Ömer Madra: Emekli Koramiral Atilla Kıyat’la beraberiz. Savaşın başlamasından 12 gün sonra, başta beklenenlerin dışındaki manzara, çok önemli değişikliklerle karşılaştıktan sonra, belki bir genel değerlendirme yapmak iyi olabilir diye düşündük. Hoş geldiniz.
Atilla Kıyat: Hoş bulduk efendim. Harp başladığı zaman hemen hemen hepimizin öngörüsü bu harbin 2-3 hafta içinde sona ereceği idi. Bu sona eriş tabii harbin herşeyi ile sona ermesi değildi, 2-3 hafta içinde Irak’ın savaşa devam azim ve gücünün kırılacağı, tabii ki harbin devamında birtakım olayların da devam edeceği şeklindeydi. Şimdi bugün, harbin 13’üncü gününe geldiğimizde gözümüzden kaçan bir noktayı hatırlamaya başladık. Başlangıçta bu harekatı 1991 harekatı ile mukayese ediyor ve arasında benzetmeler kuruyorduk. Bu muhteşem teknolojik gücün, harp sanayiinin ve lojistik desteğin Irak’ı bir anda çökertebileceğini düşünüyorduk. Halbuki iki harekat arasında çok önemli bir fark vardı: birincisi bir başka ülkeyi işgal etmiş bir silahlı kuvvetlere, devlete karşı yapılan bir harekattı, halbuki ikincisi kendi toprağını koruyan kişilere karşı yapılan bir harekat. O bakımdan bu çok önemli fark belki Amerikalıların da gözünden kaçtı. 13’üncü günde Amerika’nın teknolojisini sorgulamaya başladık, hatta Amerika’nın bu harekatı kaybedebileceği gibi varsayımlar da ortaya çıkmaya başladı.
ÖM: İlk defa Scott Ritter mesela.
AK: Evet, ben yalnız, o da söylemesine rağmen, bu değerlendirmelerin objektif olmaktan ziyade duygusal olduğuna inanıyorum. Çünkü herşeye, herkese, dünyadaki bütün kuruluşlara rağmen bu işi yapmaya soyunan Amerika’ya karşı bütün dünyada en fazla Amerikan yanlısı olarak tanıdığımız kişilerde dahi büyük bir nefret duygusunun uyanmasına neden oldu. Bu nefret bizi ister istemez mazlumun yanında yer almaya doğru itti. Tabii mazlum katiyen Saddam değil, mazlum Irak halkı. Ve biz Amerika’nın bu tek başına ve silah kullanarak dünya hakimiyetine yönelişinden ciddi şekilde ürktük. Esasında Amerika muvaffak olamaz, teknolojisi umduğumuz gibi iyi değilmiş gibi sözleri bir yerde de Amerika’nın başarılı olmasını istemeyişimizden kaynaklanıyor. O bakımdan ABD şöyle veya böyle, stratejisinin bir parçası olan Irak harekatını askeri açıdan başarı ile bitirebilir. Askeri açıdan başarılı olmaması ihtimali bence çok düşük, ama dünyada artan nefretle ve kendisinin savaş uzadıkça verdiği kayıplardan dolayı kendi ülkesinde doğacak olan tepki arasında sıkışıp kalabilir. Bu da maalesef en fazla Iraklıların zarar görmesine neden olur, çünkü bu ikilem arasında sıkışıp kaldığı zaman dünyanın nefretini bir tarafa itip kendi halkının tepkisini bir an önce minimum seviyeye indirmeğe çalışacaktır. Bu da bombardımanların artmasına, sivil halkın giderek çok daha fazla zarar görmesine, bir yerde belki göğüş göğüse sokak muharebelerin yerini şehirlerin kuşatılarak ve kuşatılmış şehirlere gökten bomba yağdırarak bunların harbe devam azim ve gücünü kırıp şehirlerarası irtibatı da keserek belki oradaki insanları açlığa susuzluğa mahkum ederek bu savaşın bir an önce bitirilmesine çalışacaktır. Askeri başarı gelebilir ama bu şekilde kazanılmış bir askeri başarı Amerika’ya karşı dünyadaki nefreti misli ile arttıracaktır, ondan sonra da hakikaten işi zor olacaktır.
