1 Haziran 2004The Guardian
Kimse bizim evin gürültücü olduğunu söyleyemezdi. Üniversitenin ilk iki yılındaki ateşli halimiz tükenmiş, artık kitaplarımıza gömülmüştük. Benim çalışmam her zaman olduğu gibi aşırı idealist ve tutarsızdı (gündüzleri zooloji okuyor, geceleri berbat bir roman yazıyordum). Niall’ınki ise odaklanmış ve sürekliydi. Hoş, verici ve birlikte yaşaması kolay biriydi, fakat herkesin ondan korktuğunu söylemek de haksızlık olmaz.
Mesele sadece ev arkadaşımın konusuna yaşıtlarından daha iyi hakim olması ve bu bilgisini nereye yönlendireceğini bilmesi değildi. Aynı zamanda nasıl yapacağını da biliyordu. Bizler doğru anahtarı kapı deliğine bir türlü sokamazken onun önünde kapılar açılıp duruyordu. Niall Ferguson bugün New York Üniversitesi’nde tarih profesörü, ve hızla Amerika Birleşik Devletleri’nin en ünlü entelektüellerinden biri olma yolunda.
Üniversiteden sonra birbirimizin politik görüşlerine hiç girmediğimiz gelişigüzel bir arkadaşlık sürdürdük. Onu üç dört yıldır görmedim, görsem de ne hakkında konuşurduk bilemiyorum. Zaten pek uyuşmayan görüşlerimiz artık tamamen uzaklaştı. 21inci yüzyıl başlarının büyük kavgasının karşıt saflarında yer alıyoruz: Global Demokrasi’ye karşı Amerikan İmparatorluğu.
Yeni kitabı ve televizyon dizisi, Colossus, ABD’yi emperyal rolünü ciddiye alarak İngiltere’nin 19. yüzyıldaki gücüne 21. yüzyılda sahip çıkmaya teşvik ediyor. “Dünyanın birçok yeri bir süreliğine Amerikan yönetiminden fayda görecektir” diyor. ABD “gayri resmi imparatorluk” dolambaçlığını bırakıp “bir çeşit dış otorite müdahalesi”ne ihtiyacı olan ülkeler üstünde “doğrudan yönetim” uygulamalı. Fakat “yönetme iradesi eksikliği”nden dolayı tereddüt ediliyor.
Niall’ın tüm kitapları gibi Colossus da zekice yazılmış geniş bilgi içeren bir kitap. Yapmış olduğu araştırmanın kalitesi farklı düşüncede olan bizleri silkelenmeye zorluyor. Çoğu kişinin unutmayı tercih ettiği şeyi o hatırlıyor: ABD’nin her zaman bir imparatorluk olduğunu. “İnkâr halinde bir imparatorluk’.
Kurucu eyaletlerin batıya doğru genişlemesiyle “geçmişin büyük toprak imparatorlukları” arasında pek de bir fark olmadığını gösteriyor. ABD’nin Orta Amerika, Karayipler, Pasifikler ve Orta Doğu’daki uzun zamandır süregelen kontrolünün zaten bir imparatorluk niteliği taşıdığını belirtiyor. İlginç bir noktaya parmak basıyor; Sovyetler Birliği’ni bastırma çabaları sırasında ABD kendi tuhaf imparatorluk türü için uygun olan mükemmel ideolojisini buldu: anti-emperyalizmin emperyalizmi.
Fakat bizleri hatırlamaya çağırmasının asıl sebebi aslında unutmaya ikna etmek. Amacı, inkâr halinde bir imparatorluk anlayışını, inkâr imparatorluğu ile değiş tokuş etmemizi sağlamak.
İmparatorluklar tarafından daima unutulanları o da unutmakta: kurbanlarını. Tabii, Saddam Hüseyin’in Irak’ta siyasi karşıtlarını gaz vererek öldürdüğünü hatırlıyor. Fakat İngilizlerin de aynı şeyi yaptıklarını unutuyor. İngiltere’nin kolonilerine bahşettiği “serbest ticaret ile gelen gerçek kârlar”dan bahsediyor, fakat bu uygulamanın Hindistan’da yarattığı yıkıcı kıtlığı unutuyor (Mike Davis’in kitabı Late Victorian Holocausts’u biliyor, fakat okumuş olduğuna dair herhangi bir işaret yok). Kolonilere miras kalan “kurumlar, bilgi, ve kültür”den bahsediyor, fakat, Basil Davidson’ın da göstermiş olduğu gibi, İngiltere’nin bu sömürgelerdeki kurumları, bilgileri, ve kültürü (Batı Afrikalılar tarafından kurulmuş olan hastaneler ve üniversiteler de dahil olmak üzere) nasıl kasten yok etmiş olduğunu unutuyor.
Britanya İmparatorluğu ile tebaasının çıkarları arasında fark olduğunu da unutuyor. “Demiryolları ve limanlara” yapılmış olan büyük İngiliz yatırımlarından, “çay, pamuk, çivit, kauçuk gibi yeni para mahsulleri üretmek için kurulan çiftlikler”den sanki toprağı yerlilerin hayrı için ele geçirmişiz, işgüçlerini sömürüp kolonilerin zenginliğini onların iyiliği için ihraç etmişiz gibi yazıyor.
İmparatorluğu bu kadar iyi bilen biri olarak Niall’ın ABD’nin gayri-resmi yönetiminin güncel gerçeklerini unutuyor olması ya da anlayamaması ise garip. ABD’nin Ortadoğu petrol rezervlerini kontrol etmek istediği fikrini ABD’nin zaten “petrol zengini” olduğunu ileri sürerek bir kenara itiyor. ABD’de petrol üretimi 1970’te en yüksek seviyesine ulaşmakla kalmadı, bunun yanında ABD hükümeti, tüm ülkelerin bel bağladığı azalan bir kaynağın kontrolünü elinde tutmakla, o kaynak kurumaya yüz tuttukça, -Ferguson’un da başka yerlerde belgelediği gibi-, dolaylı bir yönetim uygulamaya başlayabileceğini çok iyi biliyor. Bir yandan Amerika’nın emperyal inkârlarını zekice teşhir ederken, diğer taraftan dünyadaki rolü ile ilgili ileri sürdüğü hemen hemen diğer bütün hikâyeleri gerçekmiş gibi kabul ediyor. Örneğin, ABD’nin Irak’la savaşa Saddam’ın silah denetçileri ile işbirliği yapmaması üzerine “sabrının taşması” nedeniyle girdiği fikrini benimsemiş. ABD’nin kendisinin denetleme çabalarını nasıl baltalayıp sonunda da yok ettiğine dair ise tek bir kelime yok.
Unuttuğunuz zaman, o boşluğu başka bir hikâye ile doldurmak zorundasınız. İmparatorluk heveslilerinin hepsinin kendilerine anlattıkları hikâye ise bağımsız halkların başlarına gelen bütün talihsizliklerden kendilerinin sorumlu olduklarıdır. Niall pek çok Afrika ülkesinin karşı karşıya olduğu sorunun “sadece kötü yönetim” olduğu ve “yozlaşmış, kanunsuz diktatörlerin yönetimi altında ekonomik büyümenin imkansızlığı” olduğu konusunda ısrarlı. “Sadece kötü yönetim” mi?
Afrika’nın, ekonomisi büyük çapta IMF tarafından yönetilen bir kıta olduğunu unutmayalım. Joseph Stiglitz’in de göstermiş olduğu gibi, IMF gücünü ABD sermayesi adına sanal bir imparatorluk yürütmek için kullanmakta. Bu da daha yoksul ülkelerin mali vurgunculuk ve tüzel hızsızlığa karşı savunmalarının yok olmasına neden oluyor. Bu durum, en yoksul Afrika ülkelerinin dünyanın en liberal ticaret rejimine sahip olmalarının kısmi nedenidir. Tam olarak da Ferguson’un önerdiği bu zorunlu liberalizasyon yüzünden Sahra Altı Afrika’da büyüme 1960 – 1980 yılları arasında %36’dan (bu dönemde ülkeler ekonomilerine daha fazla hakimlerdi) 1980 – 1998 arasında eksi %15’e düştü. Niall’a göre dünyanın sorunu, zenginlerin fakirler için getireceği güvenilmez hükümetlerin -zaten mevcut olan tüm yıkıcı sonuçlarına rağmen- yeterince yaygınlaşmamış olması.
Tüm bunların zamanlaması elbette ki korkunç. ABD Irak üzerinde doğrudan emperyal bir yönetim kurmaya çalıştıkça dünyanın çoğunun nefretini kazandı. Fakat asla güçlülerin kendi kendilerini pohpohlama arzularını küçümsememek gerek. Sorumsuz güç kendini haklı çıkaracak bir efsane yaratmayı gerektirir; ABD hükümeti de Niall’ın canlandırmaya çalıştığı efsaneye inanacak kadar aptal olabilir. Eski dostum hepimizin başını büyük bir belaya sokabilir.
Fakat kendisi bile buna tam olarak inanmıyor sanki. Kitabı, her şeyden çok ABD’nin elden kaçırdığı fırsatlar için bir ağıt gibi. Kendisinin de kabul ettiği gibi ABD, İngiliz İmparatorluğu’nu canlandıracak iradeden öyle yoksun ki, yakında dünya “tek bir baskın emperyal gücü dahi olmadan” kalacak. Global demokrasi için bastırmaya bundan daha iyi bir fırsat olabilir mi?
Çeviren: Nuşin Odelli