Adalet Olmaksızın Gerçek Barış Sağlanamaz
Yazar Arundhati Roy'un, 4 Kasım 2004'te Syndey Barış Vakfı tarafından verilen Barış Ödülü'nü alırken yaptığı konuşmanın metni: "Adalet olmaksızın gerçek barış sağlanamaz ve direniş olmadan da adalet olmaz."
04 Kasım 2004
Artık resmileşti. Sydney Barış Vakfı büyük riske girdi. Geçen sene büyük bir cesaretle Sydney Barış Ödülü için Filistinli Dr. Hanan Ashrawi'yi seçtiler. Bu sene de, yetmezmiş gibi, dünyada o kadar insanın arasından beni seçtiler.
Bu senenin Sydney Barış Ödülü açıklandığında beni yakından tanıyan kişiler tarafından oldukça ağır ithamlara maruz kaldım: "Niçin bu ödülü tanıdığımız en büyük baş belasına verdiler? Kimse onlara senin barış kavramıyla uzaktan yakından alakan olmadığını söylemedi mi? Sydney Barış Ödülü ile senin ne ilgin var? Sydney'de savaş mı vardı da sen durdurdun?"
Kendi adıma Sydney Barış Ödülü'nü almaktan büyük mutluluk duyuyorum. Ancak bu ödülü, bir yazara verilen bir edebiyat ödülü olarak görüyorum; çünkü bana atfedilen bir çok yanlış yakıştırmaların aksine ben ne bir eylemci, ne bir kitlesel hareketin lideri ne de "sessizlerin sesiyim". (Ancak hepimizin bildiği gibi "sessiz" diye bir şey yoktur. Sadece kasıtlı olarak susturulanlar veya tercihen duyulmayanlar vardır.) Ben kendimden başka kimseyi temsil etme gibi bir iddiası olmayan bir yazarım. Her ne kadar istesem de, bu ödülü güçsüz ve ayrıcalıksızların güçlüye karşı mücadelesinde yer alanların adına kabul edersem, bu benim küstahlığım olur. Yine de bu ödülü, Sydney Barış Vakfı'nın dünya çapında milyonlarca insanın paylaştığı bir çeşit politika ve dünya görüşünü içeren bir dayanışmasının ifadesi olarak kabul edebilir miyim?
Zamanının çoğunu sözde barışı bozma planları ve direniş stratejileri geliştirerek harcayan birine barış ödülü verilmesi tuhaf görünebilir. Ancak unutmamalıyız ki, feodal bir ülkeden geliyorum ve çok az şey feodal bir barıştan daha huzursuzluk vericidir. Bazen gerçek eski klişelerde saklıdır. Adalet olmaksızın gerçek barış sağlanamaz ve de direniş olmadan adalet olamaz.
Bugün sadece adaletin kendisi değil, adalet kavramı da tehdit altındadır. Toplumun duyarlı ve savunmasız kesimlerine yapılan saldırı öyle zalim, ağır, zekice planlanmış ve hedefe yönelikti ki adalet tanımımız bile değişti. Vizyonumuzu daralttı ve adaletle ilgili beklentilerimizi kısıtladı. Adalet kavramımızın yerini gittikçe daraltılmış hassas bir "insan hakları" söylemi aldı.