Terör mekanizmasını işletmekten başka çıkar yol bulamadılar
ÖM: Yanılmıyorsam bu savaşın çıkacağını 15-16 ay ilk siz söylemiştiniz, biz de dış basını takip ettiğimiz için söylüyorduk. Bunu en erken söyleyenlerden birisiniz. Bu tabii çok vahim bir durumu ortaya koyuyor, yani Irak toplumunun ortadan kalkması gibi, çok büyük bir yıkıma uğraması gibi bir durum var. İkincisi de; sadece Amerika yönetiminin uyguladığı yanlış dış politika ya da beğenilmeyen, istenmeyen bir dış politikanın ötesinde ciddi bir anti-amerikancılığa dönüşmesi gibi bir tehlike de ortaya çıkabilir mi? Vietnam lafları geçmeye başladı.
AK: Muhakkak ki çıkar, Vietnam’da biliyorsunuz askeri başarı da yoktu, Amerika bir yerde Vietnam’dan hem dünyanın nefretini çekmiş olarak hem de çok büyük başarılar elde etmeden, amacına ulaşamadan ve umulmaz, hesaplanmaz sayıda kayıplar vererek geriye dönmüştü. Vietnam esasen bir sonuç almadan çekilme idi, bunu Ortadoğu’da düşünemeyiz, yani Amerika’nın birdenbire “ateşkes, ben yanlış yaptım, geriye döneyim” gibi bir harekete yönelme lüksünün artık şu anda olmadığını düşünüyorum, keşke olabilse. 11 Eylül olaylarından sonra ben “ABD’nin niçin terör ve niçin hedef benim?” sorusunu kendi kendisine sorması lazım geldiğini ve bu sorunun cevabını muhakkak bulduktan sonra dünyadaki dış politikalarını, stratejilerini yeniden belirlemesi lazım geldiğini söylemiştim. Ondan sonraki Amerikan dış politikasına baktığımız zaman ya bu sual sorulmadı veya soruldu fakat doğru cevabı veremediler. ABD biliyorsunuz bu harekata başlamadan önce de hemen hemen bütün dünyanın karşı çıkmasına, bir umursamazlık içerisine hatta kendisinin bir yerde öncülük edip kurduğu ve hemen hemen dünyadaki her anlaşmazlıkta finansörü de kendisi olduğu için devreye soktuğu bir BM’yi bile hiç dikkate almadan, daha da ileri giderek Bush “21’inci yüzyılda böyle bir kuruluşa ihtiyaç var mı, yok mu? Kurmaylarıma bunu incelettiriyorum” demesine varan bir aymazlık içine düştü. Bu tabii ki ABD’nin yadsınamaz teknolojisine karşı, bu teknolojinin ezdiği toplumların da bazı karşı koyma güçlerini, yollarını araştırmaları gerektireceği sonucunu çıkardı. Hangi nedene dayanırsa dayansın tasvip etmemekle birlikte, bu ezilmiş insanlar, bu büyük güce karşı maalesef terör mekanizmasını işletmekten başka çıkar bir yol bulamadılar.
ÖM: Köşeye sıkıştılar.
AK: Evet üstelik, bir iki televizyon programımda da belirttiğim gibi, dünya 1990’da sadece tek kutuplu olarak değişmedi, 1990’dan sonra dünya küçüldü. İletişim hakikaten dünyanın her yerinde ne olursa diğer yerinde öğrenilmesine neden oldu. Bu mazlum insanlar, bu köşeye sıkıştırılmış insanlar iletişim bu derece ilerlemeden önce farkında olmadıkları bir pastanın varlığından haberdar oldular. Bu pastadan pay istediler, güçleri belki bu payı koparmaya yetmiyordu ama şunu fark ettiler; dünyada böyle bir pasta var ve beni yıllar boyu bu pastadan uzak tutan güçler de başta Amerika... O zaman kin, nefret zaten başladı, ondan sonra da bu aymaz tutum sahnelenince demokrasi havarisi, adalet, hukukun en iyi işlediği ülke olarak düşünülen bir devlet bunların her birini bir tarafa bırakıp, sadece kendi halkının –dünyanın da demiyorum- refahını düşünerek, kendi halkının 50-100 yıl sonrasını garantiye almayı düşünerek silahlı bir saldırganlığa döndü. Bir yerde küreselleşmeyi, siyasal, ekonomik, hukuksal küreselleşmeyi insancıl yollarla değil, “bu küreselleşmenin lideri benim, dünya benim arzu ettiğim şekilde küreselleşecek, bunun dışında kalanların, buna ayak uydurmayanları da ben silahla yok edeceğim” şeklinde bir davranış bence çok büyük ve zaten var olan nefreti misli ile arttırdı. Bundan sonra korkarım ki, terörizmi önleme yolunda çıkılan bu harekat, dünyaya demokrasiyi, barışı getirmek üzere çıkılan bu harekat askeri açıdan başarıya ulaşabilir ama siyasi açıdan dünyanın başına çok büyük bir dert açacak...
Kapalı kapılar ardında, ABD’ye destek mesajı
ÖM: Çok çarpıcı. Özellikle Filistin’de olup bitenleri, İsrail ordusunun aşağı yukarı üç saatte bir Filistinli’yi öldürme temposunun devam ettiği ve bütün varlarını yoklarını yıkarak yapmasına da göz yumduğu bir ortamda, bunun çok daha vahim bir hal alabileceği düşünülebilir.
Ayrıca ABD’yi yöneten çelik çekirdeğinde -hiçbiri de askerlik yapmamış, hatta tam tersine tüymüş, Vietnam savaşından kaçmış olan kişilerin yönettiği- bir çatlama da ilk defa göze çarptı. Bu “karanlıklar prensi” diye adlandırılan Richard Perle en azından, çok kuvvetli pozisyonundan istifa etti bir yolsuzluk davası yüzünden. Perle’ün istifa etmeden iki gün önce yaptığı konuşmada Suriye, İran, oradan Kuzey Kore gibi yeni savaş alanlarından bahsediyor olması, ABD’nin kendisine gelen refleksin, bu nefretin neden geldiğini düşündüğünü henüz pek göstermiyor.
AK: Ben de düşündüklerini pek zannetmiyorum, yanlış bir yola girdiler, umarım bu yoldan çok çabuk geri dönerler. Eğer bu yoldan geri dönmelerine bu Irak harekatı neden teşkil ederse, korkarım ki, evet doğrudur: Diktatör olduğuna, zalim olduğuna inandığımız, vaktiyle gözünü kırpmadan kendi halkı üzerine kimyasal silahlar kullandığını bildiğimiz Saddam, Amerika’yı bu yolundan döndüren bir kahraman olarak da ileride tarihe geçebilir.
ÖM: Bu da herhalde olabilecek en ironik, en tuhaf sonuçlardan biri. En istenmeyen herhalde bu olurdu. Bir de; kaçınılmaz olarak, “Türkiye bu savaşın neresinde?” sorusu herhalde sürekli size soruluyordur. Özellikle de ikinci tezkere denilen, Amerikan askerlerinin burada konuşlandırılmasını ve buradan da Türk silahlı kuvvetlerinin yurt dışına gönderilmesini öngören tezkerenin reddi ile, nasıl bir konum kazanıldı? Şimdi neredeyiz?
AK: Bu savaşın neresinde olduğumuz sorusunu savaş başlamadan önce, “Neresinde olacağız?” diye soruyorduk. Savaş başladıktan sonra, bu tezkere karmaşalarından sonra birbiri ile çelişen tezkerelerden sonra çelişki neredeydi? Birinci tezkereyi meclisimiz kabul etmişti. O tezkereye göre ülkemizde üslerin incelenmesi, bu üslerin Irak harekatına destek amacıyla kullanılmak üzere gerekli yatırımların ABD tarafından yapılması kabul edilmiyordu. ABD de bu tezkere uyarınca bu üslerimize, limanlarımıza gelmiş, incelemeler yapmış, bundan öte yatırımlara başlamış, bundan da öte kuvvetlerini bu limanlara, üslere getirmeye başlamış olduğu bir devrede ikinci tezkere reddedildi.
Ben hep söylüyorum, ABD’nin tepkisi bizim ikinci tezkereyi reddedişimiz ve ABD’ye bu savaşta sadece kısıtlı destek veriyor olmuş olmamıza değil. ABD’nin tepkisi sadece bu hükümet zamanında değil, bundan önceki hükümet zamanında da 6 aydır çeşitli seviyelerde süren görüşmeler, tartışmalar, konuşmalar, hatta anlaşmalar sonucunda hep kendilerine bu savaşta her şeyimizle onların yanında olacağımız izleniminin kapalı kapılar ardında verilmesi, fakat son anda da “Biz bu savaşın içinde yokuz” anlamına gelen bir tezkere olayının yaşanması... ABD’yi en fazla Türkiye’ye karşı sinirlendiren, hatta cezalandırmasını düşündüren konu buydu.
Hukuken savaşın içindeyiz, tarafız
Savaşın neresinde olduğumuz geçen hafta içinde sayın Genelkurmay Başkanı’nın yapmış olduğu açıklama ile netleşti. Tabii, söylenen herşey doğruydu ama, gönül arzu ederdi ki... sayın Genelkurmay Başkanımızın yapmış olduğu açıklamanın sadece “TSK’nın kendini savunma amaçlı silah kullanma hakkının mahfuz tutulduğu” cümlesi hariç –tek askeri cümle buydu. Onun dışındaki tüm mesajlar ancak siyasi otoriterinin almış olduğu kararlar sonucunda yapılacak işlemlerdi. Bir ülkenin silahlı kuvvetlerinin bir başka ülkeye geçişi siyasi bir karardır, orada kalış süresi siyasi bir karardır, bir ülkenin harbe giriş nedenlerinin tespiti siyasi bir otoritenin tespit etmesi gereken hususlardır. Hele sayın Genelkurmay Başkanımızın “dünya yeniden şekillenir, Avrasya oluşur, biz de bunun neresinde olacağımızı düşünürüz” sözü yine bir siyasi otoritenin vereceği bir karardır. Sayın Genelkurmay Başkanı’nın konuştuğu gün vermiş olduğu bu mesajlar hakikaten bütün dünyada sıkışmış –düşünebiliyor musunuz, müttefikimiz olan herkes “Sakın ha Irak’a girme çok kötü yaparım!” demeye başladığı- bir ortamda, içeride halkımızın televizyonlarda, radyolarda mantar gibi biten yorumcularla kafasının karmakarışık olduğu bir zamanda, hakikaten hem dünyaya bir mesajdı hem de Türk insanına rahat nefes aldıran bir mesajdı. Tekrar altını çizerek söylüyorum, keşke sayın Genelkurmay Başkanımız’dan 3-5 gün önce Sayın Başbakan ulusa seslenirken bu mesajları -ne olduğunu anlamadığımız yuvarlak cümleler yerine- açık olarak verseydi. Savaşın neresindeyiz? Fiilen savaşın içinde değiliz, fiilen Irak halkına bir kurşun sıkmıyoruz ama hukuken savaşın içindeyiz. Çünkü bir ülke toprakları, karasuları ve bunların üstündeki hava sahasından oluşur, eğer siz hava sahanızı savaşan taraflardan birine açıyorsanız devlet hukukuna göre siz de muhatabın düşmanı haline gelirsiniz. Dolayısı ile hukuken biz şu anda savaşın içindeyiz, çünkü savaşan taraflardan birine hava sahamızı açtık. Hava sahası açmak, toprak açmak veya karayı, suyu açmak birbirinden farklı değil. “Ben hava sahamı açtım ama bak Amerikan askeri de toprağıma basmadı, dolayısı ile ülkemi vermedim...” Hayır değil, hava sahanızı da açarak ülkenizi bu işe tahsis ettiniz. Toprak açmak ne olabilirdi? Eğer Amerika bu bölgede 20-25 yıl kalacaksa, ki kendi stratejisi budur, harekat başarı ile sonuçlanırsa ancak bu kadar süre burada kalarak amacına ulaşabilecektir, o zaman bunun anlamı da açtığınız üsler, müsaade ettiğiniz askerlerin de en az 20-25 yıl sizin topraklarınızda kalacak olması sonucunu doğururdu. Aradaki tek fark budur, yoksa “hava sahasını açtım ama toprağıma da Amerikalıyı konuşlandırmadım, dolayısı ile ben Irak’ın dostuyum...” Hayır, değilim.
ÖM: Bu tabii gene de nispeten belki de savunulabilir bir şey yaratıyor, en azından bu topraklara askerlerin konuşlandırılmasını reddeden tezkerenin arkasında durulmasında çok fayda olduğu düşüncesindeyim.
AK: Bu tezkerenin arkasında duralım diyorum, çünkü her kötülükten bir hayır doğacağına inanıyorum, sanki bu tezkerenin meclisten çıkmaması Türkiye’nin sonu gibi algılandı ve değerlendirildi. Oradan gelmeyecek olan 26 milyar doların, 6.5 milyar dolar hibenin –hangisini seçiyorsak- gelmeyişinin zaten pamuk ipliğine bağlı Türkiye ekonomisini iyice çökerteceği, dibe vurduracağı düşünüldü. Ben öyle düşünenlerden değilim, çünkü Türkiye bugünkü durumuna yıllardır zaten uygulamış olduğu yanlış politikalarla, ekonomi politikalarıyla geldi. Bunlar hep borcu borçla kapatmak şeklindeki politikalardı, halbuki bence bu 3-5 oyla bu tezkerenin geçmemesi belki de Türkiye’nin kendine gelmesi, silkinmesi, kendi iç dinamiklerini harekete geçirmesi için son bir şanstı. Bu şansın Türkiye’nin önüne açıldığını düşünüyorum ve Türkiye’nin bu şansı kullanması gerektiğine inanıyorum, belki de bu son şansı olacak Türkiye’nin. O bakımdan bunun arkasında duralım diyorum, çünkü ben verilen kredileri ve borçları şöyle düşünüyorum: Küçükken evimizin bahçesinde bir tulumba vardı. Ben 8-10 yaşlarındaydım, babam “Oğlum şu kovayı doldur” derdi, ben tulumbaya basardım basardım bir şey gelmezdi. Babam gelir bir maşrapa su boşaltırdı üstten, havasını alırdı onun ve ben çeker kovayı doldururdum. Maşrapadan fazla alırdım çünkü kuyumuzda su vardı; şimdi bu yardımları böyle ‘havamızı almak’ için boşaltılmış bir maşrapa suya benzetiyorum ama tulumbanın koluna bastığımız zaman sadece ve sadece bu maşrapa suyu kullanabiliyoruz, çünkü kuyunun dibinden su çıkarmayı bir türlü beceremedik. Bence artık maşrapayı reddelim, havayı nasıl alırsak biz kendimiz halledelim, çünkü kuyumuzda su var, ben buna inanıyorum. Bu kuyunun suyunu kendi iç dinamiklerimizi harekete geçirerek çıkarıp kullanalım diyorum.
Kürt, Ermeni, Yunan korkusu Türkiye’yi hortumlayanlara yardımcı oldu
ÖM: Ben de aşağı yukarı tamamen aynı şekilde düşünüyorum. Bir de korkularımız var, dünkü Cumhuriyet gazetesindeki mülakatta da etraflıca değinmişiniz ama tekrar bir daha telaffuz edilmesinin çok yararlı olacağını düşünüyorum. Vatandaşlar kitlesi olarak, çok kuvvetli, tam da içeriğini bilmediğimiz bilgi eksikliğine dayanan korkularla çok uzun süre yönetildiğimizi düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi Kuzey Irak’taki Kürt meselesi. Kürdistan’ın bağımsız kurulması halinde bize çok büyük bir bağımsızlık talebi ile, tekrar parçalanma talebi gelebileceği, bu yüzden de kuvvet yolu ile müdahale etmemiz gerektiği şeklinde tezahür etmesi. Başka korkularımız da var elbette, Kıbrıs’ta ne olabileceğimiz gibi. Bu konudaki görüşlerinizi rica edebilir miyim?
AK: Bakın yıllar boyu beğenmediğimiz, “dış güçler” olarak nitelendirdiğimiz kesimin, buna Avrupa dünyası diyebilirsiniz, Avrupa’daki birkaç müttefikimiz diyebilirsiniz, aynı zamanda birlikte NATO üyesi olduğumuz ABD diyebilirsiniz, bunu ülkelerden kurumlara genişletebilirsiniz, Avrupa Parlamentosu diyebilirsiniz, bunların hep bize karşı kullanmış oldukları belli başlı dört tane kart var. Bunlardan bir tanesi demokrasi ve insan hakları, bir tanesi Yunan ilişkileri ve Kıbrıs, diğer ikisi de Ermeni ve Kürt sorunları. Yıllardır bizim bu konulardaki hassasiyetimizi bildikleri için devamlı bu kartlarla oynuyorlar bize karşı. Biz de maalesef bu kartları onların elinden alabilme gücünü bir türlü gösteremiyoruz. Bu dört karttan arzu ettiğimiz noktaya gelmemiş olmakla birlikte insan hakları ve demokrasi konusunda oldukça ileri adımlar attık. Bir yerde belki bu kart ellerinden alınmak üzere. Diğer üç kartta maalesef arzu edilen adımları atamadık. Yıllardır bu korku ve kuşku ile yaşamak üzerine bina ettiğimiz politikaların Türkiye’yi geri götürdüğüne inanıyorum. Türkiye’nin ekonomisinin ciddi şekilde sarsıntılar geçirmesinde bu politikaların olduğuna inanıyorum. Ayrıca yıllar boyu Türkiye’yi hortumlayanların, Türkiye’de bir hortumlayıcı düzen kurmak isteyenlere bu politikaların yardımcı olduğuna inanıyorum. O bakımdan bütün bunlardan kurtulmak istiyorsak, bu korkularımızdan da kurtulmamız gerektiğine, bu şekilde korkularla yaşamamızın ancak ve ancak kendi gücümüzü inkar ettiğimiz anlamına geldiğini düşünüyorum ve bir Türk vatandaşı olarak ben bunda aşağılandığımız hissediyorum. 2.5 milyon açlık sınırında bir Ermenistan komşumuz var, biz yıllar boyu “Eyvah, dünyanın herhangi bir ülkesinin parlamentosunda ya soykırım tasarısı çıkarsa” diye telaş içerisinde, bir anda bu tasarıları gündeme getirenleri düşman ilan edip, boykot çağrıları yapıp, bu konuya çok fazla önem verdiğimizi hissettiriyoruz; onlar da bu konuya önem verdiğimizi hissettikçe bunu bize karşı silah olarak kullanıyor.
Şimdi dünyanın çeşitli parlamentolarından bu karar çıkarmış, Ermeni de sonra ekonomimi çökertecek şekilde çok ciddi bir tazminat alırmış benden, bununla da yetinmezmiş sonra da Kars ve Ardahan’ı alırmış!.. Yani bu inanılmaz bir şey. Aynı şekilde güneyimde 3.5-4 milyon Kürt devlet kurarmış, bu 3.5 milyon Kürdün kurduğu devlet öyle bir cazibe haline gelirmiş ki, benim Mersin ve İskenderun dahil şöyle bir çizgi çizip bütün Doğu Anadolu’mu benden böler, kopartır ve alırmış. Beyler insaf, eğer biz hakikaten oradaki 3.5 milyon Kürdün kurduğu bir devletin Türkiye’nin yarısı için cazibe merkezi haline gelebileceğini düşünüyorsak, bu gerçekse ve Türkiye’yi bu hale getirdiysek, geçmiş olsun. Yapılabilecek bir şey yok, eğer bu haldeysek...
Hiç olmazsa torunlarımızı kaybetmeyelim
Biz şunu düşünelim; biz 70 milyon Türkü ile, Kürt asıllısıyla, diğer vatandaşlarımızla biz niye civarımızdaki bu 3.5 milyonu Türkiye’yi cazibe merkezi görecek halde olmaları için, ülkemizi niye o hale getirmedik? Mümkün mü? 3.5 milyon kişi orada bir devlet kuracak ve o devlet bir anda cazibe merkezi haline gelecek? Uzatırsınız elinizi, “Kur kardeşim devletini, hiç beni ilgilendirmiyor, ama şöyle bir coğrafyaya bak, denize çıkış noktalarına bak, komşularına bak, senin burada yaşabilmen için benim gibi bir ağabeye ihtiyacın var. Sen uslu kardeşlik yaptığın müddetçe ben de ağabeyliğimi yaparım, yaşarsın. Ama bu uzattığım dost eli sen günün birinde bana karşı kullanmaya kalkarsan, beni kullanmaya kalkışırsan, bu el yumruk olur başına iner. Ben Türkiye olarak o güçteyim” deme rahatlığını bir türlü gösteremiyoruz. Aynı şekilde Yunanistan’la olan ilişkilerimiz yıllardır sorarım kime yaradı? Yunanistan’a mı? Hayır. Türkiye’ye mi yaradı? Hayır. Sadece ve sadece dünyada silah tüccarlarına yaradı, silah tüccarlarını zengin ettik, onların Türkiye’deki aracılarını zengin ettik, biraz evvel söylediğim gibi bu korku ve kuşku baskı getirdi, demokratik açıdan baskı getirdi. Demokratik açıdan baskı geldiği zaman şeffaflık gitti, şeffaflık gidince hortumcu düzen ortaya çıktı ve biz bu haldeyiz. Şimdi çok ciddi bir politika değişikliği yapıp Kıbrıs, Ermenistan, Kürt politikalarımızda çok ciddi adımlar atmazsak zaten çocuklarımızı kaybettik, yani bizden sonraki nesli kaybettik, hiç olmazsa torunlarımızı kaybetmeyelim. Bu politikalarda köklü değişiklikler yapmaz isek, biz bundan 25 sene sonra da sizin yerinizde bir başkası –ama inşallah yine siz- ama benim yerimde kesin bir başkası oturup yine aynı şeyleri konuşur, söyler durumda olacağız. Türkiye gene 1500 dolar kişi başına gelirlerle yetinmek durumunda kalacak.
ÖM: Çok teşekkür ederiz, fevkalade ayrıntılıydı ama göndermeden önce bir vaat de koparalım, arada bir size çok ihtiyacımız olacağını düşünüyorum.
AK: Estağfurullah, ihtiyaç değildir, sohbetinizden ben de hoşlanıyorum, vaktimin müsaade ettiği nispette birlikte olma sözünü veriyorum.
(31 Mart 2003 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete’de yayınlanmıştır.)