Nereye Doğru’nun bu haftaki bölümünde Cengiz Aktar’ın gündeminde Suriye tezkeresi, Türkiye’nin Malî Eylem Görev Gücü’nün gri listesinde yer alması ve 10 büyükelçiyle ilgili gelişmeler vardı.
Aktar, Irak ve Suriye'ye sınır ötesi operasyon için cumhurbaşkanına verilen yetkinin iki yıl daha uzatılmasını öngören tezkereyle ilgili olarak “hayır” oyu veren Cumhuriyet Halk Partisi’nin sorularını hatırlattı ve bu duruşun genel bir “savaşa hayır” politikası olmadığının altını çizdi. Aralık ayında oylanan Libya tezkeresiyle ilgili asker çekilmesi meselesine ve Ukrayna ile Etiyopya’ya yapılan SİHA satışlarını vurgu yapan Aktar, meselenin genel bir savaş felsefesi olduğunu belirterek “Bunun arkası gelebilecek mi? Pek çok başka mesele var. Mesela Cumhuriyet Halk Partisi’nin geçen yılın aralık ayında Libya tezkeresine “hayır” dediğini hatırlatayım. Libya’da bir asker çekme meselesi var. Hükümet kıvırtıyor. Ne cihatçıları tam manasıyla ne de oradaki bölüğü çekiyor, pek niyetli değil. Orada ses çıkarabilecek mi? Bütün bu savaş politikaları bir bütün ve aynı mantığa hizmet veren politikalar. Aynı mantıktan kaynaklanan politikalar. Dolayısıyla bir tarafta ‘hayır’ deyip öbür tarafta ‘evet’ demek veya desteklemek mümkün değil. Buna çok dikkat etmek lazım.” dedi.
Türkiye, Malî Eylem Görev Gücü'nün gri listesinde
OECD’ye bağlı Malî Eylem Görev Gücü’nün Türkiye’yi gri listeye almasını değerlendiren Aktar, “Bu listelere girmek çok zahmetlidir; raporlar gider gelir gider gelir ama bir kere girdin mi çıkması çok zordur. Türkiye ile ilgili paragrafı okudum: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarına, 20 yıllık kararlara, eski kararlara atıf var; 1267 1999 tarihli ve 1373 2001 tarihli. İkisi de terörün finansmanıyla mücadele kararlarıyla ilgili ve Türkiye’nin bunlara uymadığını söylüyor. Yani sadece bu savaş meselesi, ‘efendim çocuklarımız niye orada şehit oluyor’, yok işte ‘Fırat’ın doğusunun hepsini alacaktınız hani alamadınız’ değil, bu başka bir paradigma, başka bir mantık, başka bir yaklaşım. Savaştan yana mısın savaşa karşı mısın? Cumhuriyet Halk Partisi bunun daha cevabını vermiş, verebilmiş değil. Rejim tabii ki -zaten o bambaşka bir telden çalıyor- ama ana muhalefet de açıkçası çok da farklı konuşmuyor.” dedi.
Büyükelçiliklerin Osman Kavala açıklaması iç işlerine müdahale mi?
Aktar, 10 büyükelçi gündemine ilişkin olarak en son açıklamada geçen Viyana Sözleşmesinin Soğuk Savaş zamanında yapıldığına işaret etti ve “Bu iç işlerine karışmama meselesi son derece muğlak, tarihte kalmış, hiçbir ağırlığı olmayan, hiçbir manası olmayan, çünkü uluslararası konvansiyonlara, sözleşmelere, antlaşmalara, anlaşmalara imza attığın andan itibaren pek çok madde bu metinlerin, bu uluslararası metinlerin maddeleri senin kendi ulusal mevzuatının üstüne çıkıyor. Türkiye’de de böyle bir uygulama var. 90. madde, Anayasa malum… Ama 90. madde çok ikircikli ve muğlak yazılmış bir maddedir, çok sağlam bir madde değildir. Uluslararası taahhütlerin ulusal yasalar üzerindeki üstünlüğü meselesi. Orada kanun koyucu gayet güzel, tam alaturka, şark kurnazlığı yapmıştır, tam bir uygulama yoktur aslında ama teoride herkes bunu böyle bilir en azından. İç işlerine karışmama meselesi tarihte kalmış, bir Soğuk Savaş hoşluğudur, öyle diyelim.” dedi.
Aktar, iç işlerine karışma meselesindeki ikiyüzlü duruma “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin mutat, yıllık toplantısı cereyan ediyor ve Türkiye ilk defa 42 ülkeyle birlikte geçen perşembe günü Çin’i Sincan’daki Uygur Türkleriyle ilgili hukukun üstünlüğüne tam saygı gösterilmesini sağlamaya çağırdı. Bu da bal gibi Çin’in iç işlerine karışmaktı. Cenevre’de oldu bütün bunlar. Cenevre’deki Çin devletinin daimi temsilcisi de bunun Çin’in iç işlerine karışmak olduğunu söyledi. Türkiye de buna imza attı. Bu ikisi aynı şey olmasına rağmen gözden kaçtı sanki.” diyerek dikkat çekti.
Aktar son olarak, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararlarını uygulamasına ilişkin kararına değinerek “Mesela Osman Kavala, Selahattin Demirtaş konusunda dahi Türkiye’nin en güçlü dış telkin mecrası, merkezi olan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararları dahi Türkiye’deki hukuk dışılık zırhını delemiyor. Ve 30 Kasım’da şimdi bir karar var; muhtemelen Bakanlar Komitesi AİHM’den bir mütalaa daha isteyecek Osman Kavala ile ilgili, ondan sonra başka bir süreç başlayacak. Aylar alan bir süreç olacak ve o süreç sonunda Türkiye, eğer 47 ülkenin 2/3 çoğunluğunu bulurlarsa, yani 31 ülkeyi tamamlayabilirlerse ki bana tamamlayamazlar gibi geliyor, Ağustos 1949’da üye olduğundan bu yana ilk defa tarihinde Avrupa Konseyi’nde zor durumda kalacak. Belki ihraç süreci başlatılacak hakkında, oy hakkı askıya alınacak falan… Bütün bunlar imkan dahilinde. Yalnız bunları yaptılar diyelim, bunun müeyyidesi ne? Zaten tamamen Batı’dan kopmuş bir ülke. Çin desen aynı, yani umuru değil, hakaret ediyor kendisine bir şey söylendiği zaman. Uluslararası camianın 1945 sonrasıyla bugününü karşılaştırdığımızda artık uluslararası kararların ve uluslararası aklın bu ceberut ülkelere değmediği, onları dönüştürmekte veya aklın yoluna sevk etmekte çok zayıf ve eksik kaldıkları görülüyor, esas acıklı tarafı bu.” dedi.
(Program özetini hazırlayan gönüllümüz Ceren Demirci’ye teşekkür ederiz.)