Düşünecek olursak bu tehlikeli bir değişim. Buradaki fark ise denklemdeki eşitliğin bozulmuş olmasıdır. Bu bir yıpranma sürecidir. Bilinçsiz bir şekilde "adalet" kavramını zenginlere, "insan hakları" kavramını ise fakirlere uygun görmeye başladık. Dünyanın güçlü kesimi için "adalet"; onun kurbanları içinse "insan hakları" denmeye başlandı, yani Amerikalılara adalet, Afganlara ve Iraklılara insan hakları. Hindistan'daki üst kastlar için adalet, Dalitler ve Adivasiler için insan hakları. Beyaz Avustralyalılar için adalet, Aborijinler ve göçmenler için insan hakları. (Her zaman değil bile)
İnsan hakları ihlalinin, dünyada zorlayıcı ve adaletsiz bir siyasi ve ekonomik yapının uygulanması sürecinde doğal ve gerekli olduğu apaçık ortadadır. İnsan hakları büyük ölçüde ihlal edilmezse, neo-liberal proje hayalden öteye gidemez. Fakat, giderek artan insan hakları ihlalleri bu siyasi ve ekonomik sistemin talihsiz ve kazara ortaya çıkan sonuçları olarak değerlendiriliyor. Sanki sivil toplum örgütlerinin biraz fazla çabalarıyla düzeltilebilecekleri küçük bir sorunmuş gibi görülüyor. İşte bu nedenden dolayı çatışmaların doruğa ulaştığı Irak ve Kaşmir gibi bölgelerde insan hakları uzmanları şüphe ile karşılanıyor. Fakir ülkelerde adaletsizliğe karşı savaşan ve "özgürlük" ile "kalkınma"nın temel prensiplerini sorgulayan direniş hareketleri, insan haklarıyla ilgilenen sivil toplum örgütlerini emperyalizmin çirkin yüzünü silmeye çalışarak, siyasi öfkeyi ateşleyen ve statükoyu korumaya çalışan misyonerler olarak görüyorlar.
Bundan birkaç hafta önce Avustralyalıların büyük çoğunluğu Irak'ın yasa dışı işgaline Avustralya'yı da dahil eden John Howard'ı yeniden başbakan olarak seçti. Irak'ın işgali şimdiye kadarki en korkakça savaşlardan biri olarak tarihe geçecektir. Bu savaş öyle bir savaştı ki, dünyayı pek çok kere yerle bir edecek kadar nükleer silahlarla donanmış bir kaç zengin ülke, fakir bir ülkeyi nükleer silah bulundurmakla suçlayıp Birleşmiş Milletler'i bu ülkeyi silahsızlandırmak için kullandı, ülkeyi işgal etti ve şimdi onu satmaya çalışıyor.
Hakkında herkes konuştuğu için değil, gelecekte olacakların habercisi olduğunu düşündüğüm için Irak hakkında konuşmak istiyorum. Irak yeni bir döngünün başlangıcına işaret ediyor. Bu olay bizlere iş başındaki "imparatorluk" olarak bilinen ortak askeri entrikayı izleme fırsatını veriyor. Yeni Irak'ta her şey apaçık ortada.
Dünya kaynaklarını kontrol etme savaşının yoğunlaşmasıyla beraber ekonomik sömürgecilik, resmi askeri saldırganlık yoluyla geri dönüyor. Irak, neo-sömürgeciliğin ve neo-liberalizmin birleşiği ortak küreselleşme sürecinin mantıklı bir sonucudur. Eğer bu kan perdesinin arkasına bakacak cesareti bulursak, arka plandaki acımasız eylemleri görebiliriz. Ama öncelikle sahnenin kendisine kısaca bakalım.
1991 yılında Başkan George Bush Çöl Fırtınası Operasyonu'nu yürüttü. On binlerce Iraklı savaşta öldü. Irak toprakları, çocuklarda görülen kanser oranını 4 kat artıran 300 tondan fazla azaltılmış uranyumla bombalandı. 13 yıldan daha fazla süredir 13 milyon Iraklı savaş bölgesinde gıda, ilaç ve temiz sudan mahrum bir şekilde yaşıyor. Son Amerikan seçimlerinde hatırlayacağımız üzere, yaşanan zalimliğin boyutları Cumhuriyetçiler ile Demokratların mücadelesini etkilemedi. Yarım milyon Iraklı çocuk Şok ve Korku Operasyonu öncesindeki ekonomik ambargo rejimi nedeniyle öldü. Son zamanlara kadar elimizde kaç ABD askerinin öldüğüne dair kesin kayıtlar olmasına rağmen kaç Iraklının öldüğüne dair hiçbir fikrimiz yoktu. ABD'li General Tommy Franks (Iraklı cesetleri kastederek): "Cesetleri saymıyoruz" dedi. Buna Cenova Konvansiyonu'nu uygulamadıklarını da ekleyebilirdi. Lancet tıp dergisi tarafından hızla yürütülen ve kapsamlı olarak gözden geçirilen yeni ve detaylı bir araştırmaya göre, 2003 işgalinden bu yana tahminen 100,000 Iraklı hayatını kaybetti. Bu rakam şu anda içinde bulunduğumuz salon gibi dolu 100 salon ediyor. 100 salon dolusu arkadaş, anne-baba, kardeş, meslektaş, sevgili...Tıpkı sizler gibi... Aradaki fark bugün burada fazla çocuk olmaması. Iraklı çocukları unutmayalım. Bu kan dökümüne teknik olarak nokta bombalaması deniyor. Günlük dilde ise buna "kasaplık" diyebiliriz.
Bunları artık herkes biliyor. İşgali destekleyenler ve işgalcilere oy verenler cehalete sığınamazlar. Bu kişiler ya bu zalimliğin doğru ve adaletli olduğuna ya da en azından çıkarlarına uygun olduğu için kabul edilebilir olduğuna inanıyor olmalılar.
Soykırım, kölelik ve sömürgeciliğin kalıntıları üzerine inşa edilmiş olan "uygar" ve "modern" dünya şu anda dünyadaki petrol, silah, para ve basının kontrolünü elinde bulunduruyor. Özgür İfade öğretisini benimseyen ortak basının yerini, "Katılıyorsan Özgür İfade" öğretisini benimseyen bir basın almış durumda.
BM'nin Silah Denetleme Başkanı Hans Blix Irak'ta nükleer silah olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmadığını belirtti. Gerek Saddam Hüseyin'in Nijer'den uranyum satın aldığına ilişkin raporlar, gerekse İngiliz İstihbaratının eski bir öğrencinin söylevinden aşırdığı ortaya çıkan raporları olsun, ABD ve İngiltere hükümetleri tarafından saptanan her bir kanıtın sahte olduğu ortaya çıktı. Bunun yanı sıra savaşın başlarında ABD'deki "en saygın" gazete ve televizyon kanalları her gün Irak'taki nükleer silah depolarının "kanıtlarını" manşetlerine taşıdılar. Ancak şimdi Irak'ın nükleer silah depolarına ilişkin üretilmiş olan "kanıtların" kaynağının CIA'in milyonlarca dolar verdiği Ahmet Çelebi olduğu çıktı. (Aynen Endonezya'daki General Suharto, Şili'deki General Pinochet, İran Şahı, Taliban ve Saddam Hüseyin gibi).
Ve böylelikle bir ülke unutulmaya itildi. Tabii bazı özürümsü ifadeler de oldu. "Pardon arkadaşlar ama gerçekten durmamamız gerekiyor. Suriye ve İran'daki nükleer silahlarla ilgili taze duyumlar alıyoruz. Bilin bakalım bu duyumları bize kim iletiyor? Irak'taki uydurma haberleri veren aynı gazeteciler. İşte bu bizim A Takımımız.
İngiliz BBC Televizyonu Başkanı geri adım atmak zorunda kaldı ve bir BBC muhabirinin, Blair yönetimini Irak'ın Kitle İmha Silahları Programı ile ilgili istihbarat raporlarını abartmasından dolayı suçlaması üzerine bir kişi intihar etti. Ancak İngiltere Başbakanı, hükümeti bu istihbarat raporlarını abartmaktan da öteye gitmesine rağmen, koltuğunu bırakmadı. Bu hükümet, bir ülkenin yasadışı işgali ve onun insanlarının kitlesel olarak öldürülmesinden sorumludur.
Ben ve benim gibi Avustralya ziyaretçilerinden vize formu doldururken şu soruya cevap vermemiz bekleniyor: "Herhangi bir savaş suçu veya insanlığa ve insan haklarına karşı suç işlediniz mi veya böyle bir eylemin içerisinde yer aldınız mı?" Acaba George Bush ve Tony Blair Avustralya'ya vize alabilirler miydi? Her ikisi de uluslararası hukuk prensiplerine göre savaş suçlusu olarak kabul edilmeliler.
Ancak bu kişilerin görevden uzaklaştırılmasıyla dünyanın değişeceğini düşünmek safça olur. Esas trajik olan, rakiplerinin onlarının politikalarıyla uyuşmazlığı olmaması. ABD seçim kampanyasının odak noktası kimin daha iyi bir Başkumandan olacağı ve Amerikan İmparatorluğu'nu daha etkili bir şekilde yöneteceğiydi. Demokrasi artık seçmenlere gerçek değil sahte seçenekler sunuyor.
Her ne kadar Irak'ta hiçbir kitle imha silahı bulunamamış olsa da Saddam Hüseyin'in bir silah programı geliştirmeye çalıştığına dair şaşırtıcı kanıtlar ortaya çıktı.( Tıpkı benim senkronize yüzmede Olimpiyat madalyası kazanmayı planlamam gibi). Önleyici saldırı öğretisi için tanrıya şükürler olsun. Kendisinin Amerikalı senatörlere şarbonlu postalar göndermek veya Londra metrosuna burkalı dişi tavşanlar salmak gibi daha başka ne tür şeytani fikirleri olduğunu tanrı bilir. Şüphesiz ki tüm bunlar yakında yeni Irak'ta Saddam Hüseyin için yapılacak özgür ve adil yargılamada ortaya çıkacak.
Tabii ki ABD ve İngiltere'nin Saddam Hüseyin'e Iraklı Kürtler ve Şiilere karşı saldırılar düzenlediği sırada nasıl para ve malzeme desteği sağladığı dönem dışında her şey. Ve tabii ki Saddam Hüseyin tarafından BM'ye sunulan ve 24 ABD şirketinin Irak'ın Körfez Savaşı öncesi nükleer ve konvansiyonel silah programlarıyla ilişkilerini belgeleyen ve ABD tarafından sansürlenen 12,000 sayfalık rapor dışındaki her şey. (Bunların arasında Bechtel, DuPont, Eastmen Kodak, Hewlett Packard, International Systems ve Unisys de var)
İşte şimdi Irak "özgürleştirildi". İnsanları boyun eğdirildi ve piyasaları "serbestleştirildi". İşte bu neo-liberalizmin temelidir; "piyasaları serbestleştir, insanları kandır!"
ABD hükümeti Irak ekonomisinin tüm sektörlerini özelleştirip sattı ekonomi politikaları ve vergi kanunları yeniden yazıldı. Şu anda yabancı şirketler Irak şirketlerinin %100'ünü alıp elde ettikleri kazancı ülke dışına çıkarabiliyor. Bu, işgalci güçleri de sınırlayan uluslararası hukuk kurallarının açıkça ihlalidir ve yetkinin "Geçici Irak Hükümet'ine hızlı ve gizli bir şekilde "devredilmesinin" en önemli nedenleri arasındadır. Irak'ın "çokuluslulara" devir teslimi tamamlanınca, ılımlı dozda gerçek demokrasi hiçbir zarar vermeyecektir. Aslında Özgürlük Teolojisinin, diğer bir deyişle Yeni Demokrasinin Birleşik versiyonu için iyi bir basın bülteni konusu bile olabilir.
Irak'ın müzayedesi, beklendiği şekilde paniğe yol açtı. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in de bir zamanlar başkanlığını yaptığı Bechtel ve Halliburton gibi ortaklıklar "yeniden yapılanma" işinde çok kazançlı sözleşmeler imzaladılar. Bu ortaklıklardan herhangi birinin kısa bir özgeçmişine bakarsak sadece Irak'ta değil, tüm dünyada bu işlerin nasıl yürüdüğü konusunda fikir sahibi oluruz. Bechtel'i ele aldık diyelim, çünkü zavallı Halliburton Irak'a petrol satışında fazla fiyatlandırma yaptığı ve Irak'ın petrol sanayisini "restore" ederken 2,5 milyar dolar fatura çıkardığı gerekçesiyle soruşturma altında.
Bechtel Grubu ve Saddam Hüseyin eski iş ortaklarıdır. Yaptıkları anlaşmaların pek çoğunu ayarlayan kişi de Doanld Rumsfeld'den başkası değildir. Bechtel, Saddam Hüseyin'in 1988'de binlerce Kürdü zehirli gaz yağmuruna tutmasından sonra, onun hükümetiyle Bağdat'ta yeniden kullanımlı kimyasal bir santral yapmak için sözleşme imzaladı.
Tarihsel olarak Bechtel Grubu'nun Cumhuriyetçilerle kaçınılmaz bir şekilde yakın bağları olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Bechtel ile Reagan ve Bush yönetimini bir takım olarak değerlendirebiliriz. Eski ABD Savunma Bakanı Caspar Weinberger Bechtel'in baş hukuk müşaviriydi.
Eski Enerji Bakanı Vekili W. Kenneth Davis Bechtel'in başkan yardımcısıydı. Şirketin başkanı olan Riley Bechtel, Başkan'ın dış satım konseyinde bulunuyor. Emekli bir deniz piyade generali olan Jack Sheehan şu anda Bechtel'in başkan yardımcısı ve ABD savunma politikası kurulunun bir üyesi. Şu anda Bechtel Grubu'nun yönetim kurulunda bulunan eski dış işleri bakanı George Shultz, Irak'ın Özgürleştirilmesi Komitesi'nin tavsiye kurulunun başkanıydı.
Bu iki "mesleği" arasında çıkar çatışması olup olmadığının NewYork Times tarafından sorması üzerine Shultz: "Bechtel'in bu işten (Irak'ın işgalini kastediyor) özellikle bir kazancı olacağını düşünmemiştim. Ancak ortada yapılması gereken bir iş varsa Bechtel kesinlikle bunu yapabilecek bir şirkettir." Bechtel, Irak'ta enerji santralleri, elektrik şebekeleri, su kaynakları, lağım sistemleri ve havalimanı hizmetlerinin yeniden inşa edilmesi gibi, bir milyar doların üzerinde yeniden yapılandırma sözleşmeleri imzaladı.
2001 ile 2002 yılları arasındaki ABD Savunma Politikası Grubu'nun 30 üyesinden 9'u, 76 milyar doların üzerinde savunma sözleşmeleri imzalayan şirketlerle bağlantılı kişiler. Bir zamanlar silahlar savaşlarda kullanılmak için üretilirdi. Şimdi ise silah satmak için savaşlar üretiliyor.
1990 ile 2002 yılları arasında Bechtel Grubu, hem demokratların hem cumhuriyetçilerin kampanya fonlarına 3.3 milyon dolar bağışta bulundu.1990'dan beri de hükümetlerle 11 milyar doların üzerinde 2000'den fazla sözleşme imzaladı. Sizce de bu inanılmaz bir yatırım değil mi?
Tabii ayrıca Bechtel'in bütün dünyada ayak izleri bulunmakta. "Çokuluslu" olmak bu demek.
Bechtel grubu, eski Bolivyalı diktatör Hugo Banzer ile Cochabamba şehrinin su kaynaklarının özelleştirilmesi ile ilgili imzaladığı sözleşmeyle ilk kez uluslararası alanda dikkatleri üzerine çekti. Bechtel'in yaptığı ilk şey su fiyatlarını yükseltmek oldu. Bechtel'in faturalarını ödeyemeyen yüz binlerce insan sokaklara döküldü. Büyük bir grev şehri felce uğrattı. Olağanüstü hal ilan edildi. Her ne kadar Bechtel ülkedeki yatırımlarını çekmek durumunda kaldıysa da şu anda Bolivya hükümetinden kayıplarını karşılamak için milyon dolarlık ödeme talep ediyor.
Hindistan'da Bechtel, General Elecric ile beraber şu an kapatılmış olan Enron enerji projesinin yeni sahipleri durumunda. Enron'un Maharaştra eyaleti hükümetiyle imzaladığı 30 milyar dolarlık sözleşme Hindistan'da bugüne kadar imzalanan en büyük anlaşmaydı. Enron ayrıca Hintli siyasetçi ve bürokratları "eğitmek" için harcadığı milyon dolarlarla böbürlenmekten de geri kalmadı. Hindistan'ın ilk hızlı kulvar anlaşması olan Enron sözleşmesi ülkenin tarihine en büyük kitlesel dolandırıcılık olarak geçti.(Enron, Cumhuriyetçi Parti'nin en büyük kampanya bağışçılarından biriydi.) Enron'un ürettiği elektriğin fiyatı o kadar fahişti ki hükümet elektriği almaktansa Enron'a sözleşmede belirtilen zorunlu sabit ücreti ödemeye karar verdi. Bu da dünyadaki en fakir ülkelerden biri olan Hindistan hükümetinin her sene Enron'a 220 milyon dolar vermesi anlamına geliyor!
Şu anda Enron artık olmadığı için, Bechtel ve GE, Hindistan hükümetine açılan 5.6 milyar dolarlık tazminat davasını yürütüyor. Esasen kendilerinin (ya da Enron'un) bu projeye yatırdıkları para bu miktarın küçücük bir parçasını bile oluşturmuyor. Bir kez daha bir projeyi kâra çevirme planları başarıya ulaştı. Bu 5.6 milyar dolarlık, borç, evsizlik, kötü beslenme ve DTÖ'den muzdarip milyonlarca insana destek sağlamayı amaçlayan Hindistan hükümetinin Kırsal İstihdam Programı için yıllık ihtiyacı olan miktardan birazcık fazla.
Burası boğazına kadar borca batmış olan çiftçilerin yüzlercesinin değil, binlercesinin intihara sürüklendiği bir ülke. Kırsal Kalkınma Programı ise Hindistan'daki şirket sınıfı tarafından "çılgın" olarak nitelenen ve yeni yeni güçlenmeye başlayan solcuların mantıksız ve hayali bir teklifi olarak görülüyor. Alay edercesine bir tavırla "Nereden gelecek bu para?" diye soruyorlar. Ayrıca Enron gibi kötü şöhretli bir firma ile yapılan sözleşmeden herhangi bir geri dönme girişimi ise, sermayenin kaçacağı ve kötü bir yatırım atmosferinin oluşacağı gibi sinsi ve çıkarcı söylentilere yol açıyor. Bechtel, GE ve Hindistan hükümeti arasındaki arabuluculuk faaliyeti şu anda Londra'da yapılmakta. Bechtel ve GE ümitlenmekte haklılar. Bu korkunç Enron sözleşmesini hazırlamada emeği geçmiş olan Hintli maliye bakanı bir kaç yıl sonra IMF ile birlikte ülkesine dönüş yaptı. Eli boş dönmedi, bir de terfi aldı. Kendisi şu anda Planlama Komisyonu Başkan Vekili.
Bir düşünelim: Bir şirket projesinin sadece teorik kârı bile 25 milyon kişinin bir yıl boyunca asgari maaşla istihdamını karşılamaya yetebiliyor. (Farklı eyaletlerin maaşlarıyla hesaplanmıştır.) Bu sayı Avustralya nüfusundan 5 milyon daha fazla. Neo-liberalizmin yarattığı kabusun boyutları işte böyle.
Bechtel hikâyesi daha da büyüyor. Naomi Klein'ın yazdığına göre Bechtel daha şimdiden savaş mağduru Irak'ı "savaş tazminatı" ve "kâr kayıpları" için mahkemeye vermiş. 7 milyon dolar da kazanmış durumda.
Siz genç yöneticiler, hiç Harvard veya Wharton ile uğraşmayın. İşte tembel yöneticinin başarı sırrı: Öncelikle kurulunuzu eski hükümet üyeleriyle doldurun. Sonra hükümeti kendi kurul üyelerinizle donatın. Yağ ekleyip karıştırın. Kimse hükümetin nerede bitip şirketinizin nerede başladığını anlayamayacak noktaya geldiğinde ise hükümetle beraber, petrol zengini bir ülkede, soğuk kanlı bir diktatörü silahlandırın. Kendi insanlarını öldürürken görmezlikten gelin. Yavaşça kaynatın. Hükümet sözleşmeleri yoluyla bir kaç milyar dolar kazanabilmek için zamanı kullanın. Sonra tekrar hükümetinizle birlikte, diktatörü devirecek ve bir tarafta yüz binlerce insan ölürken altyapıyı bombalatacak bir tezgâh hazırlayın. Altyapıyı "yeniden yapılandırmak" için bir kaç milyar dolar daha cebe atın. Yol ve kaza masrafları için de yerle bir olmuş ülkeyi tazminat ve kâr kayıpları bahanesiyle mahkemeye verin. Son olarak da çeşitlendirin. Bir TV kanalı satın alın, böylece bir sonraki savaşta donanımınızın ve silah teknolojinizin reklamını yaparak savaşın giderlerini kapatabilirsiniz. En son olarak da, şirketinizin adı altında bir İnsan Hakları Ödülü düzenleyin. İlkini de vefat etmiş olan Rahibe Teresa'ya verebilirsiniz. Böylece bu ödülü geri çevirme şansı olmayacak.
İşgal altındaki Irak'a Halliburton, Shell, Mobil, Nestle, Pepsi, Kentucky Fried Chicken ve Toys'r Us gibi şirketlerin kâr kayıpları için bugüne kadar 200 milyon dolar "tazminat" ödettirildi. Tabii ülkeyi, Yapısal Uyum Programı ile ölüm meleği gibi bekleyen IMF'ye başvurmaya mecbur kılan 125 milyar dolarlık borcu buna katmıyorum.( El Kaide dışında Irak'ta uyumlaştırılacak fazla yapı kalmış gibi de görünmüyor.)
Yeni Irak'ta özelleştirme temellerini atmaya başladı. ABD ordusu işgale destek olmak amacıyla hızla yeni paralı askerler kiralıyor. Paralı askerlerin avantajı, öldürüldüklerinde cesetlerinin ölü amerikan askeri olarak sayılmaması. Kamu oyunu şekillendirmekte etkili oluyor, özellikle de seçim zamanları. Cezaevleri özelleştirildi. İşkence de özelleştirildi. Bunun sonuçlarını da gördük. Irak'taki diğer girişimlerin içinde gazetelerin kapatılması, televizyon istasyonlarının bombalanması, muhabirlerin öldürülmesi de var. Amerikan askerleri, protesto eden silahsız kalabalıklara ateş ederek bu insanları öldürüyor. Ayakta kalabilen tek direniş ise işgalin kendisi kadar zalim ve delice. Laik, demokratik, feminist ve şiddet içermeyen bir direnişe Irak'ta yer var mı? Sanırım hayır!
Bu yüzden işgale karşı kitlesel, laik, şiddet içermeyen direnişi göstermek Irak dışındaki bizlere düşüyor.
Öyleyse bu vahşi, şirketleşmiş, askerileşmiş dünyada barış ne anlama geliyor? Peki yüz yıllarca sömürge olarak yaşamış ülkelerin aynı ülkeler tarafından yılda 382 milyar dolar borç ödemeye mahkum bırakıldığı bir sistemde ne anlama geliyor? Peki dünyanın en zengin 587 milyarderinin toplam zenginliğinin dünyanın en fakir 135 ülkesinin gayri safi yurtiçi hasılasından fazla olduğu bir dünyada ne anlama geliyor? Acaba Irak, Filistin, Kaşmir, Tibet ve Çeçenistan'daki insanlar için barış ne ifade ediyor? Veya Avustralya'daki Aborijinler, Türkiye'deki Kürtler, Hindistan'daki Dalit ve Adivasiler, Müslüman ülkelerde yaşayan gayrimüslimler, İran, Suudi Arabistan ve Afganistan'daki kadınlar için barış ne ifade ediyor? Veya baraj yapımları ve kalkınma projeleri için yerlerinden edilmiş insanlar için ne ifade ediyor? Veya her türlü kaynaklarına el konmuş, yaşam su, ev, hayatta kalma ve her şeyin üzerinde biraz onur için bir savaşta olanlar için ne ifade ediyor? Bu insanlar için barış savaş demek.
Fakiri fakir olduğu için suçlamak kolaydır. Ya da dünyada terörizmin sürekli arttığını söylemek kolaydır. Bu yüzden ABD başkanı "Ya bizlerlesiniz ya da teröristlerle" diyebildi. Biliyoruz ki terörizm, savaşı özelleştirmenin tek yoludur. Teröristlerse savaşın pazarlayıcısıdırlar.
Terörizmin korkunç zalimliği ile savaş ve yozlaşmanın kıyımı arasında ahlaki bir ayırım yapmak yalan olur. İki şiddet türü de kabul edilemez. Birini destekleyip ötekini kınayamayız.
Esas trajik olan dünyadaki insanların çoğunun sözde barış tehdidi ile savaş terörü arasında sıkışıp kalmış olmasıdır. İşte bizler bu iki duvar arasında sıkışmış durumdayız. Soru şu: Buradan nasıl çıkabiliriz?
Maddi olarak iyi durumda; ancak ahlaki olarak rahatsız olanların kendilerine sormaları gereken ilk soru şu: Acaba gerçekten buradan çıkmak istiyor muyum? Ne kadar tırmanmak istiyorum? Duvar çok mu rahat?
Eğer gerçekten tırmanıp çıkmak istiyorsanız size iyi ve kötü haberlerim var.
İyi haber tırmanış çoktan başlamış durumda. Yolu yarılamış durumdalar bile. Dünya çapında yüz binlerce eylemci bizler için çıkış yolları hazırladılar ve yolumuzu kolaylaştırmak için bizlere ipler sarkıttılar. Tek bir yol yok. Bunu başarmanın yüzlerce yolu var. Dünyanın her bir yanında yetenek, zekâ ve kaynaklarınıza ihtiyaç duyan yüzlerce savaş var. Hiç bir savaş gereksiz değildir ve hiç bir zafer küçük değildir.
Kötü haber ise şu; renkli gösteriler, hafta sonu yürüyüşleri ve Dünya Sosyal Forumu'na yılda bir kere gitmek yeterli olmuyor. Gerçek sonuçları olabilecek, hedefleri belirlenmiş gerçek karşı çıkışlar olmalı. Belki bir devrim yapmayacağız. Ancak yapabileceğimiz pek çok şey var. Örneğin Irak Savaşı'ndan kâr sağlayan ve burada, Avustralya'da merkezleri bulunan şirketlerin bir listesini yapabilirsiniz. Onları boykot edebilir, merkezleri işgal edebilir ve iş bırakmaya zorlayabilirsiniz. Eğer Bolivya'da olabiliyorsa Hindistan'da da olabilir, Avustralya'da da olabilir. Neden olmasın?
Bu sadece küçük bir öneri. Ancak unutmamalıyız ki eğer mücadele şiddete başvuracak olursa vizyonunu, güzelliğini ve imgelemini kaybedecektir. Hepsinden daha tehlikelisi marjinalleşecektir ve sonunda kadınları kurban edecektir. Ayrıca ruhunda kadınları barındırmayan bir mücadele, mücadele sayılamaz.
Mesele şu ki; bu mücadele toplu olmalı. Muhteşem Amerikan tarihçisi Howard Zinn'in belirttiği gibi: Hareket halindeki bir trende tarafsız kalamazsınız.
Arundhati Roy
2004 Sydney Barış Ödülü Konuşması
3 Kasım 2004 tarihinde Sydney Üniversitesi'nde Seymour Tiyatro Merkezi'nde Arundhati Roy tarafından okunmuştur.