombacılarının çıktığı umutsuzluk ve nefret yuvasının ta kendisidir. Üç buçuk milyon insanın temel haklarının mütemadiyen inkâr edilmesi, işgal altındaki insanların bir kısmını -İsrailli sivillerin rastgele öldürülmesi anlamına gelen ve tamamiyle lanetlenmesi gereken- iğrenç tepkilere yöneltmektedir. Bu tepkiler, Şaron’un ve aşırı sağın elini güçlendirmektedir. Ne kadar iğrenç olurlarsa olsunlar, bu tepkileri askeri yöntemlerle durdurmak imkânsızdır.”

İsrail ise görülebildiği kadarıyla, bu tepkileri durdurmanın askeri olandan başka bir yöntemi bulunduğuna inanmıyor. Seri bir kabine toplantısının ardından Filistin Yönetimi’nde bulunan toprakları yeniden işgale hazırlanıyordu Şaron.

Şaron yeniden işgale hazırlanırken İsrail’den bir haber daha geldi. Resmi yetkililer, El Halil’de öldürülen Filistinli eylemci Yusuf Beşareti’nin, Uluslararası Geçici Kuvvet bünyesinde görev yaparken 26 Mart’ta öldürülen Binbaşı Cengiz Toytunç’un katili olduğunu belirtmişler. Bu konuda bilgilerin karışık olduğunu hatırlayacaksınız. İsrail’in bu iddiasının yanı sıra olayın tanıkları da kalaşnikoflu saldırganın Filistin polis üniforması giydiğini belirtmişlerdi.

Ana ve asıl önemlisi aydınlık bir konu olarak ele almak isteyip de dünyanın şiddetinden ikinci sıraya düşürmek zorunda kaldığımız Dünya Futbol Kupası’na dönelim artık isterseniz. Independent’tan James Lawton’un belirttiği gibi, Dünya Kupası Devrim’i yoluna devam etti dün. Türkiye milli futbol takımı, ev sahibi Japonya’nın sonunu getirirken, iki unsuru ortaya koyuyordu: Birincisi, dünyanın en büyük endüstrilerinden biri içinde “lobbying” kurallarını doğru oynamayı öğrendiğini. Böylesine kritik bir konjonktürde, endüstrinin içindeki doğru adam Şenes Erzik’le, doğru lobbying yapılmış, maça seyirci faktöründen etkilenmeyecek hakem seçilmesi, tamamen kurallar içinde sağlanmıştı. İkincisi, Türkiye’nin “taktik” açıdan dünya standartlarında üstün bir performans göstermesi, Japonya’nın oyununu bozup, galibiyeti uzun süre koruması ve Radikal’den Mehmet Demirkol’un dediği gibi, turnuvanın en başarılı savunmasını göstermesiydi. Taktik ve savunma kurgusu gibi konular, malumunuz olduğu üzre, sadece teknik direktörden sorulur. Hani şu, neredeyse tüm medyanın ve spor yazarlarının ortalama aşağılama nesnesi seçtikleri teknik direktörün. Dünya kupası devriminin bir başka görüntüsü de, beklentilerin aksine, futbolu keyifle ve iyi oynayan yeni ekiplerden G.Kore’nin, dünyanın en büyük ve âhenkli korosunu oluşturan seyircisiyle birlikte, “dev” İtalya’yı oyunun uzatma bölümünde resmen yerlerde süründürmesi, sonunda da gökmavilileri ve onun dev patronu Berlusconi’yi gözyaşlarına boğması oldu. Sokaklara uğrayan 4 milyon Kore vatandaşının (yani tüm ülke nüfusunun dörtte birinin) akıl almaz korosu, İtalyanların “i... hakem” yakınmalarını boğarken, artık geleceğin futbolunun sadece zenginlerin tekelinde kalmayacağının belirtisi bile sayılabilirdi... Bir yanda, birbiri ardından devrilen Fransa, Arjantin ve İtalya, öbür yanda da yükselen “underdog”lar: Senegal, Türkiye ve ABD... Köhnemiş ve bitmiş tükenmiş denen oyunda yeni bir takım değerler ortaya çıkıyorsa, buna devrimci bir değişiklik denmesi normal sayılabilir. Kendini yakarak, takımını ruhu ile destekleyen Koreli ile arabasını yakıp bir sonraki maçta evini yakarak takımını destekleyen Türk ise hangi değerleri temsil etmektelerdi, burasını tefrikacılarınız çözemedi.

Dünya Kupası’ndaki başarı herkesi, elbette Başbakan Ecevit’i de çok sevindirmiş. Sıhhati elverdiği kadar maçları izlediğini de söyleyen Başbakan NTV’ye açıklamalarda bulunmuş, hatta sıhhatine yakında kavuşacağı müjdesini de vermiş: “Bildiğiniz gibi bacak iltihabı, arkasından kaburga kırığı, arkasından omur zedelenmesi... Bunlardan ilk ikisini hallettik. Omur zedelenmesi üzerinde doktorlar çok titiz bir çalışma yapıyorlar. (...) Yakın bir zamandan bütün işlevlerimi yapar hale geleceğim.” Müjdeyi veren Ecevit’in sesindeki dikkat çekici kısıklık, bir de nevazil endişesi husule getirmedi değil tefrikacılarınızda, ama üzerinde durmaya değer bir şey olduğunu zannetmiyoruz. Yoksa kamuoyu mutlaka haberdar kılınırdı bundan.

Ecevit, idam cezasının kaldırılması konusunda DYP’nin anahtar parti gibi değil de kilit parti gibi davrandığını belirtmiş. Anadilde yayın konusunda Bahçeli ile uzlaşabileceklerini umduğunu dile getirmiş ve ekonomik sarsıntının da ekonomi dışı nedenlerden kaynaklandığını söylemiş. Bu “ekonomi dışı nedenler”den biri de AB’ye yönelik adımların aksaması, malum.

Adımlar aksadıkça üyelik takvimi meselesi de aksıyor elbette. Nitekim, Avrupa Parlamentosu ile TBMM arasındaki diyaloğu sağlayan Karma Parlamento Komisyonu’nun Eşbaşkanı Joost Lagendijk, Türkiye’nin Kopenhag Zirvesi’nde tam üyelik müzakerelerinin başlangıcına ilişkin bir tarih istemesinin gerçekçi olmayacağını söylemiş. Sebep? Lagendijk, terör örgütleri ve temsilcileri ile diyalog kurulmaması halinde de Kopenhag kriterlerinden birinin yerine getirilmemiş sayılacağını ifade etmiş.

Günün gelişmesi hiç şüphesiz Pamukbank’ın Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilmesi oldu.

Birkaç gün önce Yapı Kredi Bankası’nın Pamukbank ile birleşme kararına vardığını ve bunun Türkiye’deki en büyük bankacılık kuruluşlarından birinin doğuşuna sebep olacağını okumuştuk gazetelerden. Hemen arkasından ise bu haber geldi: Herkes çeyrek tur sevinci içindeyken ‘Yapı Kredi Bankası’nın hamiliğinin BDDK tarafından makbul bulunmadığı’ anlamına gelen bu haber geldi.

Yapı Kredi bankasının bu karardan nasıl etkileneceğini, hükumet bankalararası birleşmeyi özendirirken bu sefer buna neden izin verilmediğini, BDDK üzerinde başka bir sermaye grubunun baskısının olup olmadığını soracağız birbirimize önümüzdeki günlerde, bakalım cevap bulabilecek miyiz?

Devamı yarın